“Yeni” Türkiye’nin yerli ve milli “kapital”i

Cumhuriyet farklı perspektiflerden hareketle farklı şekillerde tanımlanageldi. Kimine göre ‘radikal modernleşme’, kimine göre ‘tepeden modernleşme’, kimine göre ‘ceberrut devlet’ geleneğinin devamıydı… Bu tanımlamaların gerçekliğin bir kısmını ifade ettiği kabul edilebilirse de hemen hepsinin ortak bir eksiğe sahip olduğunu söylemek mümkün: Cumhuriyet olarak adlandırılan süreci, Karl Marks’ın en önemli çalışmasının başlığı olmasının da gösterdiği üzere, kapitalist üretim ilişkilerinin temel dinamiği olan “sermaye”nin birikimi ile, dahası, bir sosyal ilişki / süreç olan “sermaye”nin, adı –en azından şimdilik- Türkiye Cumhuriyeti olan coğrafyada, hangi koşullarda biriktiği ile ilişkilendirememe.


“Muasır medeniyet”

Konuya buradan bakıldığında, Cumhuriyet’i kuran kadroların, kurdukları şeyin amacını “muasır medeniyet (çağdaş uygarlık) seviyesine ulaşma” olarak tanımlamasının, baştaki tanımlardan daha gerçekçi olduğunu belirtmek gerekiyor.

Bunun için ise “muasır medeniyet” olarak tanımlanan olguyu açmak gerekiyor.

Friedrich Engels, ünlü çalışması Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’nde uygarlığı “…işbölümü, işbölümü sonucu bireyler arasında ortaya çıkan değişim ve bu iki olguyu çıkaran meta üretiminin tam olarak gelişerek, daha önceki toplumu alt üst ettikleri toplumsal gelişme aşamasıdır” sözleri ile tanımlar (Sol Yay., 2002, s.174).

Bu anlamda “uygarlık”, özel mülkiyet zemini üzerinde, devlet, kültür, aile, ideoloji gibi bir çok alanın gelişimidir. Dolayısıyla “çağdaş uygarlık” ifadesi de özel mülkiyet zemininde kurulan bu ilişkilerin günümüzdeki versiyonudur. Bu da kapitalizmden başka bir şey değildir. Bu bağlamda, cumhuriyeti kapitalist üretim ilişkilerinin bu coğrafyadaki kuruluşunu ve sürekliliğini sağlamaya dönük bir proje olarak tanımlamak yerindedir.

Ulus devlet: “kapital”in coğrafyası

Böylesi bir kuruluş sürecinin olmazsa olmazlarının ilki ise, “sermaye”nin üzerinde birikeceği coğrafyayı, bu anlamda bütünleşik bir pazarı ifade eden bir egemenlik alanı ve o egemenlik alanının koruyucusu olarak ulus devlettir. Ulus devletin kuruluşu kapitalizm öncesi üretim tarzlarının getirdiği parçalı egemenlik alanının tek bir egemenlik alanında birleştirilmesini gerekli kıldığı ölçüde, bir homojenleşme sürecini de beraberinde getirecektir. Bunun anlamı ise, kapitalizmin kuruluş sürecine içkin bir sorun olarak ulusal sorunun açığa çıkışıdır ki bu, ulusal sorunun sınıf sorunu ile ilişkisini de ifade eder.

Sürecin bir başka zorunlu / mantıki sonucu da, kapitalist üretim ilişkilerinin en önemli düşünsel zemini olarak rasyonellik olgusudur. Bu ise, dinsel dünyanın örgütlenme biçimini oluşturan cemaat / tarikat benzeri yapıların, gündelik yaşamın / siyasal alanın dışına çıkartılmasını gerekli / zorunlu kılar. Bu gerekliliğin / zorunluluğun  günümüze yansıması ise, siyasal İslam sorunu olacaktır.

Bu bağlamda, bugün “cumhuriyet” olarak adlandırılan kapitalistleşme projesinin altını oyan iki temel sorunun kaynağını onun kuruluş dinamiklerinde aramakta fayda var. Bu nokta, siyasal İslam ile mücadelenin ve ulusal sorunun çözümünün neden bir başka toplumsal projeye tekabül ettiğinin de açıklamasıdır aynı zamanda.

Bir sınıf olarak “kapital”

Yukarıda özetlenen süreç, egemenlik alanı olarak tanımlanan coğrafyada birikecek “sermaye”nin sınıfsal bir aktör olarak belirmesi ile baş başa gidecektir.

