Taciz nedir? Neden sistemik ve sınıfsal bir sorundur?

Aslında tacizin tam ne olduğunu ve nerede başladığını pek çok erkek bilmiyor. İstisnai haller dışında erkeklerin taciz mefhumunun mağduru olmadıklarını ve koyu bir ataerkil kültür içinde yetiştiklerini düşünecek olursak bu durumda şaşırtıcı bir şey de yok. Bazıları da taciz kavramının içeriğinin çok geniş ele alındığını flört bir yana basit iltifatların, sırada dokunmaların bile taciz olarak nitelendirildiğinden şikâyet ediyorlar. Yalnızca erkeklerin değil kadınlar arasında da bu yönde, yani taciz kavramının geniş tutulmasına ilişkin eleştiri ve değerlendirmeler yapanlara tanık oluyoruz.

Taciz kavramı, en genel anlamda bir cinsiyetin diğer cinsiyete yönelik rahatsız edici ve cinsel içerikli davranışlarını tanımlıyor. Bu tanımın dar ve geniş yorumları var; dar anlamda taciz, karşı tarafın onayı ve rızası hilafına saldırıyı de içerecek biçimde cinsel içerikli fiziki eylemlerde bulunulmasını anlatıyor. Geniş anlamda taciz ise rahatsız edici bakışlar, sözler, gereksiz ve sık dokunuşlar vb. gibi eylemleri anlatıyor. Tüm bunların rahatsız edici mahiyeti açık ama kadınların cinsel içerikli dokunma ve fiziki hamlelerden daha derinden ve travmatik biçimde etkilendiği ve ifşa eylemlerinde de bu tür tacizlerin öne çıktığı görülüyor.

Temel ölçüt nedir? 

Tacizin varlığı yokluğunda esas olan tek tek davranışlardan ziyade bu davranışların karşıdaki cinsiyetin onay ve rızası hilafına olması başka bir ifadeyle rahatsız edici bir mahiyet taşımasıdır. Bu ölçütün göreli bir karakteri olduğu şüphesizdir. Yani bir erkek ve kadın ilişkisinde olağan olan ve rahatsız edici kabul edilmeyen bir davranış başka bir karşı cinsten insana rahatsız edici gelebilir. Tanışıklık düzeyi, hangi kültürel ortamda yetişildiği, ya da geçmişte yaşanan bazı travmaların etkisi vb. gibi nedenler aynı davranışın farklı algılanmasına yol açabilir. Siz aynı davranışı onlarca karşı cinsten arkadaşınıza yapıyor ve bu bir rahatsızlık yaratmıyor olabilir; davranış ve sözleriniz sizin için taciz içerikli olmayan sıradan bir davranış da olabilir; ama önemli olan bu eğil davranışa muhatap olanın bu söz ve davranışları kendi cinsel kimliğine yönelik sınırları aşan rahatsız edici bir davranış olarak görüp görmemesidir. Bu rahatsızlık feodal kültür, geçmişte yaşadığı bir taciz olayı vb. nedeniyle de olabilir ve siz bu iddianızda haklı da olabilirsiniz. Ama karşıdaki rahatsız olduğunu söz ve davranışıyla ortaya koyduğunda siz hala aynı davranışı göstermeye devam ediyorsanız bu da bir tacizdir.

Bu çerçeveden baktığımızda herkesin kendi bedeni ve cinsel kimliği ile ilgili kendinin esas karar verici olduğunu kabul etmek ve saygı duymak temel yaklaşım biçimi olmalıdır. Bu ilkeyi çiğneyen her hareket tacizdir. Bazı kültürel ve pisikolojik kodlanmalar nedeniyle çoğu kişi açısından rahatsız edici olmayan ve taciz olarak algılanmayan davranış başka bazıları açısından taciz anlamına gelebilir.

İki cinsinde cinselliğini özgürce yaşamasının önünde kendi kimliğine yönelik dinsel ve ahlaki yabancılaşma ve kapitalist yabancılaşma (bedenin ve cinselliğin metalaşması) gibi engellerin olduğu bugünkü ortamda özellikle kadınların normalde olağan kabul edebilecek pek çok flörtöz davranışı ve iltifatları taciz olarak hissetmesi ve rahatsız edici bulması muhtemeldir. Bir kez daha altını çizerek belirtmek gerekir ki tacizin varlığını belirleyen haklı bile olsanız sizin bir davranışı taciz olarak görüp görmemeniz değil karşıdaki cinsiyetin bu davranışa rıza gösterip göstermediğidir. Tabi ki bu davranışınızın karşıdakinin cinselliğini hedefleyen bir içerik taşıması kaydıyla…. Tacizin temel ölçütü budur.

Tacizin esas ve tali nedenleri…. 

Tacizin güdüsel bir durum olduğunu ve bu sebeplerle hata olsa da suç sayılamayacağını iddia edenler oldu. Tabi ki bazı erkekler tarafından…Tacizlerin failin genellikle erkekler olması bu durumda erkek güdüsünün daha güçlü olmasının bir sonucu olarak değerlendirildi.  Yine bazı erkekler tarafından “ama artık dönem değişti kadınlardan da tacizci çıkıyor” denilerek taciz ve erkek cinsi arasındaki güçlü bağ perdelenmeye ve olay masumlaştırılmaya çalışıldı. Bu iki iddia zaten birbirini çürüten nitelikte… Bir başka iddia ise tacizi psikopatolojik bir soruna indirgemek…. Tacizin bu kadar yaygın bir nitelik taşıdığı koşullarda bu iddianın da açıklayıcı değeri de yok…

Eğer bu konuda bilimsel bir iddiada bulunacaksak bu iddianın her şeyden önce istisnai durumları değil genel olarak taciz vakasını açıklamakta işe yarar olması gerekir. Örneğin tacizin ne olduğunu, nerede başladığını bilmemek de ancak bize fotoğrafın küçük bir bölümünü açıklayabilir ama işin esasını ve genelini açıklayamaz. Bizce yukarıdaki iddialar, ancak tacizi küçük bir kısmıyla açıklama yeteneğine sahip tali nedenler olarak değerlendirilebilir.

Tacizin esas nedeni ekonomik güçle desteklenen bir hiyerarşik imtiyaz sistemin mevcudiyetidir. Erkek egemenlik ya da patriarkallık bu genel imtiyaz ve iktidar ilişkilerinin kadın erkek ilişkileri alanındaki -ama tüm sistemin taşıcıyı kolonlarından birini oluşturan son derece önemli- bir biçimidir. Kapitalizm bir yandan kadının ekonomik ve sosyal hayata dahil olmasında olumlu bir rol oynamışken diğer yandan da bununla çelişen ve bu ileri adımı büyük ölçüde önemsizleştiren “kadının yeri evidir ve kadının ana görevi analıktır” anlayışını eski sistemden devralarak yeniden üretmiştir. Yani kadının konumu kapitalizmde iki önemli işlevle çizilmiştir; birincisi, yedek ve ucuz işgücü olmak ve ikincisi, emeğin toplumsal üretimini yani ev içi hizmetleri sermaye adına maliyetsiz biçimde üstlenmek… İlki kadının kısmen özgürleşmesine ikincisi ise kadının ikinci cins konumunun yeniden üretilerek kadının erkeğe bağımlı konumunun sürdürülmesine…. Sonuçta kapitalizmde de tıpkı dinsel feodal dönemde olduğu gibi kadının temel yeri ev ve temel görevi analık olarak belirlenmiş ve bu durum kutsanmıştır. Evine ve kocasına bağlı, analık görevi yapan kadın hala belirleyici olan formdur ve bu forma zeval vermediği ölçüde kadın işgücüne dahil olabilir.

Bu durum kapitalizm koşullarında makbul, ahlaklı, erdemli kadın olmanın da temel ölçütü sayılmıştır. Kadın işi, erkek işi olarak mesleklerin tasnif edilmesi tam da bu durumun göstergesidir.  Erkeklerle her anlamda eşit sayılmayı talep eden, yaşamını bu çerçevede çizmeye çalışan kadınlar ise dolayısıyla makbullük, erdemlilik, ahlaklılık bakımından defolu sayılmıştır. Bu ikinci kategoriye giren kadınlar, aynı zamanda tacize uğraması doğal addedilen kadınlardır da… Kadın bir yerde iş bulacaksa, bir meslekte yükselecekse, bunun için emeğinin nitelikli bir meta olması yetmez; cinsel kimliğini de bir meta olarak zorlanır. Malum olduğu ölçülerde patronların ve yönetici elitlerin ezici çoğunluğu erkeklerden oluşmaktadır.  Kadının makbul kadınlık sınırından çıkarak zaten bunu göze aldığı farz edilir; öyle ya, aksi koşullarda evlenir, kocasına karılık, çocuklara analık yapar ve dizini kırar evde otururdu…

