Takıntılar…

Bireylerin takıntılarını inceleyen psikoloji diye bir bilim dalı vardır ama siyasi ya da ideolojik akımların, bireylerin takıntılarından hiç de geri kalmayan, hatta toplumsal etkisi ölçüsünde bireylerin takıntılarından çok daha fazla tehlikeli olabilecek takıntılarını inceleyen bir bilim dalı yoktur. Aslında bu tür akımların takıntıları bireylerin kimi takıntılarıyla da örtüşür. Örneğin, kişi ulusalcı bir ideolojinin etkisindeyse kendisinde var olan, “ülke bölünüyor” takıntısıyla ulusal akımın ‘bölünme” takıntısı üst üste oturur. Ya da tersi. Ulusalcı ideolojinin etkisi altındaki bir kişi, “bölünme” takıntısını çok kolayca benimseyebilir.

Ben bu yazıda, üç toplumsal akımın üç takıntısından söz edeceğim: 1. Ulusalcı akımın emperyalizm takıntısı; 2. Troçkist akımın anti-komünizm takıntısı; 3. Anarşist akımın cephecilik takıntısı.

Ulusalcı Akımın Emperyalizm takıntısı

Aslında emperyalizm sorunu ulusalcı akımın takıntısından da önce, temelini oluşturur. Ulusalcılık bütün varlık sebebini emperyalizme karşı ulusal devleti savunmak üzerine kurar. Mantık şudur: Emperyalizm bütün dünyayı kendi global sömürü ağı içine almak istemektedir. Oysa ulusal devlet bunun önünde büyük bir baraj oluşturmaktadır. Bu yüzden, özellikle içinde bulunduğumuz dönemde emperyalizmin en büyük hedefi, ulusal devletleri yıkmak, parçalamak, küçük dinsel ya da ulusal azınlıklara dayanan yeni, küçük, tabi devletler yaratmaktır. O halde bugünün anti-emperyalist görevi, ulusal devletin parçalanmaması için mücadele etmek, halihazır devleti emperyalizmin yıkma ve parçalama çabalarına karşı savunmaktır.

Uzaktan bakınca mantık yerli yerinde görünüyor ama baştaki önerme yanlış olduğu için sonradan gelenler de doğal olarak yanlış oluyor. Kısaca belirtecek olursam, emperyalizmin ulusal devletleri yıkmak ya da parçalamak diye genel bir hedefi hiçbir zaman olmamıştır. Elbette bu, bazı konjönktürel durumlarda o andaki ulusal devletin emperyalizmin hedefi olmadığı ya da olamayacağı anlamına gelmez. Burada sözünü ettiğim, ulusal devletle emperyalizmin genelde çatıştığı iddiasıdır. Ben tersini ileri süreceğim. Emperyalist-kapitalist devletlerin kendileri de, ister üniter (Fransa), ister federal yapıda (ABD, İsviçre) olsun, ulus devlet formunda örgütlenmiş devletlerdir. Zaten ulusal devlet denen şey, imparatorluk devletlerinin ardından gelmiş kapitalizm çağının devletidir. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist ülkelerin ulusal devlet formunu kendi kapitalist-emperyalist emellerine aykırı görmeleri için bir neden yoktur. Tersine, bu form, hâkim kapitalist devletlerle emperyalizme tabi devletler arasındaki işleyiş açısından son derece uygundur. Dolayısıyla ulusal devlet emperyalist sistemle hiçbir şekilde çatışmaz.

Bununla birlikte, emperyalist dünya sistemi ve bu sistemin merkezindeki ABD gibi egemen devletler, dünyadaki somut gelişmeleri izlemek ve sistemlerini ona göre yürütmek zorundadırlar. Kısaca belirtirsek, emperyalizm, dünyayı istediği gibi dizayn edemez, tersine, dünyadaki bin bir gelişme tarafından  dizayn edilir. Yani her şeye kadir bir emperyalizm değil, dünyadaki her gelişmeyi dikkate almak ve kendini bu gelişmelere uydurmak zorunda olan bir emperyalizm söz konusudur.

