Saltanatın Kaldırılması

Birinci Dünya Savaşı, birçok imparatorluğun sonunu getirdi. Rus Çarı II. Nikolay, daha savaş devam ederken, 2 Kasım 1917’de tahttan ayrılmak zorunda kalacaktır. Savaştan sonra Alman İmparatoru II Wilheim 9 Kasım 1918’de tahtı bırakacak ve ertesi gün trenle Hollanda’ya sürgüne gidecektir. Çarın 17 Temmuz’da ailesiyle birlikte öldürülmesinden iki ay önce, Mayıs 1918’de tüm ihtişamlarıyla İstanbul’u ve Padişah Vahdettin’in ziyaret eden , Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun Habsburglu hanedanı I. Fransuva Şarl ve İmparatoriçe Zito da, Avusturya Macaristan’ın 3 Kasım 1918’de imzaladığı Villa Giusti Antlaşması sonrasında tahttan ayrılmak zorunda kalırlar.

Osmanlı hanedanının akıbetini de bu genel manzaradan ayrı düşünmemek gerekiyor. Bir başka ifade ile saltanatın kaldırılması, yukarıda da çok ama çok kısaca özetlenmeye çalışıldığı gibi, sadece Osmanlı’yı ilgilendiren bir durum olmadığı gibi, “Batıcı, alkolik Atatürk’ün, milli mücadelenin asıl kahramanı Vahdettin hazretlerine ihanet etmesi” ya da “Atatürk’ün ilericiliği” gibi zırvalıklara tahvil edilerek açıklanmaya çalışılmamalıdır. Başa dönelim.

Osmanlı saltanatı ile ilgili tartışmalar 1920 Nisan’ında Ankara’da TBMM’nin açıldığı günlere kadar gider. Nikolay, Wilheim ve Fransuva Şarl’ın akibetleri, Osmanlı saltanatına bakışı da derinden etkilemeye başlar. Tabii bu manzara, Vahdettin’in de –haklı olarak- tahtta kalabilmek ve hayatını garanti altına alabilmek için elinden gelen her şeyi (İngilizleri desteklemek gibi) yapmasına da zemin hazırlar. Şöyle özetleyelim 1920’lere gelindiğinde artık Vahdettin için tahtın devamı sadece siyasi manada “devlet-i âli Osman’ın bekası” olmaktan çoktan çıkıp, kişisel bekasının da bir manivelası haline gelir. Ankara’daki meclisin de saltanata, yeni dünya konjüktürü bağlamında bakmaya başladığını ise söylemeye bile gerek yok.

Saltanat ile ilgili ilk tartışmalar 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun (Anayasa’nın) hazırlanması sürecinde görülmeye başlanır. Teşkilat-ı Esasiye Encümeni’nin (Anayasa Komisyonu) 8 maddelik Büyük Millet Meclisinin Şekil ve Mahiyetine Dair Mevadı Kanuniye başlıklı yasa tasarısı 18 Ağustos 1920′ de görüşülrken, Saltanat mevzuu da gündeme gelir. Anayasa Komisyonu gerekçesinde, Halife-Padişahın esareti ve diğer olayların getirdiği zorunlulukla kurulan TBMM’nin sonsuza kadar o günkü şekli ile sürüp gideceğini kabul etmek, olağandışı durumlara olağan şekil vermek olacaktı. Büyük Millet Meclisi olağanüstü kurulmuş bir meclisti ve o günlerde Hilafet-Saltanatın kurtarılması, yurdun düşmanlardan arındırılmasından sonra, yani olağanüstü hal kalktıktan sonra meclisin yetkisinin sona ereceği inancı vardı. Bu durum Meclise de hakimdi ve bu yüzden tasarının, “Büyük Millet Meclisi, teşri (yasama) ve icra (yürütme) kudretlerini haiz ve idarei Devlete bizzat ve müstakillen vaziülyettir.” şeklindeki ilk maddesine karşılık, ikinci maddenin birinci bölümünde yukarıdaki fikirden dolayı “gayenin husulüne değin” ibaresi konmuştu.

Benzer bir tartışma Mustafa Kemal’in 18 Eylül 1920’de (67. içtima, üçüncü celse) Meclis’te ele alınan Halkçılık Beyannamesi’nde de ortaya çıktı. Programın beşinci maddesi özellikle makam yanlılarının dikkatini çekmişti ve bu hususta görüşmek üzere bir önerge verilmişti. Meclisin 25 Eylül 1920 gizli oturumunda (72. içtima, ikinci celse)134 “Hilafet ve saltanat makamının tahlisine muvaffakiyet hasıl olduktan (kurtarıldıktan) sonra Padişah ve Halifei müslimin kavanini esasiye dairesinde mevkii muhterem ve mübeccelini akseder” şeklindeki beşinci madde ele alındı.

Meclisteki bazı vekiller Saltanat ve Hilafete sıkı sıkı bağlıydı ve onun mukadderatını TBMM’nin eline bırakmamak için bu maddeye karşı çıkmakta ve Meclisin kurtuluş sonuna kadar hayatta olacağını sık sık tekrarlamaktaydılar. Bu bağlılık yine de Padişah aleyhine olan konuşmaları engellememişti. Tasarıyı hazırlayanlardan Karesi Milletvekili Basri Bey, Halkçılık Programı’ndaki ilgili maddenin Anayasa Tasarısı’nın uygun bir yerine eklenmesini istedi. Basri Bey, mevcut halifeliği meşru görmediğini, maddenin ona yönelik olmadığını, madde tasarıya eklendiği takdirde bunun, temel hukuk gereklerine bir etkisi olmayacağını; buna karşılık, Meclis’in hilafete karşı olduğu yolundaki söylentileri sona erdireceği gibi, İslam ülkeleri üzerinde de iyi bir etkide bulunacağını savundu. Konuşmasında, hilafet ve saltanatı iki ayrı kavram ve kurum olarak ele alan Hasan Basri Bey, sözlerine şöyle devam etti:
…bendeniz hilafet ve halife meselesini aynı mesele olarak telakki edenlerden değilim. Yani mevkii hilafeti işgal edip de hilafetin mukteziyatını ifa etmeyen bilakis müslümanı müslümana kırdıran bir adamın haşa halifei meşru tanınmasına taraftar değilim. Yani meseleyi şahıslarla değil mahiyeti ve hakikati itibariyle telakki etmenizi hassaten istirham ederim… hilafet meselesi tarihi islamda en çok kan dökülmesine saik olan mesailin birincisini teşkil eder… Efendiler, hilafet var mıdır, yok mudur? Bendeniz bunu tamikan burada tekrar etmeyi faidesiz addederim. Bazıları vardır, yoktur dediler. Gerek hilafet, gerek imamet herhangi tabir kabul olunursa olunsun, şu muhakkaktır ki, cumhuru islam için bir baş var ve o baş için bir makam lazımdır. Hilafetin en meşruu ve en doğru tabiri malumu alileri imamettir… Hariçten bir fırka efendiler umuru ammenin (halkın işlerinden) cumhuriyet usulüyle hal ve idaresi taraftarıdır. Fakat bu merduttur. Hakkında da bir çok delail mevcuttur.

Basri Bey’in hilafetin tarihsel ve gerçek anlamı üzerinde yaptığı konuşma, Mustafa Kemal’in Kasım 1922’den itibaren aynı konuda ortaya koyduğu yaklaşımlardan çok farklı değildir. Basri Bey’in yukarıdaki konuşmasında Cumhuriyet ve Hilafet kavramlarını açıkça bir arada kullanması ilgi çekicidir. Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey, Basri Bey’in sözlerini tamamlar şekilde, “…bu noktadan Cenabı Hak adil, akil, kamil bir padişah bir halifei müslimin maatteessüm muahedeyi imzalamakla kendi kendilerini hal, ettiler.” dedi. Kütahya Milletvekili Ragıp Bey Basri Bey’in sözlerine “Bu bir cinayettir…” deyip beşinci maddeyi okurken Basri Bey “padişah yoktur, hilafet vardır” diyerek konuşmasını keser.

Mustafa Kemal’in Meclis’teki gerginliği yatıştırmaya dönük konuşmasından sonra, Basri Bey beşinci maddenin Anayasa’ya eklenmesi isteğinden vazgeçti. Gizli oturum, Meclisin açılışından o güne kadar Padişah-Halifeye karşı tavrın ciddi olarak değiştiğini göstermekteydi. Artık Büyük Millet Meclisi, Padişah-Halifeyi bir hain olarak görmekte ve onun etkisini Meclise ve Anayasa’ya sokmak istememekte, üstelik dışlamaktaydı. Ancak gerçek şu idi ki İstanbul düşman işgali altında ve Padişah- Halifenin bu güçlerin elinde tutsak olması, bu makamlara ve Padişaha ilişkin bir karar alınmasını engelliyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın da dile getirdiği gibi, tutsak Padişah yöneticilik yapamaz, hatta hal’ bile edilemezdi. Kamuoyu da tutsak olduğu duyurulan bu makamlara sıkı sıkıya bağlıydı. Dolayısıyla, anayasa görüşmeleri yapılırken Saltanat ve Hilafet, ancak kurtuluş savaşı bittikten ve ülke tam bağımsız olduktan sonra ele alınabilecek konu olma özelliğini sürdürüyordu. Bununla birlikte Anadolu’da süregelen savaşlar sonucunda düşmana karşı başarılar kazanıldıkça değişmeyen İstanbul’un tutumu karşısında bazı mebuslar ve halk arasında ilk günlerdeki İstanbul’a olan saygınlıkları etkisini yitirmeye başlayacaktı.

Anayasa tasarısının yedinci maddesi, Meclisin 135. içtiması, birinci celsesinde, 20 Ocak 1921 tarihinde yeniden görüşülürken hilafet ve saltanat makamı konusunda yine hararetli tartışmalar oldu.165 Üzerine konuşulan yedinci madde şu şekildedir: “Ahkamı şeriyenin terfizi, umum kavaninin vazı, tadili, feshi ve muahede ve sulh akdi ve vatan müdafaası ilanı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisineaittir.” Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey’e göre birinci maddeki hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir ifadesinde Meclisin yetkileri zaten belirtilmişti. Bunun için Meclisin değil vekillerinin yetkilerinin belirlenmesi gerektiğini iddia etti ve yedinci maddenin bu bakımdan eksik olduğunu savundu. Sonrasında söz alan Yozgat Milletvekili Hulusi Efendi Kanunu Esasi’nin bazı maddesinin tekrar edilmesini istedi ve Hüseyin Avni Bey’e katıldığını ilave etti.

Oturumda söz alan Mustafa Kemal , Hüseyin Avni Bey’in konuşmasına dikkat çekerek, birinci maddeyle ulusa egemenliğin verildiğini ancak maddenin Meclisin yetkileri belirtmesine kafi olmadığını anlattı. Milletin gayet bariz bir şekilde Meclisin yetkisini bilmesi gerektiğini, dolayısıyla açılımın yapılması lüzumunu izah etti. Kanunu Esasi maddesinin tekrar bu kanunda yer alması düşüncelerini ise yersiz buldu. Meclisin mevcut kanunun yerine yenisi getirilmediği sürece diğerlerinin geçerliliğini zaten tanıdığını belirtti. Mustafa Kemal Paşa konuşmasının devamında: “…muahede ve sulh akdi, vatan müdafaası ilanı, yani ilanı harp gibi salahiyetlerin mevcut olan Kanunu Esaside kime ait olduğu malumu Alinizdir. O kanuna göre kime ait ise bu madde o aidiyeti izah eder. Halbuki zannediyorum ki milletin hakiki vekillerinden mürekkep olan Meclisi Aliniz artık bu salahiyetleri bir şahsa bırakmak istemiyor. Kendi yapmak ve tamamen üzerine almak istiyor. Binaenaleyh bunu ifade etmek lazımdır. Avni Bey diyorlar ki bunun lüzumu yoktur. Ancak vekillerin hukuk ve salahiyetlerini tayin ve tahdit etmeli. Efendiler vekillerin vezaifinin tayin ve tahdidi meselesi gayet basit teferruattan ibarettir. Onu istediğiniz gibi yapabilirsiniz. Hatta talimatla bile yaparsınız. Bunun için böyle esas kanunlarda mevad (maddeler) koymağa bence lüzum bile yoktur. O her zaman elinizdedir.” diyerek hem Hüseyin Avni Bey’in fikirlerinin basit bir şekilde halledilebileceğini hem de fırsat gelmişken şahıs idaresine karşı olmayı bütün Meclisin ortak fikri gibi gösteriyordu.

Siirt Milletvekili Mustafa Sabri Efendi, Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerini bir Kur’an ayetini örnek vererek destekledi. Milletin temsilcisi Meclis’te olması gereken hukuki yetkilerin hükümdar tarafından ele geçirildiğini ve baskı yolu ile kullanıldığını anlattı:
…Gasben ya fuzulen ya tecavüzen ya tecahülen ya tegallüben bu milletin bu hakkı hakimiyeti alınmış, fuzulen almadığına şu ayeti kerime şahittir. Şu yazmış olduğunuz levhai münifedeki (Ve emrühüm şura beynehüm) ayeti celilesince her şey milletin alelinfirat veyahut aleliçtima (topluca) hakkıdır. Bir şahıs ne kadar dahi olursa olsun hatadan salim ve azade olamayacağından Vacibilvücut ve Kesirülataya Hazretleri şu ayeti celileyi sizin nazarı ibret ve basiretinize Habibi Ekremi vasıtasıyla göndermiş. Bugün karşınızda bulunuyor «Ve emrühüm şura…» bugün harp ilanı ve sulh akdi, bilmem madalya itası, rütbe tevcihi salahiyeti öyle bir şahsa ait değildir. Şu ayeti celile mucibince böyle güzide müntehap azayi kiramın arayi musibelerine müracaat lazımdır. Bu hak her nasılsa gerek hükümdaranın fazla tegallübü ve yahut hükümdaranın şimdiye kadar cebren, gasp ve nehip etmiş olduğu hukuku bugün şu Heyeti Celile istirdat etmek istiyor. Bunu bilmüşavere yapmak istiyor, öyle bir şahsa vermek istemiyor.

Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey tekrar söz alarak maddenin Meclis’in yetkilerini sınırlandırdığını ileri sürdü. Bu defa başka açıdan maddeyi ele alarak, birinci maddeye göre, Padişahın hukuki yetkilerinin Meclise geçmesine rağmen, Meclisin bazı konularda yetkisini kullanamadığından yakındı: “Esasen, bu (bilakaydü şart) kaldığı zaman hukuku padişahiyi bu Meclis kendi şahsı manevisinde tecessüm ettirdiğine karar vermiştir. Yani hukuku padişahiden olan kısım için Meclisi Ali karar vermiştir… Hukuku Padişahiye ait olan her türlü hususata Meclisi Ali salahiyettardır.”

Sözlerinin devamında idam kararı, nişan, rütbe, terfi, azil vs. Padişaha ait hukuki yetkilerden örnekler vererek hala bu gibi icraatların Meclis tarafından tasdik edilmediğinin altını çizdi. Savunduğu bu düşünceye göre maddeyi noksan görmekteydi ve maddenin tekrar komisyona gidip tamamlandıktan sonra gelmesini istedi.

Hüseyin Avni Bey’in istediği, Padişah haklarından Meclisçe kullanılacak haklardan bahsederken, bu işin tamamlanması yani Padişaha ait olup da Meclise alınmak istenen hakların hepsini gösterelim isteğiydi.

Mustafa Kemal, bu defa daha sert bir biçimde Hilafet-Saltanat gibi mevzuların saklı tutulması kararını
hatırlatarak, henüz bunları mevzu etme sırasının gelmediğini şu sözlerle anlattı:
Hüseyin Avni Beyin bu maddeye ilave ettirmek istediği, yahut tadil ettirmek istediği hususat gayet mühim ve esaslı bir noktaya temas etmişlerdi. Hukuku Hilafet ve Hukuku Padişahi; – zannediyorum ki, kendileri burada ya hazırdı (bulunmaktaydı), yahut değildi – hafi (gizli) bir celsemizde bu meseleye ait nikatımızı (herkesin anlamadığı ince manalarımızı) ve noktai nazarımızı (görüşlerimizi) mahfuz (saklı) bulundurmağa Meclisi Aliniz sureti hususiyede karar vermişti. Şimdi beyefendi nişandan bahsediyor. Rütbeden bahsediyor. Bilmem neden bahsediyor. Buları kim verecek? Bendeniz diyorum ki, bugün bunları sarih (açık) bir ifade ile söylemek caiz değil. Biz prensip olarak Makamı Hilafet ve Saltanatı kabul ediyoruz. Bunu kabul ettikten sonra efendiler muktazayi şeri şerif ve muktazayi tabiat ona bir takım hukuk ve salahiyet vereceğiz. Fakat istiyor musunuz bunları bugün konuşmağa karar verelim? Bugün konuştuğumuz ona vermeyeceğimiz şeylerdir. Ona vermemek istediğimiz şeyleri mevzuubahis ediyoruz. Fakat vereceğimiz ve vermek istediğimiz, şeyleri bahsetmenin zamanı değildir.


Bu konudaki tartışmaları, meraklısı için Fatma Ünver’in Yüksek Lisans Tezi’ni ya da TBMM Ceridelerini gözden geçirmelerini tavsiye ederek bir kenara bırakarak, saltanatın kaldırıldığı günlere gelelim.

Saltanat, TBMM’nin 1 Kasım 1922 tarihinde kabul ettiği Türkiye Büyük Millet Meclisinin, hukuku hâkimiyet ve hükümraninin mümessili hakikisi olduğuna dair 308 numaralı kararname ile gerçekleşmiştir.
Rıza Nur ve arkadaşları o günkü TBMM’ye şu takriri sunarlar: “30 Teşrinievvel 1338 minlı takririnin altıncı maddesinin berveçhi âti tadilini teklif ederiz :
Madde 6. —- Hilâfet Türklere, Hanedanı Âl – i Osman’a aittir. Türkiye Devleti Makamı Hilâfetin istinatgâlııdır. Halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlâkan eslâh ve erşedolanı intihabolunur. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti hakkı meşruu olan Makamı Hilâfeti esir bulunduğu ecnebiler elinden kurtaracaktır.”

Rıza Nur’un, 1 Kasım tarihinde değiştirilmesini önerdiği 30 Teşrinievvel 1338 tarihindeki takriri ise şu şekildeydi.
Sinob Mebusu Dr. Rıza Nur Beyle 78 arkadaşının, Osmanlı İmparatorluğunun münkariz olduğuna ve yeni Türkiye Hükümetinin onun vârisi bulunduğuna ve Makamı Hilâfetin esaretten kurtulacağına dair takriri B. M. Meclisi Riyasetine Birkaç asırdır Saray ve Babıâlinin cehalet ve sefaheti yüzünden Devlet ve millet azîm felâketler içinde müthiş bir surette çalkandıktan sonra nihayet hufrei inkıraza atılmış bulunduğu bir anda Osmanlı imparatorluğunun müessis ve sahibi hakikisi olan Türk Milleti Anadolu’da hem haricî düşmanlarına karşı kıyam etmiş ve hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan Saray ve Babıâli aleyhine mucahedeye atılarak Ankara’da Büyük Millet Meclisi ve onun Hükümet ve ordularını bitteşkil haricî düşmanın Saray ve Babıâli ile fiilen ve müsellâhan ve malûm müşkülâtı şedide ve mahrumiyeti elime içinde cidale girişmiş ve bugünkü halâs gü- ,nüne vâsıl olmuştur. Türk Milleti Saray ve Babıâlinin hiyanetini gördüğü zaman Teşkilâtı Esasiye Kanununu ısdar ederek onun birinci maddesiyle hâkimiyeti Padişahtan alıp bizzat millete ve ikinci maddesiyle de icrai ve teşriî kuvvetleri onun yedikudretine vermiştir. Yedinci maddeyle harib ilânı, sulh akdi gibi bütün hukuku hükümraniyi milletin nefsinde cemeylemiştir. Binaenaleyh; o zamandan beri eski Osmanlı İmparatorluğu münhedim olup yerine yeni ve millî bir Türkiye Devleti, yine o zamandan beri Padişah merfu olup yerine Büyük Millet Meclisi kaim olmuştur. Yani bugün İstanbul’da bulunan hbyet mevcudiyetini usulen himaye edecek hiçbir me^ru ve gayriecnebi kuvvete, müzahereti milliyeye malik olmayıp zilli zail halindedir. Millet eski (otokrat) Hükümeti şahsiye ve Saray halkı ve etrafının sefaheti esasi üzerine müessas bir saltanat yerine asıl halk kitlesinin ve köylünün hukukunu himaye ve saadetini tekeffül eden bir Halk Hükümeti idaresi tesis ve vaz’et mistir. Hal böyleyken İstanbul’da düşmanlar ile teşriki mesai etmiş olanların el’an hukuku Hilâfet ve Saltanat ve hukuku Hanedandan bahseylemelerini görmekle müstağrakı hayret bulunuyoruz. Tevfik Paşanın telgrafı kadar garip ve acip ve hilafı ma vaka’ bir vesika tarihte nâdir görülmüş şeylerdendir. Büyük Millet Meclisinin bana cevap vermesini, binaenaleyh berveehiâti kararın ittihazını talebederiz:

  1. Osmanlı İmparatorluğu otokrasi sistemiyle beraber münkariz olmuştur.
  2. Türkiye Devleti namiyle genç, dinç, Millî Halk Hükümeti esasları üzerine müesses Büyük Millet Meclisi Hükümeti teşekkül etmiştir.
  3. Yeni Türkiye Hükümeti münkariz Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup onun hududu millî dâhilinde yegâne vârisidir.
  4. Teşkilâtı Esasiye Kanuniyle hukuku hükümranii milletin nefsine verildiğinden, İstanbul’daki Padişahlık mçıâdum ve tarihe müntekıldir.
  5. İstanbul’da meşru bir hükümet mevcudolmayıp İstanbul ve civarı da Büyük Millet Meclisine aittir. Binaenaleyh oraların umuru idaresi de Büyük Millet Meclisi memurlarına tevdi edilmelidir.
  6. Türkiye Hükümeti hakkı meşru olan Makamı Hilâfeti esiı bulunduğu ecnebiler elinden kurtaracaktır.

Rıza Nur’un 30 Ekim 1922’de (30 Teşrinievvel 1338) verdiği önergedeki 6. Maddeyi ben vurguladım. 1 Kasım’da saltanatı kaldırmayı teklif eden takrir işte bu 6. Maddeyi değiştirmeyi öneren takrirdir.

Saltanat 1 Kasım’da kaldırılır. 17 Kasım da Vahdettin, İngilizlere başvurarak hayati tehlikesini gerekçe göstererek İstanbul’dan ayrılmak istediğini söyler.

Mete Kaan KAYNAR