Kadına yönelik üretilen bu algı tüm topluma giydirilmiş ahlaki bir elbise halini alır. Çalışmak, kariyer yapmak, istediği saatte sokakta gezmek, dışarıda eğlenmek isteyen kadın böyle bir seçim yaparak zaten tacizi de göze almış demektir ve bu anlamda tacize uğramak da kadının bir seçimidir. Bu sistemde egemen mantık bu biçimde çalışır. Kapitalizmin ahlakı budur. Kadın ya anadır ya da emeğinden ve cinselliğinden üçüncü kişilerin istifade edebileceği bir meta… Kadın ve emek mücadelesiyle bu anlamda sisteme mevzi bazı yasal geri adımlar attırılsa da kapitalizmin dinamikleri altında esasa ilişkin bir değişim yaşanmaz. Ne asırlara ulaşmış tarihinin hiçbir döneminde ne de bugünkü örneklerinin en gelişmişlerinde kapitalizm açısından bu esas değişmemiştir. İster mülkiyet sahipliği ister yönetici görevlere ulaşma ister -savaş sonrası gibi bazı istisnai durumlar dışında- genel olarak işgücüne katılma oranları açısından bakılsın, isterse taciz vakaları açısından bakılsın kapitalizm koşullarında kadınının eşitlik ve özgürleşme düzeyinin niteliksel- köklü anlamda olumlu bir değişim yaşamadığını görmek hiç de zor değil.

Mayın eşeği erkekler ve onlara sunulan kadın armağanlar… 

Kapitalizm koşullarında kadının ikincil konumunun bir başka önemli işlevi erkeklerin köleliğinin perdelenmesi ve daha katlanılır hale gelmesidir. Ya da tersinden de söyleyebiliriz: kadınların gerçek köleliğinin ve ikinci sınıf konumunun gerçek nedenlerinin perdelenmesi de erkeklere tanınan balon iktidar alanlarının varlığı ile sağlanır. Etnik ayrımcılık, dinsel mezhepsel ayrımcılık, göçmen ayrımcılığı ile erkek kadın arasında kurulan ayrımcılığın özü aynıdır. Fark şuradadır ki kadınlar bu ezilme biçimleriyle birlikte ve ek olarak bir de cinsel bakımdan ezilme ilişkisi yaşadıkları için “ezilenlerin en ezileni” konumundadırlar. Ama kapitalizm bu anlamda kadınlar arasında da bir hiyerarşi kurar. Kadınlar arasında da ezilen, daha çok ezilen, en fazla ezilen kadınlar vardır.

Aslında bu balon iktidar alanı perdesinin arkasına baktığımızda gerçekte her erkeğin kapitalizmin “mayın eşeği” olduğunu görürüz. Kapitalizmi yeniden üretmek ve patronlara daha fazla para-sermaye kazandırmak için erkek sürüsü sağlığını ve hatta hayatını riske attığı bir mayınlı tarlaya sürülür. Sonuçta onlara yalnızca bir miktar ücret verilmekle kalınmaz -öyle olsaydı bu sistem çok daha kolay çökerdi- bazı sözde-balon iktidar alanları da sunulur. Örneğin Türk ve Sünni erkek diğer etnik ve dinsel-mezhepsel yapıdaki erkeklere göre kendini daha asli bir öğe, memleketin gerçek sahibi ve bu çerçeve içinde iktidar gibi görür; ama tüm erkeklerin ortaklaştığı iktidar alanı ise ev, aile ve kadınlardır. Gerçekte kapitalizmdeki yeri ve değeri mayın eşeklerinden farksız olan erkekler bu hizmetleri karşılığında yalnızca kendisine değil kadın ve çocuklara iktidar kurmaya yetecek bir imtiyaz elde eder. Kadının, evi geçindiren asıl özne olması istisnai bir durumdur ve verili aile düzeni ve oradaki iktidar biçimleri erkeğe göre dizayn edildiği için kadının asıl geçindirici olduğu koşullarda kural olarak aile sistemi de çöker; boşanma genel kural olur bu durumlarda. Kadının işgücüne katılım ve ücret konusunda erkekle eşitlenmesi, erkeğin iktidarı üzerine şekillenen aile sistemini de berhava edeceği için temel bir uygulama haline dönüşmez. Kadının işgücüne daha düşük iştiraki ve düşük ücretle çalıştırılması temel bir kuraldır kapitalizmde.

