Öncesiyle 15-16 Haziran’dan bugün(ümüz)e*

“Her yakın zulmün
küçük hisseli
uzak ortağıyız.”[2]

15-16 Haziran’dan, tarih(imiz)e damgasını vuran işçi kalkışmasından söz etmek için öncelikle, işçi sınıfının tarihi eylemliliklerine, grevlerine değinmek “olmazsa olmaz”dır!
Çünkü Karl Marx’ın, “İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar,”[3] vurgusuyla tarif ettiği kapitalizm koşullarında grev hakkı sınıf mücadelesinin en etkili aracıdır; açık bir sınıf tercihinin ürünüdür.
Dolayısıyla grev, mevzuatla sınırlı teknik bir çalışma ilişkisi değil, işçi sınıfının hem dünyada hem ülkemizde ciddi mücadelelerle kazandığı tarihsel bir haktır. Ve de 15-16 Haziran kalkışması da söz konusu tarihsel hakkın savunulmasına yönelik direnişin kendiliğinden bir isyana dönüşmesidir.

TARİH(İMİZ)DEN

Tarihe bakmadıkça bugünü görmek ve gelecekle ilgili öngörülerde bulunmak, tavırlar geliştirmek mümkün olmaz.
İnsanın ortaya koyduğu her türlü başarı ya da başarısızlıkların, kazanımların ya da kaybedişlerin bir tarihi vardır. Bu bağlamda tarihe, tarih bilinciyle bakmak bize yaşadığımız zamana eleştirel bakma olanağı verir. Bu aynı zamanda özgürleşme, insanın insan olarak yaşama olanaklarının gerçekleştirilmesi yönünde politik bir yaklaşımı da içerir. Bu nokta da toplumsal bir varlık olarak insanın üretim ve tüketim ilişkileri çerçevesinde ortaya koyduğu birliktelikler, örgütlenmeler ve eylemler, tarihsel bir bakışla incelenmesi ve değerlendirilmesi gereken önemli tarihsel-kültürel miras olarak anlaşılabilir. Tarihsel ve kültürel miras ve geleneğin önemli unsurlarından biri de işçi hareketleri tarihidir.
Osmanlı’dan günümüze kadar ülkemizde işçi hareketinin tarihi de kendi toplumsal serüvenimizde hatırlanması ve gündemde tutulması gereken önemli unsurlar içermektedir.
Çünkü işçi hareketinin tarihi, ülkenin nereden nereye geldiğinin ve nereye gideceğinin de tarihidir. Söz konusu tarih, hem süreklilikler hem de kesintiler içerir. Baskılar, yasaklamalar kadar başkaldırının, dayanışmanın ve direnişin de tarihidir.
Örneğin 1853 yılındaki Dolmabahçe Sarayı’nın inşaatında ücretini alamayan işçilerin grevi, tarihimizdeki ilk eylemdir. Balyan kardeşler inşaata inanılmaz paralar harcarken; devlet maliyesi göçmüş ve ilk tasarruf tedbiri yine işçi ücretlerine yönelik olmuştur.
1587’de Sultan Üçüncü Murat döneminde vezir Mehmet Paşa’nın cami inşaatında çalışan dülgerler ve taş yontucuların 16 akçe olan gündeliklerinin Osmanlı parasında yaşanan değer kaybı sonucu değer yitirmesine karşı giriştikleri iş bırakma eyleminden; 1826’da Haliç’te kurulan Feshane, 1845’te Hereke’de kurulan halı, ipekli ve yün dokuma fabrikası, 1830-1850 arasında Beykoz’da, Yıldız’da, Paşabahçe’de kurulan çini ve cam eşya fabrikalarındaki direnişlere; ya da 1872 Haliç Tersanesi’nde önce İngiliz işçilerce başlatılan, daha sonra tüm yerli emekçilerce kucaklanan Tersane grevi ve 1908 grevleri; veya Düyunu Umumiye İdaresi’nin Tütün gelirlerini idare eden Reji; Anadolu Demiryolları; Ereğli kömür madenlerindeki örgütlenme ve grevleri bu coğrafyadaki işçi sınıfı mücadelelerinin önemli duraklarıdır.
İlk örgütlü grev 1872 yılında Ameleperver Cemiyeti tarafından örgütlenmiş, Taşkızak Tersanesi’nde üç aydır ücretlerini alamayan işçilerce gerçekleştirilmiş ve haklarını almışlardı.
Ücretlerin ödenmesi talebi dışında yapılan bir başka ilk ise, 1879’deki çalışma saatlerinin azaltılmasını isteyen yapı işçileri greviydi.
Bu çerçevede imparatorluk tarihi boyunca genel bir sanayi sayımı yapılmayan Osmanlı yönetiminde, Ticaret ve Ziraat Nezareti tarafından 1913 ve 1915 yıllarında İstanbul, İzmir, Manisa, Bursa, İzmit, Karamürsel, Bandırma ve Uşak illerini kapsayan kısmi bir sanayi sayımı yaptırılmıştı. Bu sayımın sonuçları 1917 yılında ‘1329, 1331 Seneleri Sanayi İstatistiği’ başlığıyla yayımlanmıştı.
Söz konusu sayımın sonuçlarından da anlaşıldığı üzere, Osmanlı ekonomisi, gelişmiş Avrupa ekonomilerine ham madde ve yiyecek maddeleri satma ve onlardan mamul madde alma şeklinde işleyen bir yapıya sahipti. Üretimin büyük çoğunluğu hâlâ zanaatkârlık aşamasındaydı. Üreticiler sahip oldukları aletlerle kendileri çalışarak yakın çevreleri için üretim yapmaktaydı. Öte yandan tüccarların ve taşeronların yönlendirdiği, genellikle evlerinde çalışan ve ürettikleri ürünü tekrar bunlara teslim eden önemli bir üretici kesim vardı. Ayrıca Osmanlıların son dönemlerinde gelişme gösteren özellikle tekstil alanında olmak üzere bazı imalat atölyeleri bulunuyordu. Çok az sayıda da buhar ve elektrik enerjisi ile üretim yapan fabrika vardı.
Osmanlılar’da yüksek fırınlar ve metalürji fabrikaları yoktu. Bazı aletlerin yapımında gerekli olan hammadde için hurda demir kullanılıyordu. Bu nedenle elbette makine yapan sanayi de yoktu. Osmanlı sanayisinde kullanılan makineler ithal edilmişti ve birkaç fabrikada söz konusu olabilen makine imalatı ise montaj sanayisi niteliğinden öteye gitmiyordu.
Sayım yapılan bölgelerdeki imalatın 1915 yılındaki yüzde 70.3’ünü gıda sanayii oluşturuyordu. Ülkede üretilen pamuğun yüzde 80’i ham olarak ihraç ediliyordu. Gıda, toprak, deri, ağaç, dokuma, kırtasiye ve kimya sanayileri olarak yedi başlık altında toplanmış olan Osmanlı sanayi üretiminde sözü edilen yörelerde istihdam edilmiş işçi sayısı ise 1913’te yaklaşık 17.000 iken, 1915’te 14.000’e düşmüştü.
Cumhuriyet döneminde ilk sanayi sayımı 1927’de yapıldı. Ülke çapında gerçekleştirilen bu sayımın sonuçlarına göre, 65.245 işyerinde 256.855 işçi çalışıyordu. Ancak işletmelerin yüzde 96.85’indeki işçi sayısı, 1 ile 10 arasındaydı. Ayrıca bu işletmelerin yüzde 43’ü tarım, hayvancılık ve ev ürünleri alanındaydı. Çalışanların 38.000’ini kadınlar, 23.000 kadarını da 14 yaş altındaki çocuklar oluşturuyordu.
Yirmiden fazla işçi çalıştıran işletmelerin oranı yüzde 1.4’tür. Sayım sonuçları göstermektedir ki, hem büyük ve modern sanayi işletmelerinin, hem de bu işletmelerde çalışan işçilerin sayısı son derecede düşüktür. Ayrıca işçi statüsünde görünenlerin önemli bir bölümü de henüz köyleriyle bağını koparmamış işçilerden oluşuyordu. Köylülükle ilişkisi kalmamış gerçek sanayi işçilerinin sayısının 2-3 bin kadar olduğunu söyleyebiliriz.
Buna rağmen, özellikle 1908’deki İkinci Meşrutiyet sonrasında ücretlerini ve çalışma koşullarını iyileştirmek isteyen işçilerin çok sayıda grev girişimi olmuştu. İşçi grevleri İkinci Meşrutiyet dönemindeki yoğunlukta olmamakla birlikte Cumhuriyetin ilk yıllarında da sürmüştür. Örneğin 1923’te Şark Demiryolları Şirketi işçileri grev yaptı. 30 Haziran 1924’te İstanbul posta dağıtıcıları, ücretlerini yetersiz bularak topluca istifa ettiler. Temmuz 1924’te İzmir’de kuru meyve fabrikalarında çalışan işçiler yedi gün süren grev yaptılar…
1923 Şubat’ında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde de, işçi temsilcilerinin, sendikal örgütlenme hakkı, sekiz saatlik işgünü, ücretli tatil günü talepleri ve 1 Mayıs’ın İşçi Bayramı olarak kabul edilmesi talepleri herhangi bir itirazla karşılaşmadan Kongre tutanaklarına geçirilmişti.
1924 yılında ücretli hafta tatili günü kanunu kabul edildi.
1924 yılı, gerek işçiler, gerekse genel siyasi yaşam bakımından erken Cumhuriyet döneminde özgürlüklerin en yüksek düzeyde olduğu bir yıl olarak nitelendirilebilir. 1925 Şubat’ında Şeyh Sait ayaklanmasının başlamasını takiben 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükun Kanunu’nun TBMM’de kabul edilmesiyle, özellikle işçiler için daha zor sayılabilecek bir dönem başlamıştır.
1927 tarihli İş Kanunu Taslağı, özgürlüklerin ülke çapındaki gerilemesinden payını almış görünüyordu. Zaten 1936’ya kadar da taslak olgunlaştırılıp bir iş kanunu hâlini getirilemedi. 1936 tarihli 3008 sayılı ilk iş kanunu, sosyal sigorta sisteminin temel ilkelerini ve kademeli olarak kurulmasını belirlemişti. Ancak bu kanunla, ekonomik kalkınmada devlet yatırımlarına ağırlık verme politikasının da bir sonucu olarak grev ve lokavt yasağının getirildiğini görüyoruz.
1936’ya kadar olan dönemde, Cumhuriyet yönetiminin işçi politikası, ülkedeki güvenlik sorunlarının ağırlığına, ekonomide devletçilik politikasının sürdürülmesine ve çeşitli grupların sermaye birikimlerinin ve devlet yönetimi üzerindeki etkilerinin artmasına bağlı olarak farklı özellikler göstermiştir.[4]
Cumhuriyet tarihinde de sürekli baskı altındaki işçi sınıfı hareketinin maruz kaldıklarıyla, Osmanlı yönetimi arasında yapısal bir fark yoktu!
Mesela Demokrat Parti’nin Çalışma Bakanı Mümtaz Tarhan, 20 Mart 1957’de verdiği beyanatta (DP’li yıllarda sendika, toplu pazarlık ve grev hakkı konusunda gerek Sosyal Siyaset Konferansları ve gerek yazılarıyla kamuoyunun ve işçilerin dikkatini sendikal haklara çeken) Profesör Orhan Tuna ve diğer üniversite hocalarını ağır ifadelerle itham ediyordu: “Yalnız komünist uşaklığı veya şahıs ihtirasları için, sendikalara siyaset sokmak isteyenler (…) Ellerinde sosyal adaletin bayrağını taşıyanların, şimdiye kadar günlük ve işçi gazetelerindeki başmakaleleri, gazetelerde yazdıkları seminer ve kürsülerde söyledikleri birer birer dökülür ve saçılırsa, bu gibi insanların gizli maksatlarının, maskeli yaygaralarının kökünün nerde olduğunu, bu zakkum ağacının nereden sulandığını bu memlekette anlamayan Türk kalmayacaktır,”[5] diye haykırabiliyordu!
Ayrıca ekonomi-politik yaşamda ciddi/ kalıcı izler bırakan Süleyman Demirel’in en çok anımsanan uygulamalarından birisi de grev yasaklarıydı.
Demirel pragmatist ve popülist bir sağcı olarak “Benim işçim, benim köylüm” söylemine karşın, 24 Ocak 1980 kararları ile 1960 ve 70’li yıllardaki emek kazanımları budayanlardandı.
1961 Anayasasının sağladığı sendikal haklar da başı hiçbir zaman hoş olmadı. Nitekim 12 Mart döneminde kamu çalışanlarının sendikal haklarının budanmasına destek verdi. DİSK’e karşı tahammülsüz davrandı. 1970’te DİSK’i fiilen ortadan kaldıran 1317 sayılı yasa Demirel hükümeti tarafından yasalaştırıldı.
Yasa ile sendikalara yüzde 33 oranında ülke ve iş kolu barajı getirildi. Yasaya tepki gösteren DİSK ve üyesi işçiler 15-16 Haziran 1970’de büyük bir direniş gerçekleştirdi.
Demirel grevlere de tahammülsüzdü. Milli güvenlik ve memleket sağlığı gerekçeleriyle grev erteleme rekoru kırdı. 24 Ocak kararlarını uygulamak için sık sık bu yola başvurdu. 1963-1980 döneminde Demirel hükümetleri, 75’i 6. Demirel hükümeti olmak üzere toplam 164 grevi erteledi.
Hatta 1970’de İstanbul’da bir kaç değirmedeki grev bile grevi milli güvenlik gerekçesiyle ertelendi. 1966 Paşabahçe grevi de Demirel hükümeti tarafından ertelenmişti.[6]
Bu kapsamda Türkiye Maden-İş Sendikası’nın önceli olan Demir-İş Sendikası 27 Temmuz 1947’de İstanbul Haliç’te bir semt kahvesinin ev sahipliğinde, “İstanