Sanat, Bilim ve Siyaset 

Sanat, bilim ve siyaset kamu alanında buluşurlar. En geniş anlamıyla bilim olanı en yalın haliyle anlatır, sanat onu dramatize eder, ona yeni anlamlar kadar ve siyaset ise bilim ve sanatın merceğinden geçmeyeni de toplumsal idealler adına harekete geçirir. Bu yazımda sanat, bilim ve siyaset arısındaki bu ilişkiyi, Recep Maraşlı, Selahattin Demirtaş ve Ahmet Davutoğlu üçlüsünün eylemlerine bakarak incelemek istiyorum. Yazı, Recep’e övgünün, Demirtaş’a telkinin ve Davutoğlu’na ise yerginin nedenlerini içeriyor. 

Sanat, bilim ve siyaset arasında kırılgan bir ilişki var. Sanatın siyasetle aynılaştığı, bilimin ise bunu meşrulaştırdığı veya bunun tersine sanatın bilimsel bilgilerle tamamen siyasetsizleştiği, siyasetten uzaklaştığı an, toplumların karanlık dönemleridir. Bu üçlünün iletişim halinde olduğu, birbirini ilkeler çerçevesinde etkilediği, birbirinden öğrendiği dönemler ise, değişik kimliklerin, fikirlerin, yaşam biçimlerinin ve farklı çıkar ilişkilerinin bir arada olduğu, anlam kazandığı ve kazandırdığı dönemlerdir. Bu üçlü arasındaki iletişim ne bunlardan birinin kimliğini kaybetmesi ve ne de hepsinin tek bir kimliği kabul etmesi anlamına geliyor. Tersine, iletişim doğası gereği kararlar, yani evet ya da hayır değil de, evet’ ten nasıl ve niçin hayır’a, ya da hayırdan nasıl ve niçin evet’ e gelindiğinin izahıdır. 

Bu üç alan arasındaki iletişimin kalitesi, bir kültürde insana verilen değerin de iyi bir kıstasıdır. Gerçek şu ki, teorik ve ampirik olarak, gönümüz toplumlarında sanat, bilim ve siyaset arasındaki ortak alanının kullanımı bir yandan, siyasetçiyle sanatçı ve bilim insanı arasında ki ilişkilerin düzeyi diğer yandan, bir toplumun kültürel dokusu hakkında net yargılarda bulunmaya yetebiliyor. Eski toplumların tersine günümüzde sanat, bilim ve siyaset birbirinden farklı istemlerin, aktörlerin, amaçların ve işleyiş mantığının temsil edildiği alanlar olarak ayrıştılar ve yine aynı şekilde sanatçılar, bilim insanları ve siyasetçilerde artık ortak bir tahakküm veya alt/üst ilişkisinin belirlendiği ortak bir tabakayı değil de, bu evrimsel ayrılıklardan doğan farklı çıkar ve fikirlerin temsilcileri olarak kabul görüyorlar. Sanat, bilim ve siyaset sadece değişik alanlar değil, ama aynı zamanda farklı eylem biçimleri. 

Sanat ve Siyaset 

Bunun bir izdüşümünü, siyasetle sanat arasında ki zamansal ayrışmada görmek mümkün. Bilindiği gibi, burjuva siyasetçileri özellikle de Amerika’da aktif siyasi yaşamlarından sonra sanata ya da bilime (tekrardan) yönelirler. Buna en tipik örnek, onların biyografilerini yazmalarıdır. İstisnalar var. Örneğin, Barak Obama başkan olmadan önce yaşam hikayesini yazdı ve bunun için de çeşitli ödüller aldı. Ve bilindiği gibi, Obama bir hukukçudur, üniversitelerde ders verdi. Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse, Bülent Ecevit sadece siyaset adamlılığıyla değil, ama aynı zamanda gazeteciliği, çevirmenliği ve şairliğiyle de bilinir. Obama ve Ecevit örneğinde de görüleceği üzere, sanat, bilim ve siyaset dönemleri ayrı. Kural, aktif siyaset döneminde bilimde ve/veya sanatta pasif ve aktif sanatçılık ya da bilim döneminde ise siyasete ve/veya sanatta pasif olmaktır. 

Recep Maraşlı 

Devrimci solda durum farklı. Onlarda bilim, sanat ve siyaset hep iç içeydi. Nokta Haber Yorum da yazan sayın Recep Maraşlı buna çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Maraşlı son derece iyi bir sosyal bilimci, iyi bir şair, ressam, karikatürist, öykücü, eleştirmen, siyasetçi ve de emektar bir devrimciBu kimliklerin devrimcilerdeki iç eliğinin bir nedeni, tarihsel olarak sanatın ve bilimin, daha doğrusu bilimsel/ mantıki düşüncenin değil ama siyasetin, iktidar olma yolunun devrimci sınıflara kapalı olmasında. Bilim ve sanat bu anlamıyla iktidar olma isteminin kamuoyuna, topluma ilk iletildiği alanlar olmuştur. Örneğin akli düşünce, var olan iktidar ilişkilerinin tanrının değil ama toplumsal kanunların çerçevesinde elde edildiğini rahatlıkla görebilir. İyi bir sanatçı işte tam da bu bilgiyi bir isteme, iktidara gelmek isteyenlerin bir istemine dönüştürebilir. 

İktidar sahipleri iseiktidara gelmek isteyenlerin bu istemini fark ettiklerinde onları ya satın alma, “yanına almayı, kendine katmayı ya da bastırmayı ve gerektiğinde ise cezalandırmayı denediler. Kimi zaman başarılı olamadılar. Maraşlı buna da iyi bir örnek. Antonio Gramsci gibi Maraşlı da bütün baskılara rağmen cezaevinde bilimsel değeri olan eserler üzerinde çalıştı, yayımladı. Bununla beraber, sayın Maraşlı sol, sanat, bilim ve siyaset arasındaki ilişkiyi tartışmak için iyi bir örnek, ama Maraşlı günümüzün, bilinen domine bilim, sanat ve siyaset arasındaki ilişkiyi tartışmak için ideal bir örnek değil. Bunun nedeniMaraşlı’nın ne diplomalı bilim adamı, ne üniversitede öğreten akademisyen ve sanatçı ve ne de parlamenter siyasetin önemli aktörlerinden biri olması. 

Selahattin Demirtaş 

Buna karşın Selahattin Demirtaş, hem diplomalı bir hukukçu, hem bir parlamenter ve hem de sanatçı kimliğiyle tanınan biri. Bu satırlar yazıldığına hala cezaevindeydi. Demirtaş hem siyasetin, bilimin, sanatın ve hem de kamu alanının önemli aktörlerinden. Demirtaş, dili, kültürü ve yaşam idealleri baskı altına alınmış bir halka liderlik yapmış olması ve aydın kimliğiyle, siyaset, bilim ve sanat kişiliklerinin ideal bir sentezini de temsil ediyor. Demirtaş’ı bu anlamıyla son yılların kamu ahlakı kişiliğinin en önemli temsilcisi olarak tabir etmek, abartılı olmaz. 

Sayın Demirtaş, cezaevinde bir tiyatro oyunu yazdı. Oyun sahnelendi. Oyun, içeriği, dili ve konusu itibariyle elit kesime hitap ediyor. Dolayısıyla da, oyun sahne aldığında bayan Demirtaş’a dilinden, evinden, yurdundan ve insani haklarından mahrum edilmiş Kürt halk temsilcileri değil ama CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun eşi bayan Kılıçdaroğlu ve CHP İstanbul il başkanı bayan Kaftancıoğlu eşlik ettiler. 

Siyasetçilerin roman, hikâyeşiir ve film ya da tiyatro oyunları yazmaları güzel bir şey. Buna karşı akliselim hiç kimsenin söyleyeceği bir şeyi yok. Böyle eserler üreten siyasetçiler, kendilerini, yaptıklarını sadece vatandaşın değil ama aynı zamanda kritik düşünen izleyicilerin ve eleştirmenlerinde beğenilerine sunabilecek güçte, kalitede ve de derinlikte olduğunu iddia ediyorlar. Bu cesareti gösterebilen siyasetçilerin sayısı az. Bir siyasetçi bu cesareti gösteriyorsa, bize, birey ve toplum olarak düşen, üretilen bu sanat eserinin hakkını vermeye çalışmaktır. 

Sanat ya da Siyaset 

Ancak, işte tam da burada sorulması gereken soru, halkçı bir siyasetçinin neden siyaset geliştirmek yerine roman ya da tiyatro oyunları yazdığı. Siyasetçinin işi siyaset yapmaktır, onu geliştirmektir. Siyasetçi, geliştirdiği, hayata uyarladığı siyasetinden dolay anılır, anılmak ister. Buradan bakıldığında da, özelliklede devrimci, halkçı siyasetçinin en önemli ödevi tiyatro oyunları üretmek değil, halkla siyasi iletişimi kurabilmektirGenel olarak siyasetçinin işi, sanat yapıtı geliştirmek değil, sanatçıya siyaseti ve toplum projeleriyle sanatının icrası için gereken ortamı sağlamaktır veya sağlamaya çalışmaktır. 

Sayın Demirtaş cezaevinde. Dolayısıyla, onun siyaset yapma olanaklarının kısıtlandığını görmek zor değil. Ama cezaevinde olup da ciddi siyasi projeler geliştiren bireylerin varlığı biliniyor. Bu engel bir neden değilse, dikkatleri başka bir alana çevirmek gerek. Akla ilk gelen, Demirtaş’ın siyasi projesinin ve/veya bu projeyi formüle edebilecek siyasi desteğinin olmaması. Siyasi projeleri, bilimsel ve/veya sanatsal eserlerden ayıran şey, siyasi projelerin halkın desteğine ihtiyacı olduğu gerçeğidir. Cezaevindeki bir insanın halkla direkt iletişimsel ilişkisinin olamayacağına göre, onun buna rağmen halkla siyasi iletişiminin olabilmesi için, onun sadece halk tarafından destekleniyor olması yetmez, ama aynı zamanda onun için, onun düşünsel liderliğinde bir siyasi yapının varlığı ve o düşünsel anlayışı siyasi ilişkiye, eyleme dönüştürecek kurumsal bir eylem planının varlığı gerek. 

Hem Sanat ve hem de Siyaset 

Siyasi değil ama bireysel bir neden de, Demirtaş’ın korktuğu. Bu da düşünülebilir. Bu korkudan dolayı da, tam da iktidarın ondan istediklerini yapıyor; gazete makalelerişiirler, tiyatro oyunları yazmak gibi. Tez şu; Demirtaş bu türden girişimleriyle, yani halka değil de, sanat sevicilerine, elit kesime seslenmekle, öncelikle iktidarın kendisinin yapamadığı, ama toplumda var olan ve de mutlaka karşılık bulması gereken kültürel ve entelektüel istemlere cevap vermiş oluyor. Böylece de saha, bilinmeyen, kontrollü güç aktörlere kaymadan idare edilmiş oluyor. 

İki, bu aynı zamanda, HDP’nin de işine geliyor. Parti böylelikle kapatılmıyor ve Demirtaş’ın popülaritesi sayesinde de oy oranını en azından sabit tutuyor. Diğer bir değişle, siyasi projenin olmaması veya onun halka iletilmemesi Demirtaş, iktidar ve HDP için en uygun olandır. Tam da böyle tiyatro oyunları, şiirler, gazete makaleleri üretmek gibi aktivitelerle bir yandan iktidar ve HDP ve diğer yandan da Demirtaş’ın kendisi bir sonra ki siyasi hamleye hazırlanmak için zaman kazanıyorlar. 

Demirtaş’ı tanıyanlar için, onun ve/veya partisi hakkında böyle düşünmek belki abes, ama mantığa tamamen ters bir senaryo değil. Burada altı çizilmek istenen iki nokta var: Birincisi Demirtaş’ın siyaset yerine kültürel alana yönelmesini, onun var olan maksimal zorluklardan en minimal zararla çıkmaya çalışmasıyla açıklamaya çalışmak. İkincisiDemirtaş bunu, siyasetten en az uzaklaştığı ve en aynı zamanda bu uzaklaşmayla da siyasetine en az zarar verdiği bir alanı seçerek, yani sanatı seçerek yapmayı düşünüyor olabileceği ihtimali. 