Kadın ve erkek cinselliğine dair kültürel, hukuksal kodlamalarda tüm bu koşullar altında şekillenir.  Kadın erkek ile eşit ve özgür bir cinsel paylaşımı olan bir özneleşme yaşayamaz. Ya bir eş ve ana olarak erkeğine cinsel alanda da itaat etmekle ve erkeğini mutlu etmekle belirlenen bir rol biçilmiştir kendisine, ki evlilik içi taciz ve tecavüz vakalarını normalleştiren, hatta hak haline getiren bir durumdur bu rol paylaşımı. Eğer kadın bu rolle sınırla kalmayı reddediyor ve kendi ayakları üzerinde duran bir özne olmaya çalışıyorsa bu durumda da kadın cinselliğine atfedilen rol “ota malı “olmaktır; ki bu da işyerinde, sokakta, otobüste, bar da vb. hayatın her alanındaki taciz ve tecavüzleri normalleştiren ve haklılaştıran bir durum yaratır. Taciz ve tecavüz vakalarındaki kanıksanmasının daha da kötüsü mağdurun suçlu ve asıl sorumlu görülmesinin -maalesef kadınlar tarafından bile- temelinde böylesine sistemik bir neden bulunmaktadır. Kadın bedenin bu anlamda hem kutsallaştırılması hem de metalaştırması- haz nesnesi haline getirilmesi, erkeğin, cinselliği evde üremenin dışarda ise hazzın bir aracı olarak görmesine kadının ise kendi bedenine, cinsel dürtülerine yabancılaşması, utanılacak ve saklanacak bir edim gibi görmesine yol açmaktadır. Taciz vakalarını erkek açısından normalleştirirken kadın açısından olağanüstü travmatik hale getiren sürecin arkasında böylesi temel bir kapitalist mekanizma bulunmaktadır.

Sorunun temel kaynağı sınıfsal 

Buraya kadar anlattıklarımız taciz sorununun sistemsel bir sorun olduğunu ortaya koymak amaçlı değildi. Zira bu vakaların tekil ve geçici olmadığını görmek için sadece rakamlara bakmak, tek tek kadın tanıklıklarını dinlemek yeterli. Biz yukarıda bu sistemik sorunun kapitalizmle neden doğrudan bağlantılı olduğunu ve sınıfsal bir öze sahip olduğunu kendi cephemizden temellendirmeye çalıştık. Dilerim başta kadınlar olmak üzere tüm okuyucular açısından sorgulayıcı bir tutuma yol açmış olsun.

Aslında yalnızca cinsel ayrımcılık değil etnik, dinsel-mezhepsel ayrımcılık, göçmen ayrımcılığı vb. de aynı mekanizma tarafından ve aynı temel amaca hizmet için ya üretilmişler ya da daha önceden var olanları devralınarak yeniden üretilmişlerdir. Bütün bu sorunların kendine has özerklikleri de bulunmaktadır kuşkusuz ama hiçbiri birbirinden yalıtık apayrı nedenlere sahip ve apayrı çözümleri dayatan sorunlar değildir. Bunu vurgulamak sorunları birbirinden apayrı kompartımanlara ayıran ya da kültür esası üzerinden tanımlayan ve mücadeleyi de bu çerçeve içine oturtan post modern zihniyetin yarattığı olumsuz sonuçların apaçık görünür olduğu bugünlerde çok daha önemli. Post modern anlayış sorunları çözmek yerine toplumsal kesimler arasındaki kültürel yalıtıklığı, içi kapanmayı ve düşmanlaşmayı daha da arttırmış, sistemik sorunların çözümüne yönelik mücadeleyi de atomize ederek güçsüzleştirmiş ve kadükleştirmiş, hatta bizzat sorunların temel kaynağı olan sisteme entegre etmiştir.

Kadın sorunun özgül karakterinin bulunması nasıl ayrı bir kadın örgütlenmesi ve mücadelesinin varlığını gerekli kılıyorsa, sorunun sistemik karakteri de karma örgütlerde birlikte mücadeleyi şart koşmaktadır. Bu ikisini birbirine rakip ve karşıt değil birbirini destekleyen yöntemler olarak düşünmek gerekir. Zira kadın ve erkek ne kadar örgütlü mücadele içinde bir arada omuz omuza olursa erkeğin sözde balon iktidar sahibi ve fakat gerçekte “mayın eşeği” olduğunu kavraması da o kadar olanaklı olur. Eşiyle birlikte grev çadırlarında, sokaklarda, uzun yülüyüşlerde “ekmek davası” için omuz omuza mücadele etme deneyimi yaşayan bir erkek işçinin sadece sınıf bilincinin geliştiğine değil aynı zamanda eşine ilişkin yaklaşımının da olumlu anlamda değiştiğine dair pek çok gözlemim oldu. Bu tür mücadele ortaklıkları, erkeğin genel anlamda kadın örgütlenmesi ve mücadelesi konusundaki düşüncelerinin ve özel olarak da taciz konusunda da düşüncelerinin değişmesi ve eşitlikçi bir anlayışa evrilmesi açısından çok önemlidir.

 

Mahmut ÜSTÜN