Z’leri seven adam: İlhami Algör

“Ma Sekerdo Kardaş? N’etmişiz Kardaş?”, “Albayım Beni Nezahat ile Evlendir”, “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku”, “Kalfa ile Kıralıça”, “İkircikli Biricik”, “Müzeyyen ile Nezahat”, “Çanakkale Yalı Hanı ve Han Sakinleri”, “Karabakal Ötüyor” kitaplarını yazan İlhami Algör İstanbul’un Suriçi Mahallesi’nde büyümüş… İstanbul’un o kozmopolit yapısını renkli bir elbise gibi üzerine giyinen Algör, kendisine yazar denilmesini istemiyor. ‘Ben sadece yazı yazıyorum’ diyen Algör, statü ve etiketlerle anılmak istenmiyor. Algör, iç sesiyle konuşanlardan… Bu nedenle Oğuz Atay’a çok benzetiliyor. Erdal Beşikçioğlu, Sezin Akbaşoğulları, Ege Aydan ve Derya Alabora’nın oynadığı “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” filmi İlhami Algör’ün kitabından uyarlanmış. İlhami Algör ile “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” filmini, öğrencilik yıllarını ve ‘Z’lerle arasının iyi olduğu yılları konuştuk

Suriçi’nde mi büyüdünüz?

İstanbul’un tarihi yarımadası Suriçi’nde liseyi bitirene kadar oradaydım. Çokta fazla yüceltmemek gerek doğduğun yeri. Herkesin doğduğu yerde hatıraları vardır, hayatı orada şekillenmiştir. Çerçi yükünü satar derler. Bu laf buraya uygulanır mı? Neticede göreceli bir durum. Annenin aşuresi sana daha iyi gelir gibi bir subjektif tarafgirlik var. O tarafgirliğin arkasından belki hasımlıkta doğar ama ne yapabilirim benimde kısmetime, bu düştü. Bizim orada çocuklar daha erken büyürdü. İnisiyatif kazanırlardı. İstanbul’un şöyle bir avantajı oldu benim için; Suriçi’nde farklı etnik yapıdan insanlar bir arada yaşıyordu. Bu insanlar okullarda, pazar yerlerinde ya da kamusal alanlarda iç içe geçiyorlardı. Birbirine benzemeyen insanların bir arada yaşaması renklilik katıyor insana. Yüceltmek istemiyorum ama o bakımdan bunu şans olarak kabul ediyorum. Çünkü her çeşit dil ve sohbet vardı. Giderek tek tipleşen bir dünyada o renklilik bir zenginlik gibi geliyor.

Üniversiteyi Ankara’da okudunuz değil mi?

1976 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Basın Yayın Yüksek Okulu’nda mezun oldum. Üniversiteye başladıktan sonra 9 ay sonra okulda boykot başladı. Boykot 9 ay sürdü. Bende o süreçte İstanbul’a gittim. Erler Film’de bir arkadaşımın dayısı vardı. Onun desteği ile ikinci yönetmen yardımcısı asistanı olarak işe başladım. Aslında benim pozisyonum üçüncüydü ama herhalde bütçeleri azdı. Yeterince asistan bulundurmuyorlardı. Normalde daha sıkı bir ekipte, daha arka plan bir pozisyon. Yani ikinci derecede bir asistan, rejiye daha yakın olabilecek bir pozisyondadır. Öyle kara düzen bir yerdi. Benim işim orada kostümdü.

 Kostüm derken…

Mesela diyelim ki o gün oyuncunun restoranda yemek yiyen bir sahnesi var. Oyuncuya diyorsun ki “Bak senin bu sahne için ceketli, kravatlı gelmen gerekiyor.” Oyuncunun kostümlerinin yapım ekibi tarafından tedarik edilmesi daha yakın zamanın prodüksiyonu. Eskiden, gariban oyuncular sette ne giyeceklerse evden kendileri kıyafetlerini getirirlerdi.

