Yoksulluk ve Haysiyet: İlişmeyelim

Richard Sennett Gözün Vicdanı kitabına şöyle başlamıştı: “Eski Yunanlılar yaşamın zorluklarını gözleriyle görebiliyorlardı”. Oysa biz artık yaşamın zorluklarını “görerek” göz ardı etmeye alışan gözlerimizle tüketiyoruz. Bu aslında en çok facebook ve twitter gibi sanal ortamlarda bizzat gören gözlerde suçluluk duygusu uyandırma amacıyla dolaşıma soktuğumuz yoksulluk, acı, travma ve dehşete dair imgeler söz konusu olduğunda doğru belki de. İmgenin konusu haline getirdiğini basitçe merhametin ve acımanın nesnesi kılan ve aslında bu imgelerin ardında yatan “suskunluğun ve derdin bilgisini” iletmeksizin, gören gözde amaçladığının tam tersi olarak bir tür “anestezi etkisi” yaratan teşhirci “trajik-dramatik bakış”ın gözünden üretilmiş yoksulluk, acı veya dehşete dair imgeleri hiç sorgulamaksızın her gün paylaşıyoruz. Görmeyene gördürme amacıyla teşhire koyulduğumuzun, temelde imgenin temsil ettiğini düşündüğümüz şeyi belirli bir görme ve algılama biçimimiz olduğunu düşünmeksizin, bu acı ve yoksulluğu görmezden gelen diğer gözlere öfkeleniyor ve onları da bu bakış açısından “gerçeği” görmeye davet ediyoruz.

Oysa ki ne yoksulluk ne de acı, her yerde yanı başımızda olsa da her zaman bakışımızın konusu haline gelmiyor. Ayrıca gördüğü yeri/insanı nesneleştiren, güçsüzleştiren, kurbanlaştıran ve bizle baktığımız yer arasındaki duyumsal ilişkileri hiyerarşik bir dolayıma tabii tutarak kuran bu trajik-dramatik bakış, tam da gördüğü iddiasında olan bizlerin bazı şeyleri görmesine engel oluyor. İmgelerin bu örtüsünü kaldırarak bu trajik-dramatik bakışın konusu haline getirdiği acı ve yoksulluğu algılama biçimimizi olduğu kadar, acıyı ve yoksulluğu yaşayanla ilişki kurma biçimimizi de değiştirebilmek için sormamız gerekmez mi: Bir yoksul ne zaman yoksul olur ve onu ne zaman merhametin, suçluluğun ve acımanın konusu haline getiren trajik-dramatik bakışın konusu haline getiririz? Georg Simmel, Yoksul adlı yazısında bir yoksulun ancak kendisiyle bir yardım ilişkisi kurulduğunda, yardım düzeneğinin bir nesnesi haline getirildiğinde yoksul haline geldiğini söylüyordu. Ekleyebiliriz: Bir yoksul ancak trajik-dramatik bakışın konusu haline gelerek belirli bir biçimde görülmeye başlandığında ve bu bakışla bir yardım ve merhamet nesnesi haline getirildiğinde yoksul haline gelir. Ancak nesnesini yoksul kılan bu bakış, görülen özneyi kendi görme biçimi aracılığıyla “eksikli”, “güçsüz” ve “kurban” gibi sunarak yoksullaştırırken,  gören özneyi de başka bir biçimde yoksullaştırır ve başta insan haysiyeti olmak üzere onun pek çok şeyi görmesine engel olur.

Buradaki sorun ne bizleri görünüşün hükümranlığı altına alan bir Gösteri Toplumu’nun parçası olmamız, ne de temsil edilemeyeni temsil etmeye çalışan imgeleri sorunsallaştırmamız değil, Fransız düşünür Ranciere’in ifade ettiği gibi, “başka gerçeklikler, başka sağduyu biçimleri, yani başka uzay-zamansal düzenekler, başka kelimeler ve şeyler, biçimler ve anlam ortaklıkları oluşturma”yı öğrenebilmemizdir. Bunun için de sadece imgeleri ve onların harekete geçirdiği algılama biçimlerini, anlam ortaklıklarını değil, yaşamın zorluklarını gören/görmeyen gözümüzün görme biçimini,  onun harekete geçirdiği duyumsama tarzlarının yaslandığı hiyerarşileri de sorgulamak ve kendimizi bu teşhirci trajik-dramatik bakış’tan özgürleştirerek, imgenin konusu olanlarla bizleri eşitlik içinde buluşturan görme biçimlerini üretmeliyiz.  Daha da önemlisi bunu bazen tam da gördüğümüzü düşündüğümüz şeye ilişmememiz gerektiği anlarda yapmayı öğrenmeliyiz.

Sözü fazla uzatmayalım. Ermenek’teki maden ocağında hayatını kaybeden Tezcan Gökçe’nin babasının, cenaze töreninde ayağına giydiği yırtık ayakkabıların fotoğrafları zaman kaybetmeden medya tarafından dolaşıma sokuldu ve tüm Türkiye bir kere daha üç kuruş kazanmak için maden ocağında çalışan çocuklarını kaybeden ailenin “yoksulluklarına” tanık kılınarak “duygulandırıldı”.  Daha da ötesi yaşamlarının hep yoklukla ve yoksullukla geçtiği, ailenin “tuvaleti dışarıda, banyosu ise oturma odasının bir bölümü perdeyle çevrilen alanda olan iki odalı bir evde yaşamını sürdürdüğü” etraflıca yazılarak yaşanan yoksulluğun zihnimizde mekânsal olarak canlanması için de gereken bilgiler verildi. Yetmedi üzerine not da düşüldü: “Yaşlı çiftin lastik ayakkabıları dışında hiç ayakkabısı yok”tu. Facebook-twitter kullanıcıları dâhil merhamet gösterisinin diğer bütün aktörleri topluca harekete geçerek ailenin “yoksulluğunu” teşhir ederken, devletimiz ve bölgenin İmam hatip görevlisi de “eksik olmasın”, hemen Recep Gökçe’ye “gıpgıcır” bir lastik ayakkabı hediye ettiler ve aileye maaş bağladılar. Alienin yoksulluğunu bizlere hatırlatmak ve Türkiye’yi duygulandırmak adına ki malumunuz çok duygulu insanlardan oluşan bir ülkeyiz, aileye arsızca musallat olunup günlerce haber yapıldı ve o ayakkabıların yırtık olduğu Recep Gökçe’nin adeta günlerce gözüne sokuldu.  Oysa Recep Gökçe söylemişti: “Elindeki lastiği atıver’ derler. ‘Atarım ben, siz karışmayın’ derim”.  Anlaşılan “yoksulluğunu” ısrarla ona yine de söyletmemiz ve onun ağzından itiraf alarak teyit etmemiz gerekiyordu. Söyledi de, ama yoksulluğunu değil,  anlamamakta ısrar ettiğimiz başka bir şeyi: “‘Tamam söylerim’ derim. Ama yine de söylemem. Ayıp olur, telaşe olur”. Oysa her şey çok açık ve sadeydi. Görülmedi ve baktığımız yerden görmemiz de mümkün değildi zaten. Orhan Koçak’ın Defter dergisinde haysiyet üzerine yazdığı o güzel yazının başlığında dediği gibi, yapılacak tek bir şey vardı oysa: İlişmemek. Recep Gökçe’nin onca “yoksunluk” ve dert içindeki haysiyetli duruşu, ısrarla vurguladığı kendine yeterliği, merhamet şovunun oyuncularının çıkardığı bunca rezalete rağmen “şimdi giymem desem olmaz, almam desem olmaz. Madem getirmişler” deyişindeki kalenderliği, susmayı bilmeyen bizlerden sadece sessiz bir selamlama bekliyordu. Duygulanma, haber yapma, facebook’ta paylaşma, kapitalizmi ve neo-liberalizmi teşhir etme iştahımızla susmayı ve “görmemeyi” beceremedik ve iliştik bir kere.


Bu yazı: Mülkiye Haber-08.12.2014-http://mulkiyehaber.net/?p=1564 yayınlanmıştır