2025’in sonuna yaklaşırken geriye dönüp bakıldığında, bu yılın basın açısından bir “hesap yılı” olarak anılmayı hak ettiği açık. Yargı kararlarıyla, idari yaptırımlarla ve kurumsal müdahalelerle şekillenen tablo, sadece medya kuruluşlarının değil, kamusal alanın kendisinin nasıl daraltıldığını gösteriyor. RTÜK’ün açıkladığı 2025 bilançosu ise bu daralmanın rakamlara dökülmüş hâli gibi duruyor: 99 yaptırım, 146,7 milyon liralık para cezası, ekran karartmaları, program durdurmaları ve dijital içerik kaldırmaları.
Bu rakamlar tek başına bile çok şey söylüyor. Ancak asıl mesele, bu yaptırımların kime ve hangi yayınlara yöneldiğinde düğümleniyor. RTÜK Üyesi Tuncay Keser’in paylaştığı veriler, yaptırımların ağırlık merkezinin açık biçimde haber ve yorum programları olduğunu ortaya koyuyor. Başka bir ifadeyle, 2025’te cezalandırılan şey yalnızca “ihlal” değil; eleştiri, sorgulama ve kamusal tartışma pratiğinin kendisi.
RTÜK’ün resmi gerekçeleri tanıdık: “Eleştiri sınırının aşılması”, “masumiyet karinesinin ihlali”, “yayın ilkelerine aykırılık”… Ne var ki bu gerekçelerin hangi yayınlar için işletildiği, hangileri için görmezden gelindiği sorusu, meselenin politik boyutunu açığa çıkarıyor. Kartalkaya yangını ya da Sinan Ateş suikastı gibi kamuoyunu derinden ilgilendiren olaylarda eleştirel yayın yapan kanallara ceza yağarken, iktidarı veya iktidara yakın aktörleri suçlayıcı dil kullanan yayınlara ilişkin şikâyetlerin işleme alınmaması, tarafsızlık iddiasını ciddi biçimde zedeliyor.
2025 RTÜK tablosu, yalnızca “ceza çokluğu” üzerinden okunamaz. Bu tablo, aynı zamanda bir seçiciliğin, bir yön tayininin göstergesi. Sözcü TV, TELE1, Halk TV ve NOW TV gibi eleştirel çizgisi bilinen kanalların yaptırımların merkezinde yer alması tesadüf değil. 25 gün yayın durdurma, 29 program durdurma ve 67 milyon lirayı aşan para cezası, fiilen bir gözdağı işlevi görüyor. Mesaj net: Eleştirel yayıncılık bedel öder.
Bu baskı yalnızca geleneksel medya ile sınırlı değil. Netflix’ten Spotify’a, dijital platformlarda içerik kaldırma kararları, denetimin ve sansürün sınırlarının genişlediğini gösteriyor. RTÜK artık yalnızca televizyon ekranını değil, dijital kamusal alanı da şekillendiren bir aktöre dönüşmüş durumda. Bu durum, ifade özgürlüğü tartışmasını daha da kritik bir eşiğe taşıyor.
Öte yandan 2025, medya sahipliği ve yapısı açısından da kırılma yılı oldu. TMSF kontrolüne geçen kanallar, yargı süreçleriyle yeniden dizayn edilen medya kuruluşları, editoryal bağımsızlık meselesini hayati bir noktaya getiriyor. Keser’in de dikkat çektiği gibi, eleştirel yayınlarıyla bilinen bazı kanalların yayın dili ve politikalarında yaşanan değişimler, baskının sadece cezalarla değil, yapısal dönüşümlerle de kurulduğunu düşündürüyor.
Bütün bu tablo, basın özgürlüğünün artık soyut bir ilke değil, günlük olarak aşındırılan somut bir hak olduğunu gösteriyor. Haber alma hakkı, sadece bilginin varlığıyla değil, o bilginin özgürce dolaşıma girebilmesiyle anlam kazanır. 2025’te olan biten ise tam tersine işaret ediyor: Eleştiri daralıyor, çoğulculuk zayıflıyor, kamusal tartışma alanı giderek tek sesli hâle geliyor.
Yılın sonunda sorulması gereken soru şu: Bu bilanço kimin kazancı, kimin kaybı? RTÜK’ün ve yargının baskıcı uygulamaları kısa vadede iktidar açısından “kontrol” hissi yaratabilir. Ancak uzun vadede kaybeden yalnızca cezalandırılan medya kuruluşları değil; hakikate erişimi sınırlanan toplumun tamamıdır. Çoğulculuk zayıfladığında, demokrasi de nefessiz kalır.
2025, bu açıdan bir uyarı yılı olarak kayda geçiyor. Eğer bu tablo normalleştirilirse, sansür bir istisna değil, kalıcı bir yönetim tekniğine dönüşür. Basın üzerindeki bu baskının hesabı, yalnızca yıl sonu raporlarında değil, toplumun demokrasiyle kurduğu ilişkide de er ya da geç ortaya çıkacaktır.