Yaşadığımız dünyadaki gelişmeler nelerdir? Özellikle emperyalizmin sömürü alanları içinde yer alan ülkeler açısından ne gibi gelişmeler söz konusudur? Bu, bu tür ülkelerin derinlerinde ortaya çıkan yeni özgürlükçü eğilimlerdir. Ulus devletler aşağı yukarı ve esasen 20. Yüzyılın başlarında dizayn edilmişlerdi. Ya ulus devletin merkezine oturmuş modernist, bürokratik seçkinler tarafından yönetiliyorlardı ya da geleneksel toplumun geleneksel yönetici sınıfları tarafından. Her iki durumda da bu ulus devletler merkezi yapıdaydı ve emperyalist ülkeler bu egemen güçlerle işbirliği içinde yürütüyorlardı düzenlerini. Öyle ki, Wallerstein’ın belirttiği gibi, emperyalizm, “sosyalist blok”la bile devletten-devlete (SSCB) bir işbirliği içindeydi.

Fakat dünyada 20. Yüzyılın son çeyreğinden günümüze kadar önemli iki gelişme yaşandı: 1. “Sosyalist blok”un yıkıldı; 2. Emperyalist hâkimiyet bölgelerindeki ülkelerde halkların özgürlükçü ayaklanmaları ortaya çıktı (başlangıcı 1979 İran Devrimi ve devamında üç-dört yıl önce ortaya çıkan Ortadoğu ayaklanmaları). “Sosyalist blok” yıkılınca bu blokun monolitik yapısı da yıkılmış oldu ve emperyalist ülkeler bu blokta ortaya çıkan yeni ulus devletlerle tek tek bağlantı yürütmek zorunda kaldılar. Fakat bu blokun yıkılması, eski “sosyalist” ülkelerin içindeki bastırılmış “ayrılıkçı” özlemleri de harekete geçirdi. Yugoslavya bu özlemlerin bir iç savaşa, bir milliyetler kapışmasına dönüştüğü en önemli alandı. Bu noktada da ulusalcı uydurmalara dikkat etmek gerekir. Yugoslavya’yı parçalayan emperyalizm falan değildi. Bu ülkede farklı milliyetler Tito gibi bir otorite altında yıllar yılı mecburen bir arada bulunmuşlardı. Bu, gönüllü bir birlik değildi. Nitekim öyle olmadığı, Tito’nun ölümünden kısa süre sonra ortaya çıktı. Yugoslavya’nın parçalanması emperyalistlerin istediği bir şey değildi. Ama bir kere parçalanma ortaya çıkınca, o bölgedeki çıkarları gereği bölgede yaşayan halkların taleplerini dikkate almak ve kurulacak yeni devletlerle (yani yeni seçkinlerle) iyi geçinmek, yeni gelişmelerde aktif rol almak, yeni işbirlikçilerini desteklemek zorundaydılar.

Aynı şey Ortadoğu için de söz konusudur. Bugünkü Ortadoğu coğrafyasında örneğin ABD’nin ulus devletleri parçalamak, yok etmek gibi bir niyetinden söz etmek saçmalıktır. Öyle olsa, II. Körfez müdahalesinden sonra Irak devletini yeniden inşa eder miydi? Hem de, İran nedeniyle çatışma içinde bulunduğu Şiilerin hâkimiyetine dayalı bir Irak devletini. Emperyalizm de elindeki güçlere göre hareket etmek zorundadır. Elde Şiiler varsa mecburen Şiilerle ittifak yapacaktır. Ama bu, Şiilerle ittifaka mahkûm olduğu anlamına gelmez. Bir başka önemli güç olan Sunnilere de oynayabilir aynı anda. Keza Kürtlere de oynayabilir.

Şunu net bir şekilde belirlemeliyiz: Emperyalizm ulus devletleri yıkmaz, sadece ülkedeki gelişmeler sonucunda yıkılmaya doğru giden ulus devletin içinde ortaya çıkan yeni güçlerle ittifak arayışına girer. Ya da, Irak’ta olduğu gibi, kendi bölgesel çıkarlarıyla açıkça çatışan veya kendisine kafa tutan ulus devleti, daha doğrusu o ulus devleti o anda temsil eden kişiyi (Saddam, Kaddafi) hedef alır, hatta devirir, ondan sonra da güçlerin halıhazır durumuna bakıp yeni ulus devletin inşasına katkıda bulunur, onu destekler. Büyük bir emperyalist güç, bölgedeki çıkarları için, aynı anda birbiriyle çatışan güçleri bile destekleyebilir.

Tabii ki bu kadar da değil. Emperyalistler, ülke içindeki, çıkarları birbiriyle çelişen güçleri dikkatle tahlil eder ve duruma göre bu güçleri birbirine karşı kullanırlar. Bu kadarla da kalmazlar, merkezi iktidarı kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye zorlamak amacıyla ülke içindeki özgürlükçü ya da “ayrılıkçı” hareketlerin tehdidinden yararlanır; bu güçleri el altından destekliyormuş ya da destekleyecekmiş gibi yaparak merkezi iktidara isteklerini dikte ederler. İşte ulusalcıların emperyalistleri ulusal devlete karşıymış gibi göstermelerine yol açan, emperyalizmin bu tür taktiksel adımlarıdır.

Peki ama burada bir mantıksızlık yok mu? Örneğin Türkiye’yi alalım ele. ABD emperyalizmi bir NATO üyesi devleti, Ortadoğu’ya yönelik üslerinin bulunduğu bir ülkeyi neden gerçek anlamda parçalamak istesin? ABD’nin, merkezi devleti istediği yönde zorlamak için birtakım kozları elinde tutmasını, hatta zaman zaman bazı “yıkıcı” kozlara omuz verir gibi yapmasını gerçek bir tehdit gibi gören ve gösteren yalnızca ulusalcılardır. Ulusalcıların bu tür yaygaraları merkezi Türk devletinin de işine gelmektedir aslında. O da bu tür bir propagandayı ABD’yi köşeye sıkıştırıp pazarlık gücünü artırmak için kullanmaktadır. Velhasıl, bunların hepsi geçici reelpolitika oyunlarıdır. Emperyalizmin Türk devletini yıkmak istediği, ulusalcı bir paranoya ve yalandır. Türk devleti kendi iç çelişkileri nedeniyle yıkılırsa elbette emperyalizm de yeni duruma göre yıkılan değil, yükselen güçlere oynayacaktır. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Bugün nasıl Türk devletini desteklemesinden doğal bir şey yoksa.

Bununla birlikte bu ulusalcı takıntı ciddiye alınmalı, üzerinde durulmalı, incelenmeli ve kanıtlarla çürütülmelidir.

Neden? Çünkü bu takıntı emperyalizme karşı mücadeleye güç vermemenin yanı sıra, doğrudan doğruya özgürlükçü akımları karşısına almaktadır.

Bunun en belirgin örneği son Kobane kuşatmasında ortaya çıkmıştır. Kobane’yi destanlaştırma eğiliminde olanlardan değilim. Bununla birlikte, Kobane’de IŞİD’e karşı direnişin aynı zamanda bir özgürlük mücadelesi olduğu açıktır. Çok ilginçtir ki, IŞİD’a karşı tonla laf eden ulusalcılar, ABD Kobane’de IŞİD mevzilerini bombalayıp YPG’ye destek verince suspus olup IŞİD’a karşı eleştirilerini yumuşattılar. En aşırı ulusalcı çevreyi temsil edenlerden İP çevresi ise, bunun da ötesinde, esas vuruşu IŞİD’a değil, YPG ve PKK’ya yaparak aslında IŞİD’a üstü örtülü destek verdi. Neden? Çünkü ABD bu somut durumda IŞİD’ın değil, YPG-PKK’nın yanında yer almıştı (gerçi emperyalizm takıntısına bağlı olarak bölünme takıntısına da sahip İP çevresi, tersi olsaydı da YPG-PKK’yı desteklemezdi ya). ABD’nin desteklediği bir güçle geçici de olsa ayrı safta yer almak “günaha girmek” gibi bir şeydir ulusalcılar açısından (gerçi bu görünüşte böyledir. Aslında ABD’nin müttefiki ve NATO üyesi bir devleti cansiperane savunarak bu “günahı” her saniye işlemektedirler). Sonuç olarak, emperyalizm takıntısı yenilmeden sağlıklı bir özgürlük mücadelesi vermek mümkün değildir, çünkü emperyalizm geçici ve görüntüsel olarak zaman zaman özgürlük mücadelesini destekler gibi görünebilmektedir.

Emperyalist bloklar arasındaki çatışmalar da böyle durumlara yol açabilir. Örneğin, I. Dünya Savaşı’nda İngiliz-Fransız ittifakı Alman imparatoru Kayzer’e karşı özgürlük mücadelesine omuz verir gibi gözükürken, Almanlar da Rus Çarı’na karşı mücadeleyi körüklüyorlardı. Ya da II. Dünya Savaşı’nda Batılı emperyalistler anti-faşist savaşa bizzat katıldılar; öte yandan, Naziler, İngiltere’yi zayıflatmak için İrlanda ulusal kurtuluş savaşına silah yardımı yaptılar (David Lean’in Ryan’s Daughter -1970- filmi bunu çok güzel anlatır). Bu tür konjönktürel destekler bu tür özgürlük ve bağımsızlık davalarının haklılığını hiçbir zaman ortadan kaldırmamıştır.

Sonuç olarak, ulusalcılığın emperyalizm takıntısı, onu giderek tamamen özgürlük düşmanı sulara doğru sürüklemektedir.

Troçkist Akımın Anti-komünizm Takıntısı

Troçkistler, kendileri dışındaki her türlü Stalinizm eleştirisini kuşkuyla karşılamakta ve hatta duraksamaksızın bu tür eleştirilere “anti-komünizm” damgasını yapıştırmaktadırlar. Bu durum ilk kez, bundan beş yıl önce Jan Valtin’in Karanlığın Ötesinde (Out of the Night)kitabını çevirdiğimde dikkatimi çekti. Jan Valtin’in kitabıyla ilgili olarak geçmişte ne yazılmış diye internette bir gezinti yapmıştım. Troçkist bütün yorumlar olumsuzdu. Troçkistleri zaten kibirli bulurum genelde ama bu sefer kibirin de ötesinde bir durum vardı sanki. Bütün yazıların ortak vurgusu şu mealdeydi: Bu adam son ana kadar Stalinizmin hizmetindeydi (Jan Valtin, 1918-1938 yılları arasında, yirmi yıl boyunca bir Komintern görevlisi, dolayısıyla bir Stalinist olarak görev yapmıştı), şimdi mi aklı başına gelmiş…

Eskiden Stalinist olmuş biri olarak bu yoruma alınmıştım doğrusu. İnsanlar analarından doğma Troçkist ya da anti-Stalinist olacak değillerdi ya. Tam tersine, insanlar ancak yaşadıkları deneylerle Stalinizmin ne olduğunu görebilirlerdi. Dolayısıyla bir Stalinistin Stalin konusunda uyanışı daha da değerliydi. Bu yorumların sahipleri bununla da yetinmiyorlardı. Jan Valtin’in “anti-komünist” olabileceği konusundaki kuşkularını izhar ediyorlardı.

Troçkistlerde daha sonra da buna benzer tutumlara rastladım. Örneğin The Great Terror kitabının yazarı Robert Conquest’in de (ki bu kitap Stalin’in Büyük Temizlikleri konusundaki en zengin kaynak kitaplardan biridir) bir anti-komünist olduğunu ileri sürüyorlardı. Robert Conquest’in biyografisini inceledim. Muhafazakâr bir eğilimde olduğu İngiliz Tory Partisi’yle ilişkilerinden anlaşılıyordu. Ne var ki, bir insanın biyografisine bakarak “anti-komünist” olduğuna karar vermek doğru olmazdı.  The Great Terror kitabını gözden geçirdim. Conquest kitabın önsözünde terörün köklerinin Lenin dönemine kadar uzandığını belirtmenin ötesinde bir şey söylemiyordu ki, ben de bu kanıdaydım. Yani Conquest’in yazdıklarından “komünizm kötüdür” gibi bir sonuç çıkarmak mümkün değildi. Kaldı ki, bunu açıkça söylese bile yine de onun “anti-komünist” olduğu sonucuna varmak için yeterli değildi bu. Çünkü, “anti-komünist” olmanın günümüzde kazandığı anlamla komünizme karşı olmak bütünüyle üst üste oturmamaktadır. Yani bir insan komünizme karşı olabilir ama bu onun illa anti-komünist olduğu anlamına gelmez. Aynı, emperyalizme karşı olmanın illa anti-emperyalist olmak anlamına gelmeyeceği gibi. Dilimizde “anti” takısı salt karşıtlıkta karşılığını bulmamaktadır. “Anti” olmak, Türkçede militan karşıtlıkta karşılığını bulmaktadır. Yani nasıl anti-emperyalizm, salt emperyalizme karşı olmak değil, militanca karşı olmak anlamına geliyorsa, anti-komünizm de salt komünizme karşı olmak değil, militanca karşı olmak anlamına gelmektedir.

Hayattan bir örnek verecek olursam, gençliğimde komünizm konusunda sık sık tartıştığım (bugün artık hayatta olmayan) Semin (Kızılkaya) dayım, komünizme karşıydı ama ona asla anti-komünist diyemem. Çünkü militan bir komünizm karşıtı değildi, sadece fikri düzlemde komünizmi eleştirirdi. Bence o dönemin anti-komünistleri MHP militanları, Fethi Tevetoğlu gibi komünizm araştırmacısı yazarlar vb.’dir. Kısacası, dayımla bu militan komünizm karşıtlarını, örneğin bir İbrahim Çatlı’yı asla bir ve aynı göremem, asla “anti-komünizm” kategorisi altında aynı çuvala koyamam.

Dolayısıyla Robert Conquest gibi değerli bir Stalin dönemi araştırmacısına da “anti-komünizm” damgasını vurmak, Troçkistlerin bir takım komplekslerinden kaynaklanan absürt bir tutumdur. Bu nereden kaynaklanmaktadır? Sanırım bunun birkaç nedeni var.

Birincisi, Troçkistler, Stalinist terörün kaynaklarının Lenin döneminde aranmasından son derece rahatsızdırlar. Onlar, Lenin dönemine bütünüyle sahip çıkmakta, Stalin dönemini ise bütünüyle reddetmektedirler. Bu iki dönem onların gözünde bıçakla kesilmiş ya da siyahla beyaz gibi birbirinden farklıdır. Gerçi ben de bu iki dönem arasında önemli farklar olduğunu düşünürüm ama Troçkistlerin iddia ettikleri kadar değil. Dolayısıyla Troçkistler, Stalin dönemi suçlarının köklerini Lenin döneminde arayan herkese otomatikman “anti-komünist” damgası indirmeye teşnedirler. Bunda Lenin döneminde önemli görevler yerine getirmiş Troçki’yi koruma güdüsü de bir hayli rol oynar.

İkincisi, Troçkistler Stalin’i eleştirme tekelini ellerinde tutmak istemektedirler. Onlara göre Stalin’i en iyi komünistler ya da bir başka deyişle Troçkistler eleştirebilir. Troçkistlerin dışında eleştiren birileri varsa onlar mutlaka bunu komünizme karşıtlık açısından yapıyorlardır ve dolayısıyla “anti-komünist”tirler.

Üçüncüsü, özellikle geçmişte Troçkistler, Stalinistlerin çok ağır ideolojik baskı ve saldırısı altında kalmış, Nazi ajanlığından anti-komünizme vb. bir sürü suçlamayla yüz yüze gelmişlerdir. Bu da onlarda bir komplekse yol açmış olabilir. Yani kendilerinin o “bilinen” eleştiricilerden farklı olduklarını kanıtlama güdüsü. Oysa böyle bir kompleks tamamen gereksizdir. Eğer Stalin’le ilgili bazı gerçekleri bizim dışımızda da birileri söylüyorsa memnun olmamız gerekir. Burada “söyleyene değil, söyletene bak” sözü tam yerine oturmaktadır.

Anarşist Akımın Cephecilik Takıntısı

Anarşist akımın en önemli damarlarından biri de sınıf işbirliğine karşı olmasıdır. Komünist akımlar iktidar için mücadele ettiklerinden her daim cephe ve ittifak siyasetlerine girerler ve bu ittifak siyasetleri de kimi zaman ve hatta daha ağırlıklı olarak sınıf işbirliğine dönüşebilir.

Örneğin I. Dünya Savaşı sırasında sosyal demokrat partilerin (II. Enternasyonal’e bağlı partiler) kendi burjuvazileriyle sınıf işbirliğine girip savaş yanlısı bir tutuma angaje olmak gibi utanç verici bir siyasete yönelmeleri tarihin en büyük sınıf işbirliği politikasıdır. Bununla da bitmez. 1930’lu yıllarda Komintern’in emriyle yürürlüğe konan “Halk Cephesi” siyasetleri de esaslı sınıf işbirliği örnekleridir. İspanya Devrimi bu siyaset yüzünden yenilgiye uğramıştır. Keza bu sağ cephe politikaları 2. Dünya Savaşı’nın bitiminde de sürdürülmüş, İtalyan, Yunan ve Filipinler devrimleri burjuvaziyle işbirliği ve ortak cephe politikaları yüzünden yenilgiye uğramıştır. Bu sağcı cephe siyasetlerinin örneklerini günümüze kadar getirebiliriz.

 Komintern’in ve genel olarak komünistlerin bu yanlış cephe siyasetleri anarşistlerde haklı bir tepkiye ve bu durum giderek anarşistlerde bir cephe ya da ittifaklar alerjisine, hatta giderek takıntısına yol açmıştır. Neredeyse cephe ve ittifak sözcükleri anarşistler için iktidar ve sınıf işbirliğiyle aynı anlamı taşır hale gelmiştir.

Oysa, geçmişte ve günümüzde komünistlerin cephe ve ittifak taktiklerini – belki de iktidarcı yönelimleri nedeniyle – yanlış uygulamış olmaları bizatihi bu tür taktiklerini yanlış olduğu anlamına gelmez. Kaldı ki, anarşistler bu taktiklerin yanlışlığını daha çok anarşist hareket üzerinden değil, komünist hareket üzerinden okuma eğilimindedirler. Oysa bu tür sınıf işbirliği örnekleri anarşist hareketin tarihinde de bulunmaktadır. Neden kendi tarihimizi ört bas edip komünistlere yüklenmeyi tercih ediyoruz? Bu daha mı kolayımıza geliyor. Meksika’da anarko-sendikalistler Zapata’ya karşı o zamanki cumhuriyetçi diktatör Carranza’yı desteklemiş, diktatörle utanç verici bir cephe kurmakla kalmamış, Zapata güçlerine karşı kendi güçlerini silahlı mücadeleye sokmuşlardır. Keza Çin’de de anarşist hareketin bir kesimi (“Paris anarşistleri”) “ilerleme” adına Çan Kay-Şek’le işbirliği yolunu seçmiştir. İspanya’da anti-faşist ittifak adına hükümette yer alma hatası herkes tarafından bilinmektedir.

Dolayısıyla sağcı ittifak ya da işbirliği politikalarını eleştirmek için fazla uzağa gitmeye gerek yoktur. Hatta bunları anarşizmin kendi tarihinden bulup çıkartmak çok daha öğreticidir. Bununla birlikte, yukarıda da belirttiğim gibi, bu tür örneklerin varlığı bizatihi ittifak siyasetini geçersiz kılmaz.

Her sosyal mücadele kaçınılmaz olarak bloklaşmalara yol açar ve bu bloklar içinde çeşitli sınıflar ve güçler bir araya gelir. Önemli olan, bu bir araya gelişin içeriği ve biçimidir. Eğer iktidar değil, sosyal devrim perspektifine sahipseniz; eğer yukarıdaki güçler arasındaki ittifakı değil, gerçek sosyal tabandaki sınıf ve güçler arasındaki ittifakı temel alıyorsanız; esas inisiyatifin örgütlerde değil de devrimden yana sınıflarda olmasını öngörüyorsanız bu cephe sosyal devrime hizmet edebilir. Blok ya da cephe taktiklerini bütünüyle reddeden bir anlayış devrimden de vazgeçmekle aynı anlama gelebilir. Bu bakımdan, anarşistlerin çoğunda var olan cephe ya da ittifak takıntısı bugün mücadele edilmesi gereken bir takıntıdır.

Bitirirken şunu söylemeyi de gerekli görüyorum: Bu takıntılar her ne kadar eleştiriyi hak ediyorsa da dikkate alınmamazlık edilmemelidir. Çünkü her takıntı kendi içinde bazı gerçekleri de barındırır. Gerektiği zaman ve yerde işimize de yarayabilirler. Örneğin, emperyalizm olgusunun unutulmaya başlandığı; anti-komünizme karşı uyanıklığın körelmeye yüz tuttuğu; cephe ve ittifak siyasetlerinin sağcı ve sınıf işbirlikçisi tarzda uygulandığı durumlarda. Kısacası, doğada olduğu gibi, toplumda da, hastalıkların bile bir işlevi vardır.

Kaynak: Melsele

Gün ZİLELİ
Latest posts by Gün ZİLELİ (see all)