Tek adam rejiminden kurtulmanın konforlu bir yolu yok

Baskıyla, gözdağıyla, tehditle kurulan mevcut rejimin bu haliyle devam etmeyeceğini görmeyen yok. Asıl soru bundan sonra ne olacak, yerine ne gelecek, yeniyi kim inşa edecek sorusu.

Erdoğan kriz anlarında müttefik değiştirerek yola devam etmeyi bilen bir siyasetçi. Ancak Erdoğan’ın daha önceleri politik manevra alanı görece genişti, AKP de örgütsel olarak manevralara uyum sağlama kapasitesine sahipti. Bugün gelinen noktada Saray’ın kendi yanına çekecek yeni müttefik bulması zor. AKP’nin bir “bütün” olarak bırakın hareket etmeyi ayakta durması bile mümkün görünmüyor. Dolayısıyla “yukarıda” nasıl bir strateji geliştirilirse geliştirilsin yozlaşmış, hantallaşmış parti kadrolarının o stratejiyi uygulaması ihtimal dışı. AKP tabanının partiye olan inancının azalması ve taze kan arayışları da cabası.

Çarkları yeniden çevirmek için ne yapabilirler? Önümüzdeki günlerde buna dair ilk adımları göreceğiz. Bakan sayısının arttırılması muhtemelen ilk yapılacak işlerden biri. AKP’den kopmaları engellemek adına yeni bakanlıklar bir araç olarak kullanılmak istenecek. Belki de Gül-Babacan ya da Davutoğlu ile hareket etmesi muhtemel isimlere yeni makamlar teklif edilecek. “Sus payı” yalnızca parti içiyle sınırlı kalmayacak. AKP sonrası restorasyon isteyen kimi güç odaklarına “cazip” gelecek kişiler kabineye davet edilecek. Yargı reformu paketi gibi göstermelik adımlar gündemde tutulacak. Fakat tüm bunların sistemi sürdürmeye yetmeyeceği açık. Çünkü tek adam rejimi hüküm sürdüğü sürece bugün kaşıkla verilenin yarının kepçeyle alınabileceğini herkes biliyor.

MHP tek adam rejiminin sürmesini kendi için olmazsa olmaz bir davaya dönüştürmüş olsa da bu konuda yapabilecekleri sınırlı. Üstelik 23 Haziran sürecinde ciddi anlamda kan kaybına uğradı. AKP – MHP tabanının “doğal yakınlığı” tezi de geçerliliğini büyük ölçüde kaybetti. Bahçeli, Akşener ve İyi Parti’ye MHP’den götürdüklerinden ziyade olası bir restorasyon projesinin ortağı olacağı belli olduğu için saldırıyor. O saldırdıkça da Akşener’in koltuğu sağlamlaşıyor.

Gül-Babacan ekibi restorasyon projesinin akıl hocalığına soyunmuş vaziyette. Daha çok yarı-başkanlık sistemine benzer bir hükümet sistemi önerip ekonomide “yapısal reformların” ve dış politikada AB ile ilişkilerin bu sistem üzerinden ilerleyebileceğini iddia edecekler. Bir çeşit geçiş dönemi programıyla kamuoyunun karşısına çıkacaklar. Bu projenin diplomatik ayağı çoktan kurulmuş görünüyor ama aynı tespiti iç politik bağlam için yapmak henüz mümkün değil. Zira bu rejimde tabir yerindeyse yanlış ata oynamanın maliyeti çok yüksek.

İstanbul seçimlerinden galip çıkan muhalefetin bundan sonrasına dair ne istediği, hangi siyasi strateji üzerinden ilerleyeceği belirsiz. Güçlendirilmiş parlamenter sistem talepleri dillendirilse de bundan ne kastedildiği açık bir biçimde ifade edilmiyor. Rejimin İslamcı ve piyasacı karakterini hedef almak yerine miadını doldurmuş liberal tezlerin çevresinde geziniliyor. CHP ve İyi Parti’nin aklında referanduma götürülecek anayasa değişiklikleriyle tek adam rejiminden kurtulmak var. 23 Haziran sonucunun halkın böylesine bir değişikliği onaylayacağının kanıtı olarak görüyorlar. HDP ise Kürt sorununun çözümünü içerecek yeni bir anayasa talep ediyor. Meclis’in şimdiki kompozisyonunda yeni bir anayasanın gerçekliği yok, kısmi değişiklik de ancak Gül-Babacan ve Davutoğlu ekibinin AKP’den milletvekili koparmasıyla mümkün ki bu da kendi içinde yeni riskler barındırıyor.

Muhalefet tek adam rejiminden kurtulmanın pürüzsüz, konforlu bir yolu olduğunu düşünüyorsa çok yanılıyor. Bu rejim belki kendi kurumsallaşmasını tamamlayamadı ama 17 yıllık AKP iktidarında partinin etrafındaki “sivil” örgütlenmeler militer / paramiliter bir devlet aparatına dönüştürüldü. Üniversitelerden medyaya bürokrasiden dernek ve vakıflara uzanan bu yapı bugün birer istihbarat ağı gibi çalışıyor. Seta’nın “medya raporu”nda olduğu gibi alenen fişleme ve hedef gösterme işi yapıyor; “tehdit” algısı üzerine güvenlik aygıtlarını harekete zorluyor. Kendi pozisyonlarını korumak için göze alamayacakları yok. O nedenle bütün bunların liberal İslamcı bir “alternatifin” desteğiyle ve anayasa değişikliğiyle ortadan kalkacağını düşünmek siyasi akıl ile bağdaşmaz.

Ezcümle, “yukarıda”, kapalı kapılar ardında bulunacak formüllerin halkın geniş kesimlerinin beklentisini karşılayamayacağı açık. Mevcut rejimin yerine yenisi konacaksa yeninin tabanda mümkün olan en geniş katılımla tartışılması, somut sorunların üzerinden şekillenmesi ve ondan sonra hukuki ve siyasi bir çerçeveye bürünmesi gerekiyor. Türkiye’deki demokrasi güçlerinin vazifesi de düzen içi muhalefeti bu siyaset kavrayışına doğru yönlendirmek.

Güven Gürkan ÖZTAN