Sırt çantamızda taşıdıklarımız üzerine düşünmek

İnsanın kendini oluşturduğu ve maddi forma dönüşen şekilde karşılığını alarak hayatını sürdürebildiği tek şey, mesleği. Kendini tanımlama biçimine dönüşebilecek kadar güçlü bir özne kuruluşu olması, sadece piyasadaki değerlenişi ile ilgili olmasa gerek. Meslek, hayaller ve insan hayatının önemli bir kısmını nasıl geçirmek istediğine dair karar vermekle ilgili. İnsan yaptığı işlerde tekrara dayalı olarak öğrenir ve hareket etmeye devam eder. İnsanın karakteristik özelliklerini, insanlarla kurduğu ilişkileri veya sosyal çevresini belirlemekle kalmaz meslek, çoğu kez gözle görülür şekilde bedenini bile biçimler. Meslek hastalıklarının oluşumu her zaman yıllar almaz. İnsanın hayatını örgütleme biçimi, hayata karşı tavrını belirleyeceği için meslek aynı zamanda politik varoluşun da bir parçasıdır.

Biyolojik ve sosyal varlığı etkilediği gibi, politik varoluş sürecini de ilgilendirir.

Mesleğini ev kadını veya doktor olarak tanımlayan bir insanın hayatının genel çizgilerini çözmek mümkündür. Ev kadını karşılığını parasal olarak almayacağı bir yeniden üretim işi yaparak, bakım emeği sunduğu insanların duygusal karşılıklarından emeğinin değerini görmektedir. Doktor ise işinin bakım emeği içeren kısmının yarattığı yararlı olma kısmının yarattığı duygusal takdirin yanı sıra maddi olarak da elde ettiği hayata bakarak işinin kıymetini değerlendirecek, kendi hayatının önemli bir kısmını işin gereklerine göre organize edebilmesini ve kendini tanımlamasını böylelikle sürdürecektir.  İki örnekte de öğrenme için harcanan çaba ve işin hayatı belirleme süreci belirgindir. Ancak işin karşılığında kendilerine sunulan maddi olanaklar, başkalarına ve mekâna bağımlılık ile görülen takdir özneye dair bir çerçeve çizer. Bu anlamda gündelik hayatını sürdürürken entelektüel, sosyal ve politik faaliyetlere ayırdığı bütçe ve zaman oldukça önemli hale gelir. Ev kadınlarının söz konusu faaliyetlere zaman ve bütçe ayırmak için başkalarına bağımlı olduğu için, kendini gerçekleştirmesi, bakım emeği sunduğu kişilerin ihtiyaçlarına ve olanaklarına bağımlı hale gelir. Kadınların üzerlerindeki toplumsal cinsiyet kodları nedeniyle oluşan bakım yükü hem ev içinde hem de kamusal alanda, mesleği ne olursa olsun kadınların erkekler karşısında dezavantajlı olmasının kaynağıdır hala. Bu açıdan karşılığında maddi olanak kazandığı, eğitim yoluyla ulaştığı bir profesyonel mesleğe sahip olan bir kadının, statüsü hangi sınıftan gelirse gelsin çok kolay elde edilmemiş bir statüdür. 

Meslekler kalıcı mı?

