Tarih çoğu zaman büyük savaşların, büyük liderlerin ve büyük sözlerin gölgesinde anlatılır. Oysa imparatorlukların kaderini belirleyen kırılma anları bazen basit bir giyside saklıdır. Roma’nın pantolona duyduğu tuhaf öfke ve korku, bugün hâlâ politik tartışmaların içinde kıvılcım gibi çakan bir hikâyedir.
Pantolon, Roma için yalnızca yabancı bir giysi değildi; “barbarın” ta kendisiydi. Toga medeniyetin gövdesine dolanırken pantolon sınırın ötesindeki özgürlüğün, düzensizliğin, korkulan ötekinin kıyafetiydi. Romalılar için pantolon, tıpkı bugün bazı iktidarların göçmene, muhalife, protestocuya, gazeteciye ya da sadece farklı yaşam tarzına sahip yurttaşa yapıştırdığı etiket gibi bir “dışlama üniformasıydı.”
Sonra ne oldu? Roma külçe gibi ağır togası içinde sınırlarında titrerken, soğuk Kuzey rüzgârlarının ve akıncı kabilelerinin hızına ayak uyduramaz oldu. O zaman pantolon sadece bir giysi değil, bir zorunluluk olarak geri döndü: askerin bacağını koruyan bir kumaş parçası gibi görünse de aslında Roma’nın kendi kurduğu kültürel üstünlük masalının yırtıldığı bir yaraydı.
Bugün dünyada ve Türkiye’de yaşanan tartışmalar (kimlik siyaseti, kültürel kodların sertleşmesi, yaşam tarzlarına müdahale, “biz” ve “onlar” ayrımı) Roma’nın pantolonla verdiği o eski savaşın modern versiyonları değil mi?
Uygarlık dediğimiz şey, neyi giydiğimizden ziyade, kimi dışarıda bırakmak için o giysiyi nasıl araçsallaştırdığımızla ilgilidir.
Roma pantolonu “barbar” ilan ederek kendini temiz tutacağını sandı. Bu davranışın modern siyaset literatüründeki adı “ahlaki panik”tir. Bugün bir ülkede bir eğlence etkinliği yasaklanırken, bir tiyatro oyunu hedef gösterilirken, sokaktaki gençlerin saçı, kıyafeti, dövmesi tartışma konusu olurken, aslında aynı şey yaşanıyor: Yönetici elit, kültürü bir tür sınır kapısı gibi kullanıyor. Kimliğin kumaşı siyaset tarafından kesilip biçiliyor.
Roma pantolonu reddetti ama sonunda giydi. Bugün de devletler, toplumlar, hatta siyasi partiler, kaçtıkları modernlikleri, eleştirdikleri özgürlükleri, korktukları farklılıkları gecikmeli de olsa kabullenmek zorunda kalıyor. Çünkü hayat, ideolojinin sunduğu dar kalıplara sığmıyor.
Roma’nın yenilgisi pantolon giymek değildi; pantolonun varlığını baskılarken kendi gerçekliğini inkâr etmesiydi.
Bugün de siyaset, “barbar”, “yerli-yabancı”, “bizden-bizden değil” gibi söylemlerle sürekli bir kimlik savaşı üretiyor. Oysa tarihin bize fısıldadığı şey basit: Küçük bir giysi bile bir imparatorluğu gerçeklerle yüzleşmeye zorlayabiliyorsa, modern devletlerin toplum mühendisliği çabaları elbet bir yerden patlar.
Roma’nın pantolon korkusu, aslında iktidarların değişime direndiği her yerde yeniden sahneye çıkıyor. Farklı olanı kriminalize eden, kültürü bir tahakküm aracı olarak kullanan, toplumsal dönüşümü baskıyla geciktirmeye çalışan her siyasi akım, o eski imparatorluğun gölgesinde dolaşıyor.
Ve belki de bugünün en kritik sorusu şu:
Biz kime pantolon giydirmeye çalışıyoruz? Ve neden hâlâ korkuyoruz?

















