Kapitalist Sistemin Rose Adası Korkusu ve Hileli Girişimleri…

İtalyan Mühendis Giorgio Rosa 1968 yılında, Adriyatik Denizi’nde, kıyıya 6 mil sınırına 500 metre uzaklıkta 400 metrekarelik bir platform inşa ederek, kısa ömürlü bir Mikro ulus devlet ilan eder. Ve resmi dil olarak ta Esperantodur’u ilan eden küçük bir devletçik.

Durumun ciddiyetini gören İtalya hükümeti, 5 kişilik ekibi bu ülkülerinden vazgeçmeleri için birçok (rüşvet anlamında)  ödünler vermek ister.

Ancak Giorgio’nun Birleşmiş Milletler ve Avrupa Komisyonu nezdinde girişimlerde bulunduğunu, bu girişimin karşılık bulduğunu öğrenen İtalya Hükümeti, alel acele adaya operasyon kararı alır. Yasa tanımaz hükümet, ödünden bir şey çıkaramayınca, imha hareketi için harekete geçiyor. “Yani egemenler rüşvet, kayırma ve bölme yoluyla sonuca gitmediğinde, şiddet, baskı ve terör yolunu seçmekten sakınca görmezler.” Bunu öğrenen arkadaşları, vad edilen ödünlerden vaz geçerek adalarına dönerler. Birlikte sonuna kadar yürümeye karar verirler.

Kısa bir süre bağımsız kalan bu Mikroulus devlet, İtalyan hükümetinin talimatıyla “İtalya’nın egemenlik hakkını ihlal ettiği” gerekçesiyle İtalyan Donanması tarafından işgal edilip 13 Şubat 1969’da havaya uçurulmuştur. O yıllarda 6 mil olan karasuları sınırı, Birleşmiş Milletler tarafından 12 mile çıkarılmıştır. İşte böyle bir girişimim egemenler üzerinde yarattığı korku ve panik bu tür akıl almaz yöntemlere başvurur hale getirmiştir. Burada egemen güçleri korkutan en büyük etken ise toplumda gelişecek özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık eğilimleridir. Demokrasi ve Özgürlükleri yalnız kendileri için sınırsız kılan egemen güçler, halka ve toplumun diğer katmanlarına ise sınırlar çizer. Bu sınırlar ise kendi menfaat ve çıkarlarını koruma sınırlarıdır. Bunu bastırarak, toplumda filizlenen bu eğilimlere darbe vurmayı başarmıştır.

Bunu yazmadaki kastım, aslında tüm ileri kapitalist görülen ülkelerde veya geniş demokrasi ve demokratik haklardan bahseden, geri kalmış ve ya gelişmekte olan ülkelerde de egemenler, kendi geleceklerine yönelik gelişecek her ileri harekete karşı aynı tutumu takındıklarıdır. Demokratik hak ve özgürlüklerin tam kullanımı her zaman engellerle karşılaşabilmektedir. Bunu kendimin de içinde olduğu 2001 yılındaki Dersimdeki biz Eğitim-Sen’lilerin sürgün olayından aktarayım. 2000 yılında Pertek ilçesinde yaşanan ve siyasilerinde içinde olduğu, resmi güçlerin tarihi dokuya zarar veren yasadışı girişimlerin yazılı basında teşhir edilmesi üzerine, birçok araştırma içten içe soruşturmalar sonucunda, 2001 yılı 26 Ocak Cuma günü okulların yarıyıl tatiline gireceği gün, karne dağıtımı sonrası, bizlere bir sürgün kararnamesi tebliğ edilerek imzalatıldı. Bu işlem o gün saat 13 00 te oldu. Ancak ilçe dışında olan Mal müdürü, yolluklarımızın hemen verilip ilişkimizin kesilmesi için acilen geri çağrılmıştı. Saat 15 00 civarında ise yolluklarımız verilerek, ilişkimiz resmen kesilmişti. Normal koşullarda böyle bir işlem yapılmaz. Ama tatile girmeden bu işlemin yapılması, bizim yasal itiraz yollarını kapatmak ve 15 günlük mehil müddetimizi tatile kurban etmekti. Kısaca ağır işleyen bazen işletilmek istenmeyen bu tür işlemler, bize karşı olağanüstü çaba içine girilerek, OHAL bölgesi dışına sürmekti. Bu sürgün olayı gerekçesi “sendikal faaliyet” olarak izah edilse de, asıl olaylar karşısında duyarlılık gösteren bireylerin bu tür haksız uygulamalara uğratılarak, bıkkınlık yaratma isteklerinden kaynaklıydı. Yani gerektiğinde usulsüzlükler sınır tanımıyor. Hak edilenler verilmek istenmezken, kendi istediklerinde de hiçbir yasak hak hürriyete izin vermeden işlem yapabilmektedirler.

Olağanüstü Hal Koşullarının olduğu o dönemde, bilindiği gibi OHAL koşullarında OHAL yetkililerinin yaptığı her tür işleme karşı iç hukuk işlemez. Yani OHAL yasaları Anayasa ve Yasalar üstü işlemi görmektedir. İşte egemen güçler de OHAL yasalarını istedikleri gibi uygulayabilmektedirler. Her tür Kişi Hak ve Hukuku yok sayılabilmektedir. O zaman Milli Eğitim Bakanlığı DSP’de idi. Sözüm ona Sosyal Demokrat geçinen bu partinin denetimindeki Bakanlık ise, bu konuda durdurma gibi bir girişim yerine, “sürüldüğünüz ili beğenmiyorsanız, size sunacağımız 5 il içerisinde birini siz tercih edin” teklifini vermiş. Aslında benim böyle bir talebim olmamıştı. Ancak bu talepte bulunan arkadaşlara bu teklif edilmişti. Yani bakanlık bu yaklaşımı ile bize şunu demek istiyordu. “siz gelin bu konuda yer konusunda düzeltme yapalım. Ama sürgün işlemi devam etsin”di. Biz bu teklifi yetkililerle görüşmemiz durumunda, haksız yere ve bu sürgünümüzü kendimiz de onaylamış olacaktık. Yani “siz iyi ettiniz de bizi sürdünüz anlamında olacaktı.” Ben birey olarak bu teklifi kabul etmedim ve görüşmeye de katılmadım.

Bu hukuksuz sürgün olayını iç hukuk yolları kapalı olduğundan dolayı, olayı direk Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıdık. Bir Avukat aracılığı ile dava başvurumuzu yaptırdık. Dava AHİM tarafından kabul edildi. Ancak Avukatımız olan zat bu dava için gerekli olan ve mahkemece kendisinden istenen emsal dava örneklerini ve gerekli evrakları zamanında göndermediğinden dolayı, davamız zaman aşımına uğrayarak, dava düşmüş oldu. Tunceli’de AHİM’e başvuranlar, Avukatlarının davayı iyi takip ettiklerinden dolayı kazandılar. Biz Pertek grubu ise Avukatımız sayesinden davayı kaybettik. Kısaca güvenerek davayı emanet ettiğimiz Avukatımızda bu davamızı takip etmeyerek, bizi yarı yolda bırakarak, bize bu haksız uygulamayı yapanlara destek çıkmış oldu… Haklıyken böyle bir davayı kaybetmek, daha büyük bir kayıp olarak hanemizde kayda geçmiştir. Bu yolda haklı olmak yetmiyor. Beraber yürüdüğün, omuzdaş bildiğin insanların seninle ne kadar yürüyebildiklerini de bilmek ve o öngörüye sahip olmak ta önemlidir. İşte Rose Adası hikâyesi bizim için çok önemli bir göstergedir. Onlar birlikte sonuna kadar yürüyerek, egemenlerin yüreğine gerekli korkuyu salmışlardı…