Günümüz dünyası, mesleklerin kalıcılığı konusunda bazı soru işaretleri taşıyan eğilimlere sahip. İşlerin önemli bir kısmı artık belirli süreli sözleşmelere dayalı ve proje bazlı. Çok az sayıda emekli olana kadar çalışılabilecek güvenceli iş var. İşsizliğin yüksek oranlarda seyretmesi ile aktif istihdam politikalarının kişinin kendisini işe uyarlamasına dayalı yönelimi ile paralellik gösteriyor. Üretim ilişkileri; üretim, iletişim ve ulaştırma teknolojilerinin hız ve mekâna dair esneklik kazanmasıyla dönüştü önemli ölçüde. Emek süreci de bu hız ve esneklikten önemli oranda etkilenerek yönetilmesi hedeflenen krizleri üretip duruyor. Meslekler ise işlerin zaman ve mekân karşısında eğretileşen halinden etkileniyor. İşsizlik karşısında insanlar, hayallerinden veya eğitimlerinden çok uzak meslekler edinebiliyor. Çoğu kez bu meslekler, insanın kendini geliştireceği, işin bütününe hâkim olabileceği ve üretim sürecinde ücret belirlenimi ve iş saati konusunda pazarlık gücü elde edebileceği mesleklerden ziyade kimin çalıştığının önemi olmayan standart işlerin yapıldığı işler haline geliyor.Meslekler de işlerin zamanı ve mekân gibi esnekleşiyor günümüzde. İnsanın kendine yaptığı yatırımın anlamsızlaşması, meslek ile kendini tanımlayan insanın mesleğinin değersizleşmesi bir olanak mı, bir bela mı bugün tartışılır. Kapitalist üretim içinde, elde ettiği tüketim kapasitesine göre statü elde eden insanın yeniden kendi değerini sosyal, entelektüel ve politik varoluşuna göre inşa etmesi, oldukça zor bir uğraş. Tüm gündelik hayat temayüllerinin ve inşa edilen ideallerin çok uzağında ve başka bir hayatın vahasında gibi görünüyor.

Mesleklerin geleceğine dair tartışmalar, bir süredir Weberyan statü tartışmalarının çok ötesine ulaşmış durumda. İşçinin yaptığı iş üzerindeki hakimiyeti ve uzmanlığının (bir diğer deyişle işçinin kısa zamanda yerinin doldurulmazlığının) yani, bireysel çalışma zamanı-ücret pazarlığının çok ötesinde toplu pazarlık açısından da işyerinde sermayedarın tahakküm kapasitesini sınırlayan bir güç olduğu uzun süredir bir sır değil. Ancak üretim teknolojisi, insanların işin üzerindeki hakimiyeti sınırlandıracak bir aşırı uzmanlaşma ile uzmanlığın yitirilmesine doğru kutuplaştırılan bir emek sürecini bizlere dayatıyor. İşçinin bireysel katkısının vazgeçilmezliği yerine standardize işler ve ölçülebilen rekabetçi performanslar işlerin devamı için bir şart artık. İşçiliğin “yeni” değerler sistemi iş merkezli olarak oluşmakla birlikte, işin geçiciliği ise büyük bir paradoks aslında. Meslekler aracılığıyla oluşan statülerin korunabilmesinin; itaat, serbest zamanı emek sürecine dahil etme ve gündelik hayatını sürdürülmesini sağlayan maddi olanakların bu statünün gösterimi ile CV’yi ayırt edici kılmaya çalışan eğitim yatırımlarına bağlı olması şartı ise bu sürecin politik inşasını ve ürettiği bireysel rızaların kaynağı. Ancak dediğim gibi bu çaba paradoksal, zira hayatımız daha fazla CV’ye dönüştükçe, CV’lerimiz daha değersizleşiyor.