Ahmet Davutoğlu 

Bu ara siyaset geliştirmek uğruna (belki de yerine demek lazım), sanat değil de, bilime yönelen bir başka siyasetçi daha var: Ahmet Davutoğlu. Davutoğlu yeni bir kitapla okur karşına çıktı. Kitap İngilizce ve akademisyenlere hitaben yazılmış. Kitabın adıSystemic Earthquake and the Struggle for World Order. Kitabıbaşlığını Türkçeye “Sistematik Deprem ve Dünya Düzeni İçin Mücadele” olarak çevrildi. Bu çeviri ne yanlış nede doğru. 

Bunu görmenin ve anlamanın ilk koşulu, Davutoğlu’nun bilinçli, içten içe inanan ve hatta koyu bir Müslüman olduğunu bilmek. Buradan bakıldığında, kitabın ismi Davutoğlu’nun ideolojik tutumunu iyi yansıtıyor. İki, Davutoğlu’nun İslami anlayışa göre, yaşam cennet/cehennemsavaş/barışyok oluş/diriliş vs. gibi karşıtlıklardan meydana gelir. Bunlar arasındaki çatışma hem dünyevi, toplumsal ve hem de bireysel düzeyde verilir. Osmanlıda bu dünya görüşü baskın İslamiyet’in hakimiyetiyle dar-ul harb ve dar-ul islam şeklinde formüle edilmişti. Bu anlayışa göre, bütün dünya İslamlaşıncaya kadar bu dava uğruna sürdürülen savaş/cihat devam eder ve etmeliÜç, işte tam da bu dava sürecinde ve de uğrunda bireylerin toplum içindeki yerini bilmesi ve toplumların ise liderlerine/halifelerine itaat etmesi gerek. 

Reaya Oğlu Reayadır 

Bu yüzden ve bireysel düzeyde Osmanlılar, reaya oğlu reayadır, yani köylünün oğlu köylüdür, köylü kalır, derlerdi. Anlayışa göre, bireyin toplumdaki yerini Allah tayin eder. Kadere boyun eğmek, her kulun yapması gerekendir, adil olandır. Toplumdaki yerlerinden dolayı sadece günahkârlar isyan ederler. İnsanın, daha doğrusu inananın toplumdaki yeriyle mutlu olması, ona şükretmesi ve onu savunması, Allah’ın kanunlarına saygısının, onlara olan itiyattın bir göstergesidir. İtiyat, kötülükler ve var olan problemlere rağmen de Allah’ın kudretini, O’nun yasalarının haklılığını, O’nun düzenini ve adaletini savunmaktır. 

Bu anlayış, toplumsal düzeyde var olan düzenin adil olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Bu ise, insanları kültürel olarak günlük pratik yaşamda devletin toplumdaki üstün yerini ve devletin başındaki halifenidediklerinin kanun olduğunu savunmaya zorluyor. Hak, hukuk ve adalet, bilim ve sanatHalifenin, Şeyhülislamın ve Sultanıbelirlediğidir. Doğruyu/yanlışı, iyiyi/kötüyü, haklıyı/haksızı, güzeli/çirkini vs. o belirler.  Gerçek odur veya onun dediğidir, belirlediğidir. Onun söyledikleri kanun, yaptıkları ise bu kanunun icrasının birer örneğidir. O yanlış yapmaz, doğrudan sapmaz ve her zaman haklı olandır. 

Şiiler bu anlayışın, örneğin sınıfsal çatışmaları dinsel çatışmaya itmesini önlemek ve dünyevileştirmek için, devletin başındaki kişinin Mehdi’nin memuru, yaveri olduğu formülünü geliştirdiler. Dolayısıyla, Halifenin, daha doğrusu İmamın yoldan sapma ihtimali kabul edilir ve o olur da yoldan saparsa, ona karşı çıkmak, onu iktidardan indirmek meşrudur. Şiilerde bu siyasi itaatsiz mümkün. Bu yüzden de İran’da devrimlere tanık oluyoruz. Ancak, ülkemizdeki Müslümanların iktidar anlayışını örneğin İran’daki Şii anlayış değil, ama Suudi Arabistan’daki örnek belirliyor. 

İlahi Deprem ve Cihat 

Bu ortodoks İslami anlayışı da göz önünde tuttuğumuzda ve Ahmet Davutoğlu’nun bu söylemi prensip olarak doğru bulduğunu düşündüğümüzde, onun kitabının adını, “İlahi Deprem ve Cihat” olarak çevirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorumGerçekten de, Davutoğlu ilahi güce ve dünya düzenin de bu ilahi güce dayandığına inanıyor ve siyasetibu ilahi gücün gölgesinde iyilerin kötülere karşı sürdürdüğü bir cihat/savaş olduğunu düşünüyor. 

