Yarıştırılmayı Değil Anlaşılmayı Bekleyen Çocuklarımız

Bu yazıyı, anlaşılmayı bekleyen tüm çocuklara adıyorum. Onların sessiz çığlıklarını sese dönüştürmek ve onların sesi olmak için onların ağzından yazıyorum aşağıdaki yazıyı.

Kıyaslamıyoruz, yarıştırmıyoruz, baskılamıyoruz, korkutmuyoruz, cezalandırmıyoruz diyerek kıyasladığımız, yarıştırdığımız, baskı uyguladığımız, korkuttuğumuz, cezalandırdığımız küçücük yavrularımızın yaşadıkları içsel depremlerine, sessiz ve gizil ağlayışlarına, çaresizliklerine tanık olan birisi olarak yazıyorum, belki duyulur sesleri diye.

Bu yazı; Ece’nin, annelere, babalara ve öğretmenlere tatil öncesi  yazdığı “DUYUN BİZİ”, başlıklı mektubu  olsun.

“Bizi biz olarak sevin, başkalarıyla kıyaslayarak değil.

Bizdeki farklılığı keşfedin, başkalarıyla yarıştırarak değil.

Bize destek olun; ama beklentilerinizi dayatarak değil.

Bağlılık isteyin bizden; ama bağımlı kılarak değil.

Eleştiri hakkınızı kullanın; ama savunma hakkımızı elimizden alarak değil.

Zor günümüzde yanımızda olun; ama başımıza kalkarak değil.

Sorumluluk isteyin bizden; ama haklarımızı kısıtlayarak değil.

Daha fazlasını isteğin bizden; ama korku salıp çocukluğumuzu öldürerek değil.

Neyi başardığımızı bilmeniz elbette hakkınız; ama neden başaramadığımızı sorgulamayarak  değil.

Başarılı olmamızı isteminiz çok doğal; ama başarının sayılarla ölçülemeyeceğini unutarak değil.

Çok bilgili olmamızı istediğinizi biliyoruz; ama kullanılmayan bilginin hamallık bilgi olduğunu unutarak değil.

Deneyimlerinizden ders çıkarmamızı isteğin bizden; ama insanın deneme yanılmayla doğrulara ulaşılacağını göz ardı ederek değil.

Bilmem ki anlatabildim mi bize yaşattığınız olumsuz duyguların ne olduğunu saygıdeğer anneler,  babalar ve   öğretmenler?

Bu yaşta sizi anlamamızı bekliyorsunuz, sekiz saatlik dersten sonra eve gelince yine dersin başına oturmamızı istiyorsunuz; ne kadar yorulduğumuzu, bunaldığımızı unutarak…

Bizden çarpım tablosunu, üçüncü sınıfa daha yeni başlamışken  istiyorsunuz ve ezberleyemediğimiz için de çoğu kez kızıyorsunuz; ama ezberciliğin çocukluk duygularımızı öldürdüğünü, keşfetme yönümüzü körelttiğini ve en önemlisi de ezberciliğin bizi matematik dersinden soğuttuğunu, matematik korkusu yarattığını unutuyorsunuz.

Hiç düşündünüz mü,  bizim yaşımdayken çarpım tablosunu ezberlemekte ne kadar zorlandığınızı ve ezberletenlere karşı ne kadar öfkelendiğinizi?

Söyler misiniz bize, 8 ile 9’un çarpımının 72 olduğunu  aklımızda nasıl tutacağımızı? Evet, 8 kere 9 diyince ya sekiz tane dokuzu ya da dokuz tane sekizi yan yana toplayacağımızı artık biliyoruz: ama toplarken ne kadar zorlandığımızı neden anlamak istemiyorsunuz?

Biz henüz dokuz-on  yaşındayız ve somut işlemler döneminde olduğumuzu bile bile soyut problemleri önümüze koyup hemen çözmemizi istiyor ve bekliyorsunuz. Söyler misiniz bize sevgili anneler, babalar, öğretmenler;  bunca yıl okudunuz, kocaman kocaman insanlar oldunuz peki öğrendiklerinizin kaçı aklınızda?

Şimdi somut bir örnek vermek istiyorum, bizleri daha iyi anlamanız için.

Dün özel ders öğretmenim ilk dersimizde, boyutları birbirine çok yakın iki kağıt verdi ve bana; “Bunların hangisi karedir?” diye sordu. Tahminen kareye benzeyeni ve benzemeyeni bildim. Öğretmenim bu defa da bana; “ İspat et, hiçbir ölçü aleti kullanmadan.”