Yok olan güvenceler

Üretim hala sabit mekanlara ihtiyaç duyuyor ağırlıkla, ancak sermayedarların üretimlerini eskisine göre nispeten kolayca başka ülkelere, bölgelere kaydırabilmesi de coğrafi bölgeleri de birbirleriyle rekabet eder hale getirmesinin tarihi pek uzak geçmişe dayanmıyor. Kentlerin sermayedarlar için yeniden üretilmesi, doğanın sermayenin hizmetine sunulması, insan bedeninin sabitlenme, yerleşme ve güvenlik ihtiyacını, en az üretimin sürecinin belirsizliği kadar tahrip ettiği gerçeği önümüzde. Gündelik hayatın süreklileşen masraflarının insanın çalışmasının geçiciliği ise büyük bir pranga ve kaygı kaynağı. Aynı zamanda, kapitalizme inancı sarsan en önemli çatlak. Çoğu insan hayati risklere rağmen, çalışırken hastalanmasına veya tahakkümün baskısının yok edici olmasına rağmen rıza gösterdiğinin farkında. Özellikle mesleki statüleri olanlar, nispeten güvenli işlerde çalışanlar açısından, kapitalistlerle, devletle pazarlık gücü olduğunu hissedenler açısından, kendilerini standart işçilikten ayırt etmelerini sağlayan inancı burada kurabiliyorlar. Kapitalizmin alternatifin olmadığına inanan, güçlü otoriter yönetimleri destekleyen, kişisel becerileri sayesinde hayatlarını sürdürebileceğine kani olan bu müminlerden oluşan kitle, çatlaklardan en çok etkilenenler aynı zamanda. Kentli beyaz işçi sınıfının kaybettiği, orta sınıfın yok olduğu tartışmalarının altını kazıdığınızda çıkan istatistikler, yukarıda aktarılan çoğunluğa referans veriyor. Zira tekstil, tersane, inşaat gibi pek çok üzerim alanında çalışanların yakından tanıdığı bir dünyanın sır perdesi çözülüyor. Türkiye’de son süreçte KHK’larla ihraç edilen insanlar ve yakınları, olağan üstü halin olağanlaşmasının birebir tanığı bugün.

Dünyadaki güvenceli gelecek ideallerimiz ayağımızın altından kayıp giderken, işsizlik ve borçlanma nedeniyle evsizlik küresel hale gelirken, egemenlerin (devletlerin) bu süreci yönetmek için yarattığı şiddet ise evsizliği, yersiz yurtsuzlaşmaya çevirebiliyor. Bugün dünyanın her yerinde artan mülteci sayıları ve mültecilere yönelik tartışmalar dikkat çekiyor. Savaş ve şiddete maruz kalma, vatandaşlık bağının ortadan fiilen kalkması ve insan haklarının askıya alınması nedeniyle zulüm görme, bir başka ülkeye göçün içinde ilticaya yer açan durumlar. Ancak ilticanın özel koşulları ve yasal yükümlülükleri, göçten çok daha zor bazı sonuçlara neden olabiliyor. Göç, insanların koşullarını hazırlayarak gerçekleştirdiği bir yer değiştirme aslında. Yaşanılan yerin değişmesi dil, toplumsal kodlar, kural ve değerler sisteminden başlayarak zamansal da bir göçü içinde taşıyor. Yeni karşılaşmalar ve yeniden yaratılan hayatlar. Ancak iltica, özel koşulları nedeniyle aniden ve hazırlıksızca gerçekleştirilen bir göç eylemi. Bu durum, beraberinde taşınan herşeyi belirliyor.

Sırtında vasfını taşımak

Göç sırtında vasfını, diplomalarını ve sosyal ilişkilerini taşımaya imkân verirken; iltica sürecinde sıfırdan başlamak en yaygın durum. Vatandaştan mülteciye geçiş süreci, sadece yasal bir geçici statü değil, bugünkü dünyanın çatlaklarında dikenli teller gizlenen bir hal. Arendt 1943’te yazdığı kısa metinde şöyle anlatıyor birkaç kez kurtarılması gereken hayatlarının dönüşümünü: Evimizi kaybettik, yani günlük yaşamın aşinalığını. İşimizi kaybettik, yani bu dünyada bir işe yaradığımıza dair inancı. Dilimizi kaybettik, yani tepkilerin doğallığını, jestlerin basitliğini, duyguların içten dışavurumunu… Eski işimizi unutmamız söylendiğinde bazen itiraz ettiğimiz doğrudur ve sosyal standartlarımız tehlikedeyse eski ideallerimizi fırlatıp atmak zordur.

