Sanatın en eski yükü anlatmaktı. Mağara duvarlarına çizilen av sahneleri yalnızca bir estetik arayış değil, yaşamın kaydını tutma, deneyimi aktarma ve ortak bir hafıza kurma çabasıydı. İnsan, dünyayla kurduğu ilişkiyi önce hikâye ederek kavradı; korkusunu, sevincini, umudunu ve yenilgisini anlatıya dönüştürdü. Anlatı, insanın kendini tarihe yazma biçimiydi. Bugün ise tuhaf bir kopuşun içindeyiz: Sanat hâlâ konuşuyor ama artık anlatmıyor; düşünüyor, ima ediyor, işaret ediyor fakat yaşama temas eden bir hikâye kurmaktan sistematik biçimde kaçınıyor.
Roman, şiir, sinema ve görsel sanatlar farklı mecralarda ilerliyor gibi görünse de aynı tıkanıklığın içinde dönüp duruyor. Modern ve çağdaş edebiyat, büyük anlatıların çöktüğü iddiasıyla küçük, parçalı, içe kapanık metinlere sığındı. Roman, toplumsal ilişkilerin bütünlüklü bir haritasını çıkarmaktan vazgeçip bireysel bilinç kırıntılarına odaklandı. Şiir, tarihsel yükünden arındırılmış bir dil oyunu hâline gelirken, sinema çoğu zaman biçimsel yenilikle politik ve insani derinliğin yerini doldurabileceğini sandı. Resim ve çağdaş sanat ise anlatının “ilkel” olduğu fikrine yaslanarak soyutlama, kavram ve jest arasında gidip gelen bir düşünsel gösteriye dönüştü.
Bu kopuşun masum olmadığı açık. Sanatın anlatıdan uzaklaşması, yalnızca estetik bir tercih değil; içinde yaşadığımız siyasal ve toplumsal düzenle yakından ilişkili. Otoriter yönetimlerin dünyanın farklı coğrafyalarında güç kazandığı, eşitsizliklerin derinleştiği, emekle yaşam arasındaki bağın parçalandığı bir çağda sanatın hikâye anlatmaktan kaçınması tesadüf değil. Çünkü hikâye, ister istemez nedensellik kurar; fail gösterir, sorumluluk dağıtır, zamanı birbirine bağlar. Oysa bugünün egemen dili kopukluk ister: Parçalanmış zamanlar, bağlamından koparılmış imgeler, nedensiz acılar ve isimsiz suçlar.
Bu nedenle çağdaş sanat ve edebiyat çoğu zaman dünyayı “yorumlar” ama onu anlamlandırmaz; eleştirir gibi yapar ama dönüştürücü bir ufuk açmaz. Metinler ve imgeler, sistemin ürettiği yabancılaşmayı ifşa etmek yerine, onu estetik bir duruma dönüştürür. Yabancılaşma anlatılır ama aşılması mümkün bir tarihsel süreç olarak değil, değişmez bir kader gibi sunulur. Böylece sanat, yaşanan yıkımı anlamaya çalışan bir toplumsal bilinç olmaktan çıkıp, yıkımın estetikleştirilmiş bir yankısına dönüşür.
Oysa sanatın tarihine bakıldığında, anlatının her zaman bir sınıfsal ve toplumsal zemin üzerinde yükseldiği görülür. Büyük romanlar, yalnızca bireylerin iç dünyasını değil, üretim ilişkilerini, iktidar biçimlerini, ahlaki çatışmaları ve tarihsel kırılmaları görünür kılmıştır. Sinema, en güçlü dönemlerinde, bireysel kaderlerle toplumsal yapılar arasındaki gerilimi sahneye taşımıştır. Resim, yalnızca renk ve biçim değil, bir yaşam tarzını, bir emek rejimini, bir iktidar tahayyülünü resmetmiştir. Anlatı, bu yüzden tehlikelidir; çünkü görünmeyeni görünür kılar.
Bugün ise anlatıdan kaçış, sanatın güvenli alanıdır. Hikâye anlatmayan bir sanat, kimseyi doğrudan karşısına almaz. Soyut imgeler yargılanamaz, belirsiz metinler suçlanamaz, muğlak filmler tehdit oluşturmaz. Böylece sanat, eleştirel görünüp etkisiz kalan bir konfora yerleşir. Seyirci ya da okur, eserin karşısında “anlamaya çalışan” bir özneye indirgenir; oysa anlatı, okuru ve izleyiciyi taraf olmaya zorlar, onu hikâyenin içine çeker ve sorumluluk yükler.
İlk çağlardaki mağara resimlerinin gücü tam da buradaydı: O resimler, yaşamla doğrudan temas hâlindeydi. Av sahnesi, yalnızca bir betimleme değil, hayatta kalma bilgisiydi; ortaklaşmanın ve emeğin görsel kaydıydı. Bugün teknik olarak çok daha yetkin, düşünsel olarak çok daha karmaşık eserler üretiyoruz ama çoğu, o ilk çiziklerin taşıdığı anlatı gücünden yoksun. Çünkü bugünün sanatı, yaşamı anlatmak yerine, yaşam üzerine düşünmeyi yeterli görüyor.
Belki de asıl kriz burada yatıyor: Sanat ve edebiyat, dünyayı değiştiremeyeceği fikrini içselleştirmiş durumda. Bu kabulleniş, onu kısır bir arayışa mahkûm ediyor. Sürekli kendini sorgulayan, kendi dilini parçalayan ama bir türlü yeni bir hikâye kuramayan bir döngü. Oysa insanlığın ihtiyacı hâlâ hikâyeler; acının, sömürünün, direnişin ve umudun birbirine bağlandığı hikâyeler. Anlatıdan vazgeçmek, bu ihtiyacı inkâr etmekten başka bir şey değil.
Sanat, edebiyat ve sinema yeniden anlatmayı hatırlamadıkça, otoriterliğin ve eşitsizliğin hâkim olduğu bu çağda gerçek bir karşı söz üretemeyecek. Düşünmek elbette gerekli, ama anlatmadan düşünmek, dünyayla arasına mesafe koyan steril bir faaliyete dönüşüyor. Oysa hikâye, düşünceyi hayata bağlar. Ve belki de bugün en radikal olan, yeniden hikâye anlatmayı göze almaktır.
- Hikâyesini Kaybeden Sanatın Sessizliği - 23 Aralık 2025
- Sarayın Aynaları: İktidarın Kendi Gölgesiyle Kavgası - 22 Aralık 2025
- AB, Ülkelerinin Çoğunda Aşırı Sağ İvme Kazanırken - 12 Aralık 2025

