Günümüz siyasetinin bir deprem olduğunu yazmasının nedeni ise, onun her geçen gün kötülerin kazanma ihtimalinin artığını düşünmesi. Davutoğlu, şu andaki gidişin, olması gerekene rağmen yaşandığını ve eğer iyiler bir araya gelmezlerse, ilahi depremin olacağını öngörüyor. Bunun içinde insanları mücadeleye, cihatta çağırıyor. Bilindiği üzere, cihattın İslami literatürde iki anlamı var. Bir, Müslümanların iyilik, doğruluk, barış ve kardeşlik adına kafirlere karşı sürdürdüğü savaş, iki bireylerin ihtiras ve şehvetlerini zapt etmeye karşı verdikleri çaba. 

Bilim, Terbiye ve Önyargılar 

Davutoğlu öncelikle bu cihattın toplumsal düzeyde devam etmesi ve bireysel düzeyde ise herkesin kendisini bu yeni cihatta hazırlaması gerektiğini düşünüyor. Davutoğlu, Gelecek Partisini kurmakla bu iki amaca aynı (zam)anda ve bir cevap vermek istiyor. Davutoğlu, Gelecek Partisini kurma ve ona önderlik etmekle bir taşla iki kuş vurmak istiyor; bir toplumsal düzeyde cihadı organize etmeve iki bunun için yeni bir bireyin oluştuğunu göstermekVe Davutoğlu, Gelecek Partisini kurmakla kendisinin bu zorunlu cihadı kendisine karşı verdiğini ve de kazandığını göstermiş sayıyor. 

Davutoğlu, terbiyesi ve eğitimi itibariyle yönetenle yönetilen arasındaki ilişkinin, yani kimin yöneten ve kimin yönetilen olduğu gerçeğininAllah tarafından belirlendiğini düşünüyor olmasına rağmen, Gelecek Partisini kurmaklaCumhurbaşkanı ve AK-Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinin ve iktidarının bu şemaya uymadığını ve hatta artık bitmesi gerektiğini dillendiriyor ve organize ediyor. Bu, yani bunu düşünmek, dillendirmek ve hatta buna uygun pratik adımlar atmak, Davutoğlu için çok büyük bir dönüşümBu dönüşümü betimlemek için Franz Kafka’yı diriltmek gerekiyorBiliminDavutoğlu’na bu adımı atarken, ona bu cihadı verirken güç, destek ve cesaret verdiğini düşünmek zor değil. 

Terbiye, Atom Bombası ve Spor 

Bu adımın anlamını görmek için, öncelikle Albert Einstein’ın, bir önyargıyı yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur, sözünü hatırlamak gerek. Aile terbiyesieğitim, öğretim ve toplumsallaşmayla öğrenilenedinilen ve pekiştirilen değer yargılarını değiştirmek, atomparçalamaktan daha zordur. Ve tam da atom gibi, bir parçalandı mı, aynı eylemi da bir daha göstermek ve gerekiyorsa başka alanlarda taşımak, hayata uyarlamak ve de öğrenmek kolaylaşıyor. Bu gerçeği örneğin sporda çok rahatlıkla görebiliriz; herhangi bir dalda dünya rekorunu kırmak zor. Ama bir kırıldı mı, o rekora tekrardan ulaşanların sayısı kısa süre içinde üslü artıyor. Beyin, o rekorun artık imkânsız olmadığını öğrendiği anda, o ana kadarki ezberleri, yani önyargıları yok sayabiliyor. Karl Marx beynin sınırlarından bahsederken işte tam da bu gerçeklikten söz ediyordu.  

Ne Bilim, ne Sanatne Siyaset, ne Spor 

Davutoğlu’nun parti kurarak özellikle de bireysel düzeyde büyük bir iş yaptığını düşünmek yanlış değil. O, bu adımla AK-Parti çevresinde insanlara örnek olduğunu çok iyi biliyor. Sadece Ali Babacan değil, daha yeni aktörlerin siyaset sahnesine çıkacağı tahmin dahilinde. Bununla beraber, Ahmet Davutoğlu’nu yukarıda adı geçen diğer siyasetçilerden ayıran, onun ne sanatçı, ne sporcune de bugüne kadar sosyal çıkarlarından yola çıkarak, yani kendi ayakları üzerine basamadan siyaset yapan bir siyasetçi olmasıdırAhmet Davutoğlu sanatçı, sporcu, siyasetçi değil, ama ilahi güçlere inanan, sadık ve cihatçı bir bürokrattırDavutoğlu, ne siyasette bir siyasetçi gibine de bilimde bir bilim adamı gibi davranabildiBilimde danışmalığı, siyasette akıllı bilirkişi olmayı seçti. Oysa bilim doğruları çıkar ilişkilerine rağmen dillendirmesiyaset ise güç dengelerini en iyi şekilde seçmeninin, halkın ve de devletin çıkarları çerçevesinde kullanabilme yetisi üzerine kurulu. Bilim de fikirler, siyasette çıkarlar günlük eylemi belirler. Oysa Davutoğlu siyasette cihada, bilimde ise ilahi gerçeklikler, din kardeşliği üzerine inşa edilmiş fikir birlikteliklerine taraf olmayı seçti. 

Vatandaşın Oyu ya da Akademisyenlerin Övgüsü 

Davutoğlu’nun bu eylem hatasını bu kitabı yazmasında da görebiliriz. Davutoğlu şu anda bir siyasi partinin başında ve bu partiyle iktidara gelmek istiyor. Davutoğlu’nun, iktidara gelebilmesi için İngilizce okuyan akademisyenlerin övgüsüne değil, genel olarak Türkçe ve Kürtçe konuşan vatandaşların oylarına ihtiyacı var. Soru şu, neden Türkiye’de ve henüz yeni kurulan bir siyasi partinin lideri kendisini İngilizce ve akademik bir kitap yazmak zorunda hissetsin? Bu sorunun net bir cevabını tabii ki bilmiyoruz. Bu soruyu dolayısıyla da Davutoğlu’nun kendisine sormak lazım. Ancak, Davutoğlu bu sorunun cevabını bize verir mi, bu konuda pek emin değilim. Hatta Davutoğlu’nun bu sorunun cevabını bilip bilmediği konusunda bile pek emin değilim. İşte tam da böyle sıradan kahrolası belirsizlikler, Davutoğlu’nun kaderi. O bunu iyi bildiği için, geneller üzerine, yani dünya, cihat ve Allah üzerine düşünmeyi, yazmayı tercih etti. 

Huylu huyundan vazgeçmez 

Huylu huyundan vazgeçmez, denir: bütün yaşamı karar almak tan çok, karar alan, alınan kararın arkasında gerektiğinde hayatını ortaya koyarak duran ve kimi zaman çatışma, uzlaşı veya uyum yöntemleriyle koalisyonlar kurabilen birine/birilerine akıl vermekle geçen bir insanın, bugün parti kurdu diye bu alışkanlığından, geleneğinden vazgeçmesi kolay değil. Özellikle de henüz yeni ve önemli zihni dönüşüm ve değişimlerin safhasından geçen birisinin, diğer konularda mümkün olduğunca tutucu davranması beklenir ve anlaşılır bir durum. 

Nasıl ki bir camide iyi vaaz verebilen bir imam dolaysıyla iyi bir siyasetçi olamıyorsa, aynı şekilde üniversite kürsülerinde ders vermeyi bilen sayın Davutoğlu’nu bu yeteneği onu iyi bir siyasetçi yapmıyor. Ancak siyasete girmek isteyen her imam gibi, sayın Davutoğlu da antrenman yapmak zorunda. Antrenman ise bilineni, öğrenilmiş olanı tekrarlamaktır. Davutoğlu yazdığı kitabın anlamını, değerini, kıymetini ve de ondan beklenileni bu çerçevede düşünmek gerekir. Bizim, bir vatandaş olarak sormamız gereken soru, bizim bu idmana ihtiyacımızın olup olmadığı. Bence, Türkiye geçtiğimiz süreçte ve özellikle de Mesut Yılmaz tecrübesinden sonra bilineni tekrarlama lüksü yok. Yapılması gereken, sayın Davutoğlu’na cesareti için teşekkür etmek ve solda siyasi koalisyonlar kurma çabasına devam etmek.