Peki, parmağımı kullanabilir miyim, diye sordum. Hayır, dedi. Düşündüm, düşündüm bir türlü nasıl ispat edeceğimi bulamadım. Öğretmenim sadece karşılıklı kenarları eşit olan dörtgenin  dikdörtgen olduğunu söylemişti. Ama şu an elimdeki dörtgenin kenar uzunluklarını ölçecek cetvel ya da başka bir uzunluk ölçüsü yok, üstelik kareye çok benziyordu. Öğretmenim bana çok sayıda şans tanımasına, yol göstermesine rağmen bir türlü ispat edemedim elimdeki kâğıtlardan hangisinin dikdörtgen olduğunu. Ben ispat edemeyince öğretmenim, elimdeki kare dediğim kağıdın karşıt köşelerini uç uca getirerek katlamamı söyledi. Sonra da dikdörtgen dediğim kağıdı aynı şekilde katlamamı söyleyip ikisi arasındaki farka dikkat etmemi istedi. Şunu gördüm ki; kare şeklindeki kağıdın iki parçasının tüm noktaları üst üste geldi, oysaki dikdörtgen şeklindeki kağıdın üst üste gelmeyen bölümleri oluştu. Anladım ki karede köşegen simetri ekseni, dikdörtgende ise köşegen simetri ekseni değil. Şimdi anlatabildim mi neden bazı kavramları çabuk unuttuğumu?

Deneyerek, yanılarak, modeller kullanarak, anılaştırarak öğrenme yerine ezberletildiği, çağrışım yapacak bir öğretmen yöntemi geliştirilmediği için çabucak unuttuğumu anlayabildiniz mi?

Başka bir örnek vereceğim; belki  bizleri daha iyi anlarsınız diye.

Öğretmenim bana koniyi gösterdi ve tabanı açık, kağıttan bir koni yaparsam ödüllendireceğini söyledi. Bana kağıt ve makas verdi: “Haydi bakalım yap bir koni.” dedi. Uğraştım, uğraştım bir türlü koni yapamadım. Öğretmenim daha sonra bana dairesel bir kağıt verdi ve; “Acaba bundan bir koni yapabilir misin?”, diye sordu ve denememi istedi. Yine uğraştım, uğraştım bir türlü standart bir koni yapamadım. Bu sefer de öğretmenim dairenin merkezine bir nokta koyarak, bir daire dilimi kesmemi istedi. Söylediğini yaptım. Sonra elimde kalan büyük parçayı koni yapmam için denememi söyledi. Kâğıdı dairenin merkezinden itibaren çevirip iki kenarı birleştirince bir de ne göreyim, küçücük bir koni duruyor elimde. Hayretler içinde kaldım ve sonra da çok mutlu oldum…

Anlayabildiniz mi sevgili anneler, babalar  ve öğretmenler, neden çabuk unuttuğumuzu. Artık ne zaman bir koni görsem hemen bir daire dilimi geliyor aklıma. Yani daire dilimi  koniyi, koni ise bir daire dilimini çağrıştırıyor ben de. Demek oluyor ki bir kavram bir objeyle, bir renkle, bir anıyla, bir deneyle çağrışım yaptığında o kavram yorumlanır hale geliyor ve kişi ezberlemekten kurtuluyor.

Son ilginç bir anımı daha paylaşayım sizlerle:  Öğretmenim bana, küpü tanıyıp tınamadığımı sordu, ben de tanıdığımı söyledim.

“Peki, küpün kaç kenarı vardır yavrum?”, diye sordu. Gözlerimi kapatıp hatırlamaya çalıştım. Bu durumu gören öğretmenim şöyle dedi: “Aç gözlerini, şu oturduğumuz odaya bir bak, ne görüyorsun? Şu tavanın kaç kenarı  var?” Dört.  “Peki, tabanda da dört kenar yok mu?”  Evet, var. “Peki şu dört tane duvara bakınca kaç kanar görüyorsun?”  Dört.  “Şimdi söyle bakalım küpün kaç kenarı  vardır?”

Bu karşılıklı soru-cavap sonucunda küpün 12 kenarının olduğunu sadece anlamadım aynı zaman kavradım.

Düşünebiliyor musunuz, küp şeklinde bir odanın içinde oturuyorum; ama küple ilgili soru sorulduğunda gözlerimi kapatıp hatırlamaya çalışıyorum! Her halde daha iyi anlatabildim değil mi, neden çabuk unuttuğumuzu, hatırlamakta zorlandığımızı?

Bizler  henüz  çocuğuz sevgili  anneler, babalar ve  her gün bilgileri yüklemekle görevlendirilmiş sayın öğretmenler; lütfen üstümüze bu kadar fazla gelmeyin, siz geldikçe üstümüze üstümüze, daha çok kaçmak, uzaklaşmak geliyor içimizden.

İşte yine bir yarıyıl tatili geldi. Lütfen tatilimizi ödevlerle kuşatarak zehir etmeyin bize

Lütfen yüreğimizde yaratılan korkuları artırmak yerine o korkuları aşmamıza katkı koyun, yenilerini eklemekten vazgeçerek. Bizi anlamanız bu kadar zorsa bu çocuk halimizle bizim sizi anlamamızı beklemeniz ne kadar doğru, ne kadar sağlıklı?

Yoksa öldürdünüz mü içinizdeki çocuğu?”

Son söz:

Sınavlarla, ödevlerle kuşatılmasın çocuklarımız ve yok edilmesin yaşama sevinçleri.