OKUL 7 YIL SÜRDÜ

O dönem ne boykotu vardı?

Boykotun ne olduğunu hatırlamıyorum. 1976 yılıydı. İstanbul’dan gelen parayla yaşayan biri olarak Ankara ekonomik olarak benim için zordu. İstanbul’a gidip orada çalıştım. Filmin ortasında okul açıldı. Yönetmen Atıf Yılmaz ile çalışıyordum. Okulum açıldı diye Ankara’ya dönmek zorunda kaldım.

 Okulu bitirebildiniz mi?

Bitirdim. 7 yıl sürdü okul. Bir yılımı boykot yedi diğerlerini de ben yedim.

 Yönetmenlikte yapıyorsunuz değil mi?

Üniversitede olduğum dönemde 35 mm film dünyasını seven insanlar vardı. Sinema tutkusu olan insanlar bu gurupta buluşmuştu. Biz 35 mm film sevdalısıyken hayat yavaşça videoya dönmeye başladı. Bizim o sevdadan gözümüz karardığı için gerçekliğin ne tarafa doğru evrildiğini göremedik. Biz sadece birtakım hayalleri olan insanlar git gide uzaklaşıyoruz bir baktık dünya başka bir yere doğru gitmiş. Güzel bir salaklık biçimiydi o salaklıktan bizde çok vardı. Hayat bir yöne doğru giderken sen hâlâ kendi rüyalarında başka şeyler hayal ediyorsun. 35 mm sinema tutkunusun ve dünya videoya dönüyor. Videonun umurunda değildi. Şüphesiz işine yarayanı kullanır ama felsefesi ayrı, ruhu ayrı, yaklaşımı ayrı her şeyi ayrıydı.

SÜHA ARINLA ÇALIŞTIM

* Sizi yönetmen diye tanıtıyorlar…

Ben belgesel sinemayla da ilgilendim. Okulda iki tane hocamız vardı. Süha Arın ve Güner Sarıoğlu. Ben Güner Sarıoğlu ile çalıştım. Daha sonra Süha Arın ile tanıştım onunla çalışmaya başladım. Yıllarca onunla çalıştım. Çekirdek bir ekibi vardı. Yalçın Yelence vardı ilk ekipte sonra Nesli Çölgeçen vardı ama onlar mezun oluyordu. Birkaç kişilik çekirdek bir ekiple.

Zaten Süha Arın’ın başka bir fiks ekibi vardı. Onlar okul dışındandı ama proje bazında onlar istihdam edilirdi birlikte çalışırdık. Tatlı bir çalışma grubuyduk herkes her işi yapardı. Voleybolda döne döne oynarsın ya onun gibiydi. O yüzden kameradan tutunda  rejiye, rejiden proje hazırlığına. Ben daha ziyade proje ön hazırlığı bölümünde daha iyiydim. Alan araştırması ve metin yazımında daha başarılıydım.

CAN DÜNDAR İLE BELGESEL YOLCULUĞU

* Hangi filmlerde yönetmenlik yaptınız?

İşte o belgesel meselesi bir süre devam etti sonra okul bitince biz İstanbul’a gittik. Bir iki arkadaşımızla fiks çekirdek ekip Süha hocayla Milliyet televizyon video birimine geçtik. Uzun yıllar beraber çalıştık. O zaman Milliyet Gazetesi Cağaloğlu’ndaydı yani basın o zaman henüz İkitelli’ye geçmemişti. Basının Cağaloğlu’ndan kalkıp İkitelli’ye gitmesi basının bir tür gündelik hayatın içinden soyutlanması demekti. Sektör mekân değiştirince o sektörde çalışan insanlar o mekânlarda kazandıklarını kaybedebiliyor. Sonraki süreçte biz Can Dündar ile belgesel yapmaya başladık. O benim belgesel geçmişimi iyi bilir. Sonrasında “Gölgedekiler” diye bir dizinin ekibinde yer aldım. Bu proje için Ankara’da 9 ay kaldım. Cumhuriyetin ilk yıllarına dair bir projeydi.

Mesela “Serbest Fırka” deneyimi vardı. Daha duygusal bir hikâye olan Fikriye’nin sevgisi, sevdası, aşkı ve ölüm hikayesi vardı. Aşağı yukarı o yıllara, Cumhuriyet’in ilk yıllarına odaklanmış bir projeydi. Fakat bir takım sorunlar çıktı ve 10 bölümlük dizi 6’ncı bölümden sonra bitti. Hatırladığım kadarıyla bazı çevrelerde rahatsızlık uyandırdı. Kanalda o nedenle projeyi geç saatlere attı ve daha geç saatlere atılması dizinin bırakılmasının görünür sebebi oldu.

YOKLUĞUN ESTETİĞİ!

Siz orada metin yazarlığı mı yaptınız?

Ben o filmin yönetmeni değilim bir nevi yaptığım teknikerlikti. Yönetmenlik değil teknikerlik neticede sana hazır bir teks geliyor. Onun görüntülenmesi senin sorunun ve diyorsun ki: ‘Bu teksin şurasını görüntülemekte zorlanırız ya da ‘Bu teksin buralarında biraz sarkma var ritimde sorun olur.’ Yönetmen daha başka bir şey bence. Fikirlerimi söylüyorum. Fikirlerimin bazı kısımları kabul ediliyor. Metin düzenleniyor tekrar. Tamamen eski film yada eski fotoğraflarla olmuyordu. Bir miktar minik düzenleme yapıyorduk. Mesela Fikriye’nin Avrupa’dan Türkiye’ye geri dönüşünde bir tren sahnesi çektik. Ankara Garı’nda eski bir vagonda çekim yaptık. Ekipten bir arkadaşımızı Fikriye yaptık. Çok fazla yüz göstermemeye gayret ettik. Dönem kostümü yaptık. Çok eskiden kadın giysilerinde kollarının ucunda dantel hissi veren püsküllü şeyler vardır. Ben bir peçeteyi kağıt peçeteyi uygun biçimde keserek onun bir kumaşın içine koydum ve o etkiyi yarattım. Kendi kendimize böyle şeyler yapıyorduk. Küçük ve uydurukça aslında ama yaratıcılıkta denilebilir.

Yokluğun estetiği diye bir kavram vardı. Ulan yok işte sen bunun adına yokluk desen ne olur? Yokluğun estetiği deyince durum sanki daha tatlı hale geliyormuş gibi oluyor.

O filmden başka bir de Turgut Özal döneminde Gökova Termik Santral sürecini belgeselleştirdim.1983-86 yılları. 86 olma ihtimali yüksek o zaman 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye muhalefetinin görünürde gözle gözüken bir kıpırdanması vardı. O kıpırdanma da Gökova Termik Santral meselesiydi. O zamanlar Türkiye’de yeni yeni çevreci eğilimler başlıyordu. İnsanlar oraya termik santral yapılmasını istemiyordu. O bir muhalefet kıpırdanmasıydı. Bende bir belgeselci olarak o döneme tanıklık etmek istedim.

Zıpladım gittim millet orada Turgut Özal’ı bekliyordu. “Burası çok güzel bir yer olacak, buraya 5-10 kilometrelik asfalt yol yapılacak, villalar yapılacak, turist gelecek” dedi. Millet boynunu büktü. Kimseden ses çıkmadı. Herkes, öyle olmayacağını biliyordu. Mesele sadece Gökova Termik Santrali değildi. Orada bir de Yatağan vardı. 3 tane yatağan yaptılar yanlış hatırlamıyorsam. Yatağanı mahvettiler. Termik santral için kullandığı kömürü ne yapacak bir yere depolayacak onlar ne oluyor toz oluyor. O bütün tarım alanları, ağaçlar filan çevrede ne varsa bütün yeri kül kapladı. Baca gazı hariç. Birde baca gazı çıkıyordu. Sonra iç hastalıklar arttı. Kanser vakaları arttı. O kadar insanı yerinden ettiniz, tabiatı tahrip ettiniz.  “Aldığın abdest ürküttüğün kurbağaya değdi mi?” O sürece tanıklık edebilmek için bir belgesel çekmiştim işte.