Bekleme odasında beklerken, ülkenin kapısından geçtiğinizi anlamanız zor olmaz veya mülteci kaplarında sizlere ayrılmış alanlarda kalırken, Arendt’in bahsettiği tehlikeli yabancılar olduğunuzu anlarsınız; konu vasıflara geldiğinde nazik veya kaba şekilde geçmişin, deneyimlerin, entelektüel yatırımların mekânsal bağı ve ulusal sınırlara olan tabiiyeti, şaşırtıcı şekilde ön plana çıkar. Küresel dünyanın gerçek sınırsız emek hareketliliği ve ulusötesi toplumsal kuruluşa dair teorilerin fütüristtik hali şaşırtabilir. Toplumsal yaraların eşitsiz şekilde dağılımını en net göstergeleri evsizlik ve mültecilik olduğu hızlıca öğrenilmesi gereken yeni gerçeklerdir artık.

Anlamsızlık ve anlamı yeniden kurmak

Mesleğin, hayat bilgisinin, vatandaşlık gibi bir nostaljiye dönüşmesi ihtimalinin yarattığı anlamsızlığın, dilsiz, sağır olmadığınız halde öyle hissedilen bir durumda yaşanması; çocukluğa dönüş olarak anılabilir. Bağımlılık ve karar verme kapasitesine sahip olmamak demektir çocukluk. Bu anlamda devlet özel sektör işbirliği (PPP) yöntemiyle özelleştirilen iltica hizmetleri aracılığıyla mükemmel bir yeni toplumsal katman elde edilir, sermayedarlar için. İşçi sınıfı içinde en becerili ve en az talepkâr kitle, işsizlikten değil yeniden yersiz kalmaktan korktuğu için daha uygun şekilde şekillendirilebilir. Bugün dünya bankası tarafından desteklenen projeler sermayedarlar için yeni bir yatırım alanı olarak mülteci kamplarını işaret ediyor. Özel istihdam büroları gözünü çevirmiş, yasal olanakları bekliyor. İşin paradoksal tarafı, böyle bir çalışmanın dayanışma adı altındaki diyaspora içi çalıştırma biçimlerinin dayandığı enformel çalışma ilişkilerinden çok daha iyi koşulları sağlaması. Ayrıca pek çok ülkede sendikal mücadeleye de zemin sağlaması. Zira sendikal mücadele emekçiler arasındaki hiyerarşileri kıracak politikalara epey mesafeli durabildiği koşullarda, sistemin sürekliliğindeki rolleri egemenlerin de tercih etmesine neden olabiliyor.

Mesleklerin, yani hayatımızın maddi olanaklarını yaratma biçimimizin, insanın kendine olan güveninden değerler sistemine pek çok şeyi belirlediği gerçekliği, mültecilik koşullarında oldukça çetrefilli haller alıyor, Arendt’in saptamasından 76 yıl sonra bile. İnsanın kapitalizm koşuları altında sistematik şekilde oluşan özne halinin piyasadaki metaya benzer şekilde değerlenmesi; sosyalmekana ve yasal statülere bağımlılığı ortaya çıkıyor. Doğduğu dil ve toplumsal kodlardan uzaktaki, kendini sürgün olarak niteleyen, yani kalıcı düzen kurmaktan kaçanlar için insani varlığın askıda kalması halini de alabiliyor. Politik faaliyetlerini sürdürenler açısından da ciddi bir açık oluşuyor: Politikanın asli unsuru olan gündelik hayatını ve geleceğini etkileyebilme kapasitesini ileride yenidengitmeyi planladığı ve aidiyet duyduğu yer için/hakkında yapmak, politikanın sosyo-mekanın içinden doğan kendiliğinden olan ile stratejik olanı birleştiren halinden uzak kalarak devam etmek arasında. Kesişimi ise enternasyonal mücadelede bulmak ve insani değeri, kapitalist kurgunun ötesine geçerek yeniden inşa etmek, bu açıdan tek çıkış gibi görünüyor.


*“We Refugees”, The Menorah Journal, 1943; Altogether Elsewhere: Writers on

Exile, yay. haz. Marc Robinson, Boston: Faber and Faber, 1996, s. 110-119

Nevra AKDEMİR
Latest posts by Nevra AKDEMİR (see all)