Patates Yiyenler, Babaannem ve Annem

Van Gogh’un eserlerinin basılı olduğu kitapta “Patates Yiyenler” tablosunun fotoğrafına baktı. Bir sonraki sayfaya geçip, tekrar bir önce baktığı sayfaya geri döndü. O sayfada durdu. “Patates Yiyenler” tablosunun fotoğrafına uzun uzun bakmaya başladı. Resimde sanatçı beş kişiyi sarı ışık altında bir araya getirmişti. En sağdaki kadın masanın üstündeki 4 beyaz fincana çay ya da kahve dolduruyordu. Kadının sağındaki adam kahve fincanını ağzına götürmek üzereydi. Diğer kadın ve erkek de önlerindeki tabaktan büyük olasılıkla patates yiyordu. Tavandan masanın tam üzerine denk düşmüş gaz lambası, sarı titrek ışığıyla figürlerin bir kısmını aydınlatıyordu. İzleyiciye sırtı dönük figür çocuk muydu, yetişkin miydi? karar veremedi. Uzun süre baktıktan sonra arkasına yaslandı. Gözlerini kapattı.

Elektrikler kesilmişti. Evde babaannesi, annesi ve kendisi vardı. Gaz lambası cılız ışığıyla aydınlatıyordu odayı. Lambanın camı her dakika daha da isleniyordu. Masanın üstünde ve tam ortasında duran gaz lambası hafifçe gaz kokusu yayıyordu odaya. Oda kapısının tam karşısında soba vardı. Soba annesinin her sonbaharda gri yaldız boyayla boyayıp kullanmaya hazır ettiği, tenekeden, silindir bir sobaydı. Fazla odun attıklarında nar gibi kızarırdı teneke soba. Sobanın önünde küçük camlı bir kapak vardı. Annesi arada bir ateşi canlandırmak için maşayla itip kakardı külleri. Gaz lambasının sarı ışığı sobanın camlı kapıcığından gelen kızıl ışıkla buluşurdu kâh duvarda, kâh tavanda. Buluşan sarı ve kızıl ışık turuncuya dönerdi.

Bir aslan ayaklı masa, etrafında kesinlikle takımı olmayan sandalyeler odanın ortasındaydı. Karşı duvarda bir divan. Üzerinde 4 adet yastık duvara dayalıydı. Divan örtüleri çiçekli, biraz da yıpranmıştı. Yerde bir halı, kırmızılıydı. Balkona açılan kapının pencerelerindeki perdeler dikey çizgiliydi.

Yerler rabıta döşeliydi. Annesinin her hafta sektirmeden tahta fırçasıyla temizlediği ve mutlaka bir kıymık batmasıyla karşı karşıya kaldığı ahşap yer döşemeleri…

Babaannesi ve annesi sessizce dikiş dikerlerdi. Elindeki iğneye ipliği geçiremeyen babaannesine annesi yardım ederdi. İpliğin ucunu dişiyle koparan annesi iki dudağının arasında alıp tükürüklediği ipi, baş ve işaret parmağı burkarak iğne deliğine sokardı. İlk seferde yapamazsa gözlerini kısıp, iğne ve ipliği gaz lambasından yana çevirerek cılız sarı ışıktan yararlanırdı.

Gözleri hemen balkon kapısının üzerine asılmış, siyah üzerine altın renginde bir boya ile yazılmış adeta dans eden, eğilen bükülen, estetik bir şekilde uzayıp bir nokta ile duran harflere takıldı. Eline ilk kalem defter verdiklerinde o harfleri taklit etmeye başlamıştı. Babaannesinin arapça dediği o harflere bir resimmiş gibi bakıyordu. Harfleri tanıdığı birşeylere benzetmeyi de seviyordu. Dedesini hiç tanımamıştı. “O doğmadan 3 ay önce ölmüştü. Onun ne kadar güçlü ve uzun boylu olduğunu hep anlatırlardı. 15 yıl askerlik yapmıştı, çavuştu. Yemen de savaştığı için arapça biliyor ve arapça şarkılar söylemeyi seviyordu” diye anlatırlardı. Divanın dayandığı duvarda bir duvar halısı vardı. Hemen hemen tanıdığı bir çok komşunun duvarında değişik versiyonlarını görmüştü. Kocaman boynuzları olan bir geyik tüm heybetiyle duvar halısının merkezinden, halıya kim bakıyorsa tam da onun gözünün içine bakardı. Öyle bakardı ki avcısıyla avı bir anlık donup kalıyormuş gibi olurdu. Ağaçlar, çiçekler, dağlar, geyiği çevreleyerek yerlerini almışlardı. Geyiğin ayaklarının dibinde masmavi duru bir dere mi, göl mü bilemediği bir su birikintisi duruyordu. Halının etrafı birbirini tekrar eden yaprak motifleriyle çevrelenmişti. Babaannesi böyle bir yerin ancak cennet olabileceğini söylemişti. Bu duvar halılarının Kâbeli’sini, kuğulusunu ve arka planda Topkapı sarayı mı, Ayasofya mı olduğunu çözemediği kahve içen tombul tombul hoş hatunları olanlarını da görmüştü.

Babaannesi ve annesi sarı ışık altında yıpranmış çorap topuklarını yamarlardı. Kullanılmayan ampullere önce çorabı geçirirler, sonra yıpranmış kısmı hafifçe gerdirirlerdi. Çorabın rengine en uygun renkteki ipliği iğneye geçirip, deliği en dışından içe doğru sabırla örüyorlardı. Bir çorap biterse, diğer çoraba geçiyorlardı. İç geçirerek, arada sessizce kısa sohbetler ederek konuşurlardı. Gaz lambasının ışığıyla bazen yüz ifadeleri ürkütücü, bazen de komik olurdu. Ne yazık ki, 13 yaşında kocaya verilen annemin kayınvalidesi değil, annesiydi babaannem. Çok güzel anlaşırlardı.

Sırtını yaslandığı sandalyeden ayırdı. Gözlerini açtı. Tekrar Van Gogh’un “Papates Yiyenler” tablosunun fotoğrafına baktı. İstemsiz kitaptaki resmi burnuna götürdü, kokladı. Sonra uzaklaştırdı burnundan kitabı; patates ve gaz lambasının kokusu odaya yayıldı sonra giderek kayboldu.

Gaz lambası, sarı ışık, Van Gogh yıl 1885.
Gaz lambası, sarı ışık, babaanne, anne, yıl 1970.

Canan GÜLDAL
Latest posts by Canan GÜLDAL (see all)