GÖKOVA İLE İLGİLİ BELGESEL YAPTIM

* Gökova ile ilgili belgesel mi yaptınız?

Tabi. O zaman Mehmet Ali Birand hayattaydı. O belgeseli yayınladı. Ben onu kaset haline çevirip basına dağıttım bir tanıklık olarak. Bir belgeselcinin görevi nedir? Tanıklıktır hayata veri sunmaktır. O heyecanla belgeseli yapmıştım.

TV DÜNYASI, ÇEKİRGELERDEN BETER

* Peki kitaba evrilme süreciniz çok geç oldu değil mi?

Geç neye göre geç? Bir itirazım yok. Herkesin zamanlaması kendi hikâyesine göre. Biz sinema duygusuyla dolu gençler olarak, hayatın soğukluğuna döndüğü bir dönemde mecburen bir takım işler bulduk, çalıştık. Fakat bir süre sonra televizyon yapım süreçleri git gide hızlandı. Fast food dedikleri bir şeye dönüştü. Çok hızlı, özensiz bir sürece evrildi. Çok yabancılaştım bu işleri yapmak istemiyordum. Bıraktım o yüzden televizyonu. Dışardan yarışmalar filan yapıyorduk. Paramızı da alamıyorduk. Bir şirket olarak yapıyorduk. Ben şirketin çalışanıydım. Şirketin sahibi değilim. Televizyon Türkiye’de insanlara çok cazip geldi önce. Bir havalara girdiler. Eskiden televizyon kameraları mahallene geldiği zaman insanlar eve çaya davet ederlerdi. Sonra baktılar ki bunlar çekirgelerden beter. Kimse artık eve almamaya başladı. Çok sonra televizyoncuların zalimliğini gördüler. Özensizler çünkü. Başlangıçta onlarda belki dikkatliydi. Ama sonra o kadar her şey hızlandı ki o hızın arkasındaki mantık ayrı bir konu. Çok bencilleştiler ve sadece kendi işini halledecek, görüntülerini alacak biçimde insanların hayatlarına bir tür ağırlık olarak yansımaya başladılar ve o yüzden o başlangıçtaki şeyleri popülaritesi gitti televizyoncuların. Sorunlu insanlara dönüştüler.

KÖŞELİLİK RUHU ÖLDÜRÜR!

Nasıl evrildiniz yazma sürecine?

90’lı yıllar. 30 sene öncesi ilk kitabım “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku”dur. Televizyon sektörü baktım beni yoruyor. Burada çalışmak, yaşamak istemiyorum. Bana hitap eden bir şeyi kalmadı. Çok suiistimalci, çok kayırmacı ve de üçkağıtçı bir alandı. Her neyse televizyon dünyasını bıraktım çok tesadüfi bir şekilde terkedilen bir adamın aşk hikâyesi üzerinden yazmaya başladım. O gün bugündür de yazıyorum. “Yazar’ım kelimesi bana çok iddialı geliyor. Yazar kavramının içinde bir ayrıcalık var. Neticede bir marangozla bir yazarın şüphesiz farkı var ama yani yazara biraz fazla anlam atfediliyor. İktidar ve bir ayrıcalık kokusu alıyorum ve onun için istemiyorum yazar denilmesini.

* Sizin statü kavramına bir tavrınız mı var?

Bilmiyorum var mı? Statü köşeli yapar insanı ve köşelilik ruhu öldürür. Yani böyle büyük herkesi bağlayan laflar edemem. Benim psikolojimde karşılığı o yani. Ben özgür olmaya çalışıyorum kendim için. Ruhumda böylesi ağırlıklar istemiyorum.

HER KELİMENİN BİR SESİ VAR!