Toplumsal işbölümünün ulusal temelde şekillendiği Osmanlı ülkesine yayılan Avrupa kapitalizminin daha çok liman kentlerinde yerleşik gayrı Müslim / gayrı Türk sermayenin birikimine katkı sağlaması, bu sürece aynı düzeyde eklemlenemeyen “Anadolu sermayesi”ni, “milli mücadele” olarak tanımlanan sürecin en önemli destekçisi haline getirecek; bu durum Türk ve Müslüman olmayan sermayenin mülkiyetine zorla el koymanın zeminini yarattığı ölçüde Cumhuriyet projesinin sınıfsal yönelimlerini de belirleyecektir: “Milli” bir kapitalizm! Ya da tersinden, kapital birikimi (artı değer birikimi / sömürü) ama “milli”.

Tam da bu nedenle 1923 tarihli İzmir İktisat Kongresi’nde “yabancı sermayeye karşı davetkarız; ama kanunlarımıza uymak şartıyla” ifadesi kayda geçecektir.

Bir başka ifadeyle, karşımıza çıkan anti kapitalizmden yoksun bir anti emperyalist söylem, yani “millicilik”, “milliyetçilik”, bugünkü karşılığıyla “ulusalcılık” olacaktır.

Öte yandan, bu “tüccar Anadolu sermayesi”, “muasır medeniyetler…” düsturuna uygun bir şekilde “batıcı” olacaktır.

Devlet ve sınıflar…

Sermayenin ilişkisel boyutuna baktığımızda karşımıza bu ilişkinin tarafları / aktörleri olarak devlet ve sınıflar çıkar.

Sınıflardan bahsedildiğinde de, iki boyutun altını çizmek zorunlu hale gelir. Birinci boyut, sermayenin birikmesinin özünü oluşturan “artı değer”in yaratılmasına vesile olan, yani, sınıflar arası ilişkidir. Ya da işçi sınıf ile sermayenin çelişkisidir / çatışmasıdır.

İkinci boyut ise, Marx’ın Kapital’de “sermayenin kardeş katli” metaforu ile tanımladığı sınıf içi ilişkidir, yani, sermayenin kendi iç çatışmalarıdır.

Devlet ise, sermayenin birikmesinin koşullarını her daim garanti altına alan, bu anlamda sermaye birikim sürecinin sürekliliğini sağlayan politikaları hayata geçirecek, (resmi) ideolojiyi oluşturacak kurum olarak karşımıza çıkar. Ama devlet aynı zamanda, bütün bu sürecin çelişkilerinin içerisinde cereyan ettiği bir ilişkidir de.

Bir süreç olarak “kapital”

Kuşkusuz, bu ilişkilerin hiç birisi durağan değildir. Kapitalist sistem, kriz ya da savaşlara bağlı olarak uluslararası ölçekte yeniden yapılandıkça ya da ülke içerisinde sınıfsal kompozisyon farklılaştıkça, “sermaye”nin birikmesi sürecinin aktörleri (sınıf içi ve sınıflar arası ilişkiler), devletin yapısı ve tüm bunlara bağlı olarak kurumlar, politikalar, (resmi) ideoloji(ler)  yeniden yapılanacaktır.

Tüm bunlar, aynı zamanda, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin neden  1920’lerin “açık ekonomi politikaları”ndan, 1930’ların “devletçilik” politikalarına; İkinci Dünya Savaşı yıllarının Almancılığından İkinci Dünya Savaşı sonrasının Amerikancılığına; 1960’ların, kimileri ‘sola meyilli’ kabul etse de Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin en önemli aşamalarından birisini oluşturan, “içe dönük birikim süreci”nden, 1980’lerin “dışa dönük birikim süreci”ne “savrulduğunu” da açıklar. Bütün bu süreçlerde, aktörlerin, politikaların, devletin yapısının, (resmi) ideolojinin, neden birbirine zıt gibi görünen biçimler aldığını da: “Sermaye”nin birikmesinin sürekliliğini sağlamak…

Tüm bunlar, 2000’li yıllarda, resmi ideolojinin aldığı biçimi de “sermaye”nin bir kesiminin bir başka kesiminin mülküne nasıl el koyabildiğini de açıklayacak. Ama devam edelim.

Bir ilişki olarak “kapital”

Türkiye toplumcu gerçekçi edebiyatının önemli isimlerinden birisi olan Erol Toy, Vehbi Koç’un hayatı eşliğinde Türkiye’nin kapitalist gelişme sürecini anlattığı İmparator romanında, Koç’un, oyuna (“sermaye” biriktirmeye) girişini şöyle resmeder: “Oyuna girdiğinde kurtları ayıklanacak bir kaç topak peyniri vardı”.

O “bir kaç topak peynir” biçimindeki sermaye, yukarıda açıklanan mekanizmalar aracılığıyla 1940’larda, ABD’den ithal edilen Phillips marka ampullere, General Elektrik marka motorlara, Marshall Planı kapsamında ithal edilen traktörlere dönüşür. 1950’ilerde, adı Migros olacak marketler zincirine… 1960’larda ABD’li Ford ya da İtalyan FIAT ortaklığı ile kurulan ve iç piyasaya üretim yapan otomobil fabrikalarına. 1980’ler sonrasında ise, artık dış pazarlar için üretim yapan şirketler topluluğuna, holdinglere.

Kuşkusuz, o “bir kaç topak peynir”in holdinge dönüşmesi, içinde devletin, sınıfların yer aldığı, sınıf iç ve sınıflar arası ilişkilerin / çatışmaların yaşandığı, ideolojik söylemlerin kurulduğu, politikaların şekillendiği, bir sosyal ilişkiler bütünü içerisinde gerçekleşir. Tam da Marx’ın işaret ettiği üzere: Sermaye bir sosyal ilişkidir!

Çatışmalarla biriken “kapital”

Bu sosyal ilişkiler, işçi sermaye çatışmasını olduğu gibi sermayenin kendi iç çatışmasını da beraberinde getirir. 1960’ların sonunda hepsi birden Odalar Birliği’nde temsil edilen sermayenin, “finans kapital” haline gelebilenleri, 12 Mart 1971 sonrasında kendilerini ifade etmek üzere TÜSİAD’ı kurar örneğin. Bir başka ifadeyle, artık iç pazarın yeterli olmadığı, daha fazla yatırım için daha fazla döviz kazanmak, dolayısıyla, dışa dönük bir ekonomi gerektiği söylemiyle birlikte, kendi sınıf kardeşleri ile yollarını ayırırlar.

Sözcülüğünü Necmettin Erbakan’ın üstlendiği Odalar Birliği’nde kalan, küçük kardeşler ise “adil düzen” söyleminin meşrulaştırıcılığı altında, devletten daha farklı politikalar talep edecek, ideolojik zemin olarak, İslamcılığa yaslanacaktır.

12 Eylül 1980 darbesinin demir  yumruğu ve AKP ileri gelenlerinin, “demokratlığı” bağlamında yere göğe sığdıramadığı Turgut Özal’ın pamuk! elleri  aracılığıyla uygulanan 24 Ocak 1980 kararları sonrasında, Türkiye, sermayenin, yolları ayrılan bu iki kesiminin uzlaşmasına şahit olur.

1990’lı yıllara geldiğimizde ise, kardeşlerin görece küçük olanı, bir zamanlar kendileri de “Anadolu tüccarı” olan TÜSİAD’çılar karşısında MÜSİAD’ı kuracak; eskinin Anadolu sermayesini “İstanbul sermayesi”, kendilerini ise “Anadolu sermayesi” olarak etiketleyecektir. Öte yandan artık belirli bir birikim düzeyini aşmış olan bu kesimler için Erbakan’ın “adil düzen” söylemi miadını doldurmuştur. Artık “adil düzen” söyleminden kurtulmanın yollarını arayarak, Adalet ve Kalkınma Partisi’nde somutlanan “yenilikçi” kanadı oluşturacaktır.

Sermayenin koalisyonu

AKP 2002 yılında iktidara geldiğinden bu yana, ideolojik söylemini, küçük kardeşe yakın bir yerden kursa da, piri saydığı Turgut Özal’ın yolundan giderek, sermayenin farklı birikim düzeyine sahip kardeşlerini, daha fazla artı değer / sömürü zemininde bir araya getirdi.

Milli Görüş geleneğinin, devleti tepeden ele geçirmeye dayalı İslamizasyon politikalarından farklı olarak, para (sermaye), din (ideoloji) ve kılıç (ordu/polis) aracılığıyla toplumun hücrelerine “sızıntı”ya dayalı İslamizasyon politikalarına sahip Fethullah Gülen cemaati de bu koalisyona davet edildi.

Bu, Milli Türk Talebe Birliği’nin “kanlı pazar”ı ile Fethullah Gülen’in de içinde yer aldığı Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin koalisyonu olduğu kadar, 12 Eylül 1980 destekçisi TÜSİAD da dahil, sermayenin farklı fraksiyonlarının da koalisyonuydu. Her koalisyon gibi, mutabakat ve çatışmalarıyla.

Bu koalisyonun ortakları, daha esnek ve güvencesiz bir emek rejiminde hep uzlaşageldilerse de, faiz oranlarından döviz politikalarına, Merkez Bankası’nın bağımsızlığından teşvik politikalarına, devletin birikim sürecindeki rolüne, farklı talepleri dile getirmekten de geri durmadılar.

AKP ise, zaman zaman çubuğu bu koalisyonunun farklı kesimlerinin taleplerine doğru bükse de, koalisyonu sürdürme konusunda hep çaba sarfetti… En azından bir kaç yıl öncesine kadar.

“Yeni” Türkiye’nin işbirlikçi ve milli “kapital”i 

Kapitalist sistemin içine girdiği 2008 krizi sonrasında, özellikle de son bir kaç yıldır, AKP’nin sermayenin bütün fraksiyonlarını uzlaştırma konusunda daha az hevesli olduğunu söylemek mümkün.

Son yıllarda, 2001 krizi sonrasında uygulamaya konan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) kapsamında hayata geçirilen, Merkez Bankası bağımsızlığı, bağımsız düzenleyici kurullar, faiz / döviz politikaları, Avrupa Birliği  ve diğer uluslararası kuruluşlarla ilişkiler gibi bir dizi politikanın, özellikle de koalisyonun MÜSİAD kanadı tarafından sorgulamaya maruz kalması bu bağlamda önemli bir gösterge.

Bu sürecin saray ve AKP çevrelerince “yeni Türkiye” olarak tanımlandığını de geçerken hatırlatalım. “Yerli ve milli” olanların ve olmayanların da mimlenmesiyle birlikte.

Bu bağlamda cumhurbaşkanının, 15 Temmuz 2016 darbesini “Allah’ın bir lütfu” olarak tanımlamasının, “yeni Türkiye” ülküsünün gerçeklik haline dönüşmesi için atılan bir işaret fişeği olarak okunmasında bir sakınca yok.

Yenişafak yazarı İbrahim Karagül’ün 15 Temmuz 2016’yı “Türkiye için yeni Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç tarihi” olarak tanımlaması (Yenişafak, 27.07.2016) ya da cumhurbaşkanı başdanışmanı Cemil Ertem’in, AKP ile koalisyon ortağı iken de terör örgütü olduğu şüphesiz olan Fethullah Gülen cemaatini “üst aklın” “Türkiye merkezli taşeronu” (Milliyet, 19.07.2016) olarak tanımlaması ise bu işaret fişeğine top atışları ile eşlik etmesi olarak değerlendirilebilir.

Bu yöndeki vurgular arasında dikkat çeken bir başka olgu ise, “eski” Türkiye’nin sermayesinin seslerinin görece kısılmasıdır.

Örneğin TÜSİAD, yeni Türkiye’nin “olağanüstü hal”, kayyum atamaları gibi olağanlıklarına! Kimi mahcup eleştiriler getirse de “yeni Türkiye” muhiplerinin gazabından kurtulamaz bu süreçte.

Nitekim, TÜSİAD Başkanı Cansen Başaran Symes’in yakın zamanda “…güvenlik sorunlarımız son derece büyük, farkındayız…” sözleri ile yumuşatmaya çalıştığı “iktisadi kurumlar, demokratik hak ve özgürlükler, rekabet gücümüz, uluslararası zemindeki yerimiz, işbirliklerimiz” (Hürriyet, 19 Kasım 2016) konusundaki eleştirileri Sabah gazetesi yazarı Fahrettin Altun tarafından şu sözlerle karşılanır:

“15 Temmuz darbe ve işgal girişiminin son olmayacağını hepimiz biliyorduk… Türkiye’de bir yönetim değişikliği meydana getirmek için kullanıyorlar. Türkiye’nin bir ‘ekonomik kriz’ yaşadığı imajını oluşturmak … istiyorlar. Hedefleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve AK Parti hükümetini ‘ekonomik kriz’ algısı üzerinden indirmek. TÜSİAD’a ‘endişeliyiz’ açıklamaları yaptırıyorlar. Tıpkı Gezi kalkışması günlerinde, 17-25 Aralık ortamında, 6-8 Ekim olayları günlerinde olduğu gibi. PKK ve DEAŞ’ın el ele vererek Türkiye’yi kana buladığı zamanlardaki gibi.” (Sabah, 23.11.2016)

Bu ve benzeri yorumları, TÜSİAD’ı PKK, IŞİD  Fethullah Gülen cemaati ile eşitleyerek, “yeni” Türkiye’nin işbirlikçi / milli olmayan sermayesi konumuna itme çabası olarak değerlendirmemek için hiç bir neden bulunmuyor. Bu itilmenin etkisiyle olsa gerek,  TÜSİAD, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile ilişkileri dondurma kararını ya da Türkiye’nin Şangay İşbirliği Örgütü’ne katılmaya dönük açıklamalarına sessiz kalırken, “yeni Türkiye”nin “yerli ve milli” kapitalist örgütü  MÜSİAD’ın başkanı Nail Olpak ise şu açıklamayı yapacaktır: “Biz işadamlarına düşen, seçilmiş hükümetimizin kararlarına saygı duymak ve desteğimizi sürdürmek… ülkelerimize daha fazla yatırım, daha fazla katma değer ve daha fazla istihdam sağlamak olmalıdır. Ülkemizin birlik ve beraberliğine sahip çıkmaya devam edeceğiz” (MÜSİAD, 26.11.2016).

“Yeni Türkiye” ya da “sosyal cumhuriyet”

Peki, kapitalist sistemin bir kriz sonrasında uluslararası ölçekte yeniden yapılandığı, ırkçılığa batmış  ABD’den, giderek daha da istikrarsızlaşan, otoriterleşen ve dağılmaya yüz tutan Avrupa Birliği’ne, “sermaye”nin insanlığa geçmişte sunduğu, ilerleme, kalkınma, özgürlük gibi bütün iddialarından soyunduğu bir zaman diliminde bütün bunlar ne anlama geliyor?

Yeni bir Türkiye’nin, adım adım ve  tıpkı eskisi gibi kan ile kurulduğu anlamına geliyor.

Kuşkusuz, Türkiye’de yaşanan süreç kapitalist sistemin uluslararası ölçekte yaşadığı krizden bağımsız değil.

Kapitalist sistemin uluslararası ölçekte yeniden yapılanması sürecinde, Türkiye’nin sermaye birikimi süreci de, aktörleri, devletin yapısı, politikaları ve ideolojisi ile yeniden yapılanıyor.

“Kurtuluş savaşı”, “yerli ve milli” sermayesi, “işbirlikçi sermaye”si, tevekküle zorlanan emekçileri, “olağanüstülüğün olağanlaştığı” devleti, “eski” cumhuriyetin Türk – İslam ideolojisinin yerini alan İslam – Türk ideolojisi ve “eski” Türkiye’nin “muasır medeniyet” ile uzlaşma belgesi olan Lozan’ı sorgulayan maceraperestliği  ile yeni bir kuruluş süreci bu!

“Anadolu sermayesi” olarak başlayıp “İstanbul sermayesi” olarak yoluna devam eden TÜSİAD sermayesi, AKP / saray tarafından “işbirlikçi” olarak yaftalanır, MÜSİAD sermayesi, “milli sermaye” mertebesine yükselirken, Fethullah Gülen cemaatine mensup sermayedarların başına gelen “kayyum” vakası, “sermayenin kardeş katli” gerçeğini, TÜSİAD’ın üzerinde sallanan “Demokles’in kılıcı”na çevirirken, Müslümanın Müslümana saldığı bir Varlık Vergisi’ni akla getiriyor.

AKP / saray şahsında Osmanlı’nın “kardeş katli” geleneğinin “sermayenin kardeş katli” yasası ile örtüşmesinin yarattığı sosyal yıkımın panzehiri ise, ezilenlerin “sosyal cumhuriyet” mücadelesi. Hala…


Bu yazı ilk olarak Siyaset Dergisinin Aralık – Ocak 2016 tarihli baskısında yayımlanmıştır

Tolga TÖREN