Sahici olmak*

“Herkes gibi olmayan,
herkes gibi düşünmeyen
herhangi bir insan,
ortadan kaldırılma riskini
göze alıyor demektir.”[2]

 

Yeni bir Tiyatro Buluşması’nda buluşmasında daha bir araya geldik: Bu kez de aşktan, kavgadan, devrimden söz etmek için…

Aşktan, kavgadan, devrimden söz edelim de… Önce söze, hepsinin “olmazsa olmaz” önkoşulundan yani “sahici olmak”tan başlamak gerek!

Bilmiyorum farkında mısınız, uzun süredir çoğumuz sahici olanla bağlantımızı yitirdik; “…mış gibi”ler dünyasında nafile kulaçlar atıyoruz. Gırtlağına kadar kredi kartı borcu içindeyken, “işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur”, diye efeleniyoruz örneğin. (Bu arada, aklıma gelmişken belirteyim: kredi kartı da “sahici para” değil; o da bir “mış gibi”, yani ikame. Aslına bakarsanız “ikamenin ikamesi”; yani kapitalist finans sistemlerinde devletlerin merkez bankalarında bulunduğu varsayılan altınların ikamesi sayılan banknotların da ikamesi… Altının neyin “ikamesi” olduğuysa başka bir konu… Bir başka deyişle dibe doğru eşeleye eşeleye gidecek olursanız, “mış gibilik”in tarihinin neredeyse parayla özdeş olduğunu keşfedersiniz. Hani diyor ya Karl Marx, 1844 Elyazmaları’nda:

Benim için para aracılığıyla, olan şey, karşılığını ödeyebileceğim şey (yani, paranın satın alabileceği şey) benim kendimdir, paranın sahibidir. Para gücünün büyüklüğü, benim gücümün büyüklüğüdür. Paranın özellikleri benim, para sahibi olarak benim özelliklerim ve özsel güçlerimdir. Nitekim, benim ne olduğumu ve neye yetenekli olduğumu benim bireyselliğim belirler. Çirkinim, ama kadınların en güzelini kendim için satın alabilirim. Bundan ötürü çirkin değilim; çünkü çirkinliğin etkisi parayla ortadan kaldırılır. Ben, bireysel karakteristiklerime göre, topalım, ama para beni yirmidört ayakla donatır. Topal değilimdir. Kötü, onursuz, vicdansız, aptalım; ama para ve dolayısıyla sahibi onurlandırılır. Para en yüce iyidir, dolayısıyla sahibi iyidir. Üstelik, para beni onursuz olmanın sıkıntısından kurtarır. Bundan ötürü onurluyumdur. Beyinsizim, ama para herşeyin gerçek beynidir. Öyleyse, sahibi nasıl beyinsiz olabilir? Ayrıca, para sahibi kendisi için zeki insanlar satın alabilir, ve zeki kişi üzerinde gücü olan kişi, zekiden daha zeki değil midir? Para sayesinde insanların yapmaya can attıkları herşeyi yapabilen ben, bütün insani yeteneklere sahip değil miyim? Bundan ötürü, param, bütün yeteneksizliklerimi kendi karşıtlarına dönüştürmez mi?”)[3]

O zaman hemen şu saptamayı yapalım: son tahlilde yeryüzündeki tek değer yaratıcının, yani insan emeğinin topyekûn ikamesi olan para, insanın sahtesini yaratan birincil etken; onunla bağlantılı tüm kurumsallaşmış eşitsizlik unsurları (güç, prestij, servet) “mış gibi”ler âleminin birincil müsebbibidir.

Ama bundan ibaret değil. Günümüzde “mış gibilik” sadece para, güç, servet vb. arzusuyla ilgili değil. Misal: Biz dünyayı değiştirmek isteyenlerin dahi, militan faaliyetlerimizin çoğunu geçirdiğimiz bir sanal âlem var artık. Kafamız bozulunca “twit atıp” rahatlıyoruz. Dostluklarımızın, ilişkilerimizin çoğunu “chat”leşerek yürütüyoruz. Dostluğu kalıcı kılacak, sürdürecek “sahici” hasletler de böylelikle yitip gidiyor: paylaşım, özveri, empati, yalan-dolansızlık, insanın gözünün ta içine bakma cüreti, kavgaların sıkı bir kucaklaşmayla sonlandığı diğerkâmlık…

Bu iklimde aşktan söz etmek dahi abes: ılıman, boğuntulu iklimlerin sanal aşkları tutku ve yaşama sevincinden çok bıkkınlık veriyor insanlara. Önce bir “elektriklenme”… Dikkat, yürek çarpıntısı, soluk kesilmesi, gözlerinin içine baktığında yüzünü ateş basması filan değil; “elektriklenme”… Sonra kısa bir hasbıhâl; telefon numarası alışverişi. Bir buluşma ve ilişkinin geleceğini belirleyecek bir yatak deneyimi. Tutarsa ne âlâ; çoğunlukla dijital olarak sürecek, egonun her zaman ön planda olduğu “öylesine” bir “takılma” hâli. Birbirine bir süre değip işlerine gelmediği an yollarını ayıran kadınlar ve erkekler. Tutmazsa zaten “tek gecelik ilişkiler” hanesine bir kalem daha…

Peki ya dünyayı değiştirme arzusu mu? Çoğunluğun içinde yaşamak durumunda kaldığı koşullardan hoşnut olduğunu sanmıyorum. Değiştirilmesini istiyorlar; bunun için uğraşıyorlar… Facebook’larında, twitter hesaplarında muhalif söylemleri paylaşıyorlar. 24 Haziran 2018 seçimlerde canla başla çalıştıklarını biliyorum. Sandık kurullarında gönüllü oldular, HDP ya da CHP kampanyalarında aktif görev aldılar; stand gönüllüsü oldular, bildiri dağıttılar… Oy verdiler…

Ama “mış gibi” yapanlar yalnızca sizler, bizler değiliz ki… CHP’nin adayı, yeni (ama kısa ömürlü) “umudumuz” da “mış gibi” yaptı. Elli bin avukatıyla YSK’nın önüne gideceğini beklediğimiz gece, ansızın ortalıktan yok oluverdi. Geride bir “adam kazandı” twit’i bırakarak kayıplara karıştı.

Ve aslına bakarsanız, bir iyilik yaptı hepimize: “mış gibi” yapmanın acı sonuyla tanıştırdı bütün bir kuşağı. Bir çığ gibi çılgın bir hızla büyüyen umut topu, egosu şişirilmiş bir kifayetsiz muhterisin dev aynası karşısındaki gerçek cesametine çarparak parçalandı.   Binlerce, onbinlerce genç insanı, “lanet olsun, bundan sonra politikayla ilgilenenin…” deyip “kendi dalgasına bakma” kararına yönelterek… Kimilerine ise, sahici olmayan bir parlamentoda, muhalefetçilik oynayacak ve “hazretleri”ni rahatsız etmeye başladıkları anda “terör örgütüne yardım yataklık”tan içeri atılacak elli küsur HDP’li milletvekili ile avunmaya sevk ederek…

Evet, tarih belki tartışmalı, ama en azından Türkiyeli muhaliflerin çok uzun süredir maçı götürdüğü “mış gibi”lerin sonuna vardık. Artık deniz bitti! Coğrafyamızın 2018 seçimleriyle birlikte, bundan böyle seçimlerin olmayacağı ya da bir müsamereden ibaret kalacağı bir boyuta geçti. Oyun bitti…

Burada biraz durup genel manzaraya bir göz atalım mı? Aslına bakarsanız, “mış gibi”ler dünyası yalnızca bizden kaynaklanmıyor. “Postmodern” zamanların tüm gözlemcileri, yeni filozofların en çok üzerinde durdukları konulardan. Jean Baudrillard’la birlikte şahikasına ulaşan simülakr’lar dünyası. Gerçekliğin taklidi bile değil: ikamesi! Gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkinin sanallaştığı, göstergelerin herhangi bir gerçekliği değil de birbirlerini imlediği artık herhangi bir gerçekliğe refere etmeyen bir dünya…

Ne gibi mi? Süper/hipermarketlerin insansı hazları karşılayacağına devasa bir halkla ilişkiler mekanizması tarafından inandırıldığımız, çoğunlukla hiçbir reel ihtiyacımıza karşılık düşmeyen ve satın aldığımız andan itibaren susuzluğumuzu gidermediğinin, aksine bizi daha fazla susattığının ayırdına vardığımız çerçöpler; örneğin… Ve onları satın almamız için dönüştürülen, imal edilen, sahtesiyle ikame edilen benliklerimiz:  “Bu dünyada en önemli şey Ben’im, benim ihtiyaçlarım, çıkarlarım, hazlarım, imajım… BEN’im dışımdaki her şey, benim için var. Sahip olmam, kullanmam, ihtiyaçlarımı karşılamam, haz duymam, imajımı mükemmelleştirmem, ve işim bittiğinde de fırlatıp atmam için. İnsanın temel özelliğini oluşturan “toplumsallık”ı berhava eden

Bu şişirilmiş ego, bu narsizm, yabancılaşmanın neoliberal kapitalizm koşullarına özgü, özgül bir biçimi. Nasıl mı?

Neoliberalizm, bildiğiniz üzere, kapitalizmin hem geçmişinden (o geçmiş ne idiyse: feodalite, ATÜT, kölecilik, kırsal üretim…) hem de geleceğinden arındırılmış, en saf hâli… Bir iktisadî politikayla bir ethos’un özdeşleşmesi ve kapitalizmin yalnızca kendi ürettiği, üretebileceği bir değerler sistemiyle el ele, baş başa kalması. Böylelikle, örneğin,  istihdamı deregülarize ederken, aile, cemaat, cinsiyet rolleri vb. verili statüleri aşındırarak birincil kimlik kaynağı kıldığı çalışmaya/mesleğe/sınıfa bağlı kimlik gösterenlerini etkisizleştirir. Bir başka deyişle, “alttakiler”in bundan böyle ne kendilerini içinde güvende hissedebilecekleri bir “cemaat”leri olacaktır, ne de geleceği birlikte tahayyül edecekleri bir sınıfsal dayanışma örgütleri… Emek örgütleriyle birlikte, “tüm emekçiler için yaşam boyu istihdam güvencesi, saygın ve insanca bir emeklilik hakkı” gibi hedefler ve bunları kısmen de olsa ihtiva eden “sosyal devlet” uygulamaları lağvedilmiştir… İstihdam, böylelikle, yalnızca göçmenler, etnik azınlıklar, kadınlar, gençler gibi istihdamın saçağındakiler için değil, tüm emekçiler için geçici, arızî, sürdürülmesi başta kişisel performans olmak üzere çok sayıda kırılgan koşula bağlı bir “lütuf”a dönüşür. Yalnızca mavi yakalılar için değil, beyaz yakalılar için de. Sigorta elemanı, her ay belirli bir sayıda kişiyi sigortalamak zorundadır; üstelik bir önceki ay kazandığı fazla puanları ertesi aya aktaramamaktadır. Üç kez belirlenen hedefin altında kaldığında, personel müdürü kapıyı gösterir kendisine. Bankadaki müşteri temsilcileri her ay belirlenen bir kredi kotasını doldurmak, şubeye borcuna sadık, güvenilir yeni müşteriler kazanmak zorundadır; bunun için seyyar satıcılar gibi kapı kapı dolaşırlar. AVM’lerdeki satış elemanları, yalnız satış sırasında müşteriye hizmet vermekten değil, aynı zamanda ona aklında olmayan başka ürünleri pazarlamakla yükümlüdür.  Öğretim elemanları akademik yükselme için bir yıl içinde belirli sayıda makale yayınlatmak, ama aynı zamanda sınav öncesinde, özellikle de cebi dolu öğrencilerin ilgisini çekebilmek için kolej kolej dolaşıp üniversitelerinin reklamını yapmakla zorundadırlar… Doktorlar, döner sermayedeki paylarını arttırmak için ilaç, hatta ameliyat pazarlayıcısı olarak davranırlar, vb. vb.  Tüm ücretliler, sık sık yinelenen krizlerde, şirketin ilk aklına gelen önlem olarak uygulayacağı “işçi tensikatı”nda kapı önüne konulan olmamak için, ücret artışı talep etmeden, hatta aylarca ücretini alamadan, sosyal haklarından kesintilere razı olarak, işten atılan arkadaşının da işini üstlenmeye rıza göstererek çalışmak zorundadır. Hiper rekabetçi küresel ekonomik çevre, rasyonelleşme ve münhasıran şirket kârlılığı üzerine odaklanan anlayış, sendikaların giderek güç yitirdiği, iş güvencesinin ortadan kalktığı, daha uzun ve daha yoğun çalışma saatlerine, kısa ya da sabit süreli sözleşmelere ya da proje temeline dayalı bir istihdam ortamını biçimlendirmiştir.

Bu koşullar, emekçiler arasındaki dayanışmayı tahrip ederek yüksek ölçüde rekabetçi bir çalışma ortamını biçimlendirir. Elemanlar birbirlerinin elindeki müşteriyi “kapmak”, diğerini personel müdürü nezdinde küçük düşürmek için birbirleriyle yarışır. “Narsist,” diyor Giddens, herkesi rakip kategorisine dahil etmekle, (….) derin antisosyal dürtüler beslemekle grup güvenliği ve sadakatini berhava edecektir. Kural ve düzenlemelere saygı va’zederken gizlice bu kuralların kendisini bağlamadığına inanacak, neoliberalizmin atomize toplumunda içkin ötekilik korkusunu sergileyecektir.”

Evet, “narsist kişilik”, çalışanları ölümcül bir hem yukarıya doğru tırmanma, hem de istihdam piyasasının dışına düşüp meteliksiz kalmama, kredi kartı borçlarını ödeyememe yarışına sokan neoliberalizmin bataklığında biçimlenmektedir.

Ağır stres altında, insanı insanlığından uzaklaştıran, çevresindeki herkesi alt edilmesi, ayağı kaydırılması gereken bir rakip olarak görmesine yol açan bu “hayatta kalma” yarışında insanların yarışmayı sürdürebilmesi için sopanın yanısıra, bir de bir tutam ota ihtiyacı vardır.

İşte bu “bir tutam ot”, tüketimdir: yalnızca hayatta kalabilmek, karnını doyurmak, başını sokacak bir dam altı bulabilmek, soğuktan, sıcaktan korunabilmek, bir yerden bir yere gidebilmek, haberleşmek vb. için gerekli nesnelerin değil, kendini “krallar/kraliçeler” gibi hissetmesini sağlayacak şeylerin tüketimi… Neoliberal ekonomi politikaların süreğen bir gelecek kaygısı, “durmayalım, düşeriz” telaşı, her gün varlık alanının bir parçasını sermayeye kaptırma, kendi yaşamını denetleyememe, geleceğini biçimlendirememe yetisizliğine mahkûm kıldığı insan(cık)lar için kendini güçlü, muktedir, yetkin, güzel, yakışıklı hissetme avuntusuna olan ihtiyaç… “Mış gibi”ler dünyasına hoş geldiniz!

Ve tüm bunlar, giderek ekran ve tuşlara irca olan bir dünyada gerçekleşmektedir. Tek amacı “kȃr, daha çok kȃr” bir sistemin dışında icat edilmiş olsaydı insanın içsel varlığını zenginleştirmede, yaşamı kolaylaştırmada ya da estetize etmede önemli işlevler üstlenebilecek bir teknolojik olanağın hem insanların zihinlerini, hem de tüm bir dış dünyayı kolonize ederek uçsuz bucaksız, sınırsız, birleşik ve bitimsiz bir AVM’ye dönüştürdüğü  bir ortamda…

Bu “yeni” mekȃnda mahalle bakkalı yerini önce markete, sonra süper, ardından hiper ve nihayetinde sanal markete bırakırken, alışveriş listesi, bir ekmek, bir paket makarna, bir kilo soğanın çok ötesine taşınmıştır. Satın aldıklarımızın pek azı, artık karnımızın doymasıyla ya da herhangi bir ihtiyacımızın giderilmesiyle ilgilidir: somut örnek mi? Yazları geçirdiğimiz Ege köyünde, sanal marketten babasının kredi kartıyla sipariş ettiği bir çift kırmızı Nike’ı teslim aldığında resimlerini “Onlar benim bebeklerim” başlığı altında Facebook’unda paylaşan, 16 yaşındaki marangoz çırağı Süleyman… Ayakkabıları Süleyman’ın ayağını ısıtmak, korumak, işlevinden çoktan kopmuştur. Onlar artık Süleyman’ın tüketebildikleri sürece tutunabilenler âleminde ayakta kalmasını sağlayan ikonlardır. Artık sahici değillerdir,  ayakkabı-“ymış gibi” yapan prestij nesneleridir. Tıpkı Facebook’unda hava atarken “zengin çocuğu”-“ymuş gibi” yapan Betçeli Süleyman gibi…

Ama diyorum ya, artık deniz bitti… Hepimiz, ayırdında olalım ya da olmayalım, yolun sonundayız. Bir çift ayakkabıyla erişilmezler dünyasına dâhil olabileceğini sanan Süleyman da; oy vererek, şarkı söyleyerek, pilates-yoga yaparak, sosyal medya paylaşımlarıyla dünyayı değiştirmeyi uman bizler de…

Kabullenmek gerek; kapitalizmin geç evresi, neoliberalizm yaygın ve derin bir yanılsama yarattı: bildiğimiz herşeyin, devletin, tarihin, proletaryanın, toplumun, büyük anlatıların, gerçekliğin… sonu gelmişti. Herhangi bir “yüce ideal” uğruna mücadele, artık uzak ve unutulmuş bir geçmişe ait, arkaik, anlamsız bir şeydi.

Bundan böyle sadece birey vardı: kendisine odaklanmış, hazdan ibaret, artık yapacağı tek iş, sonsuza dek gezinmeye yazgılı olduğu cennet bahçesinde canının çektiği meyveyi elini uzatıp kopartmak olan birey. Tüketebildiği ölçüde var olan, ontolojisi tüketebilme kapasitesiyle bitişik: Süleyman’ın yanılsaması…

Elbette “huzursuz ruhlar” için her şey sunulduğu kadar mükemmel olmayabilirdi… Ama bunun da çaresi vardı; bireyler ve toplumsal kesimler üzerinde bir baskı aracı olarak devlet, bundan böyle küçüldüğü, büzüştüğü ya da etkisizleştiğine, daha doğrusu “yeni yaşam”ın “gerçek” aktörleri şirketlerle “sivil toplum” arasından çekildiğine göre, bazı şeyleri düzeltmek bu aktörlerle devlet arasındaki diyalogla mümkündü.  Sınıf çatışmaları ve diğer yıkıcı şeyler, yerini herkesin yararına olan müzakereye bırakarak tarihe karışmıştı. Farklı kesimler; etnik gruplar, farklı cinsel yönelimli bireyler, kadınlar, bir “proje” çerçevesinde bir araya gelmiş gelgeç (nihayetinde  “akışkan” zamanlarımız tüm kalıcılıkları berhava edecek tarzda işliyor, öyle değil mi?)  birliktelikler hâlinde itiraz ve taleplerini “zamanın sahipleri”yle müzakere edebilir, hatta biraz daha şövalye ruhluysalar, düzenin “dış”ında kollektiviteler oluşturup orada tecrit bir yaşam sürdürmeyi yeğleyebilirlerdi… “Yeni sol”un yanılsaması…

Ancak, neoliberalizmin cilaları dökülmeye başladığında bu iki yanılsamanın da sonu ayan beyan açığa çıktı … Kapitalizm hiç de sosyalizm, işçi sınıfı mücadeleleri vb.’nden kurtulduğunda ebedi bir istikrara kavuşmuş değildi… Herkesin elini uzattığında dilediği meyveyi kopartıp afiyetle yiyebileceği cennet bahçesi hiç değildi… Birbiri ardısıra patlak verip tüm yerküreyi sarsan iktisadî ve malî krizler, gelir dağılımındaki küresel ölçekli  muazzam uçurum ve bir tarafta sınırsız bir servet, diğer tarafta sefil bir açlık birikmesine yol açan dizginsiz bir sömürü rejimi olduğunun anlaşılması uzun sürmedi. Marangoz çıraklarının düşlerinin sınırlarını acı bir dille anımsatan… Kredi kartı borçları ödenemez hȃle geldiğinde Süleyman’a bundan böyle kırmızı Nike’larına her baktığında annesinin haciz memurunun elinde kamyonete yüklenen oturma takımlarının ardından çırpınışını ve babasının gözlerindeki derin umarsızlığı anımsatacak olan… Süleyman için denizin sonu…

Ve neoliberalizm, krizler içinde debelendikçe hoşgörü, diyalog ve ebedî demokrasi maskesini de sıyırarak kapitalizmin özüne indirgenmiş faşizm olduğunu ilan etti sonunda. Devletler küçülmüş, etkisizleşmiş filan değildi; sadece aşağıdan yukarıya doğru sermaye transferini sağlamak üzere “sosyal” yönlerinden soyulmuşlardı… Yoksa pastadan paylarını büyütmek amacıyla başka burjuvazilerle kıran kırana bir mücadele içinde olan burjuvazilerin elinde bir silah olma özellikleri devam ediyordu. Devlet gücünü eline geçiren kesim(ler) diğerleri, başka halklar, ama özellikle de emekçi sınıflar üzerinde bir terör aygıtı olarak kullanmakta tereddüt etmiyorlardı. Yiten, küçülen, etkisizleşen devlet değil, emekçilerin sermayenin bu pervasız saldırısına karşı durmalarını sağlayacak sınıf örgütleriydi. Ve belki bir de emekçilerin, ezilenlerin sermayenin iktidarının asla uygarca müzakere dilecek bir “partner” değil, sınıf düşmanı olduğu yolundaki o duru ve kararlı sınıf bilinci. Yerini dünyanın elini taşın altına sokmaksızın, acılar çekmeksizin, ağır, belki de çok ağır bedeller ödemeksizin “şenlikli” yoldan değiştirilebileceğine inanan safdil bir yanılsamaya bırakarak yitip gitmişlerdi…

Süleyman ne yapacak, bilmiyorum. Belki Olympos’takiler arasına katılma düşlerini terk ederek “küçük adam”lığı kabullenir, yaşamı boyunca iki yakayı bir araya getirmek için çırpınır durur. Belki yoksulluğunun ve hiçliğe mahkûmiyetinin suçunu “başkalarına”; göçmenlere, Kürtlere, LGBTI’lilere, solculara filan yükleyerek bir Polat Alemdar’cık olarak sürdürmeyi seçer yaşamını. Belki kendini dine-imana verir, sota yerlerde bira ya da cigaralık içmekten vaz geçipcamiden çıkmayan, mahallenin kızlarına ayar çeken bir ahlâk bekçisi kesilir başımıza. Veya ne bileyim, “yırtmak” için Mafya ayakçılığına yönelir…

Ya da, kim bilir; belki de dünyayı adil, eşitlikçi, özgürlükçü bir kardeşlik sofrasına dönüştürme mücadelesine katılır…

Ama bunun için içimizden birilerinin, Betçeli Süleyman’(lar)ın yüreğine dokunması gerek… Onu karşısındakinin gözlerinin ta içine bakabilen, birbiriyle kardeş, yoldaş, hayatı değiştirmeye kararlı, bunun için önce kendilerini dönüştürebilmiş, hayata dupduru bakan, tutkulu, tumturaksız, özverili, diğerkȃm, gözükara, doğru sözlü, söylediklerini yapan, yapamayacaklarını söylemeyen  “sahici” insanların var olduğuna ve onların elinde bu dünyanın değişebileceğine, güzelleşebileceğine ikna etmesi gerek. “Bizi tüm kurtaracak olan, kendi kollarımızdır” gerçekliğine…

Evet, artık ayırdına varmalıyız. Kurtarıcı yok… Kurtarıcı bizleriz, sıradan, hayatını emeğiyle kazanan, çulsuz, mülksüz insanlar. Alelade emekçiler. Ve alelade emekçiler olarak sınıfımızın kadîm düşünü istiyoruz: eşitlik, özgürlük, kardeşlik, insanca, onurlu bir yaşam. Kimsenin kimseyi sömürmediği, kimsenin kimseye kulluk etmediği bir dünya…

Ve çıplak ve zalim, ve biz izin verirsek sonsuza dek sürmeye kararlı, ama aynı zamanda bir o kadar da yeryüzünü, yaşamı tüketen bir sistem olan kapitalizm karşısında, duru bilincimizden, kararlılığımızdan ve çıplak ellerimizden başka bir silahımız yok. Ve de sokağın sahiciliğinden…

Tarihin verdiği bir ders varsa, o da, onun akışını ancak kararlı ve her şeyi göze almış yığınların sokakla buluşmasının değiştirebileceğidir… Sokaklar, öfkemizin de, irademizin de, tutkularımızın da sahiciliğinin sınandığı mekânlardır. Bizi gerçekliğe, onun acımasızlığına, ama aynı zamanda dönüştürücülüğüne çağırırlar.

Ve yaşam gücümüz, ancak sokakta “mış gibilikler” dünyasından sıyrılarak kendini, sınırlarını test eder. Birbirimizin elini sokakta kavradığımızda, sahicileşiriz: tutkularımızla, coşkularımızla, sevdalarımızla, öfkelerimizle…

Paranın rezil, rezilleştirici padişahlığının en çok korktuğu da budur!


[*] 6 Ağustos 2018 tarihinde Seferihisar’da düzenlenen 12. Tiyatro Buluşması’nın ‘İnsanı İnsanlaştıran Değerler ya da Aşk, Sanat, Başkaldırı, Mücadele’ başlıklı oturumunda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:206, Eylül 2018…

[2] Ortega y Gasset.

[3] Karl Marx, 1844 Elyazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1976.