* Bir aşk acısı ile birlikte mi yazmaya başladınız?

Ya aşk acısı güzelmiş bak bana bir yol açtı. Allah razı olsun Müzeyyen hanımdan.

* İsmi Müzeyyen miydi?

Gerçek adı değildi tabi ki. Müzeyyen kelimesinin anlamı da şudur; Müzeyyen; bezeli, süslenmiş, kendisinden ziynetli anlamına gelir. Herhangi bir takı ve aksesuar kullanmayan. Yani bir kadın için kendi doğallığıyla güzel anlamına gelir. İşte kaşı, gözü, orası, burası…

Bir kadının kendi doğal, onu güzel kılacak, bezeli, doğal, ziynetli dememize sebep olacak şeyler ne ise ki orada esas mesela aşığın gözüdür. Ona toz kondurmazsın o sana güzel gelir. O kelimeyi oraya o nedenle koydum. Müzeyyen kendinden güzel. Bir de Müzeyyen kelimesinin boyu, içindeki ses çağrışımları muhtemelen “Z” harfinden geliyor. Titreşimli bir harf o. Kelimeleri seversin, kelimelerin sesleri vardır. Seslerini de seversin. Bir aralar takıntılıydım. O zaman Fuzuli de okuyordum. “Z”lerle aramın iyi olduğu yıllardı o yıllar.

MÜZEYYEN HAYATTA KARŞILIĞINI BULDU!

 “Müzeyyen” nasıl film oldu?     

Filmin yapımcısı Marsel Kalvo benim İstanbul’dan yapımcı bir arkadaşım. O sinema sektörüne girmeden önce bizim onunla muhabbetimiz ve arkadaşlığımız vardı. Düzgün ahlaklı bir çocuk o. Sinema sektöründe düzgün ahlaklı olan birini bulmak zordur. Bir ara İspanya’ya gitmesi gerekti. Yapımcılık eğitimi vardı 15 günlük. Oraya giderken ona bir proje lazımdı. Dedim ki gel “Müzeyyen”i yazalım. Bir Müzeyyen yazdık biz bununla birlikte. O da gitti Müzeyyen’i savundu. Onu tartıştı, tartışmalar oldu ve Müzeyyen hayatına bulaştı Marsel’in… Film olmadan öncede tuttu yani. Müzeyyen hayatta karşılığını buldu. Marsel bana ilk senaryo ile geldiği zaman ‘Abi yapmayalım girmeyelim bu işe’ dedim. Çünkü hakikaten iyi niyetli bir genç adamın çabasıydı. Aradan yıllar geçti. Bu sefer Marsel daha kararlı bir şekilde geldi ve film yapmak istedi.

‘İyi, yap’  dedim. Ama bu hikâye erkek hikâyesidir. Keşke buna kadın hikayesi olarak baksa, yani erkek bu şekilde yazmış. Erkek diliyle anlatılmış olmasına rağmen onun kahramanı aslında kadındır.

Gizli bir kahramandır ama kadındır. Ortalıkta bir erkeğin nasıl terkedildiği üzerine yürek ve feryadını ve yangını görürsün ama bütün onlar o kadını işaret ediyordur. Neyse senaryo ekibi hazırlığını yaptı. Her şey hazırdı. Senaryolar geldi okuduk. Öyle olsun, böyle olsun falan ben pek karışmak istemedim. Çünkü orası kolay değildir. Oyuncu talepleri vardır. Yönetmenin talepleri, prodüktörün talepleri, yapımcının talepleri vardır. Bir çatışma alanıdır aslında. Ayrıca ben yazmışım kitabı koymuşum. Film benim işim değil. Yapın kardeşim, elinizden ne geliyorsa yapın. Yanlış, doğru özgür bırakmak doğrudur. Bir dakika hayır o öyle olmaz demek saçmalık geliyor bana. Bırak başkaları da başka türlü düşünsün. Yanlış yapsın canı sağ olsun. O yanlıştan başka biri bir doğru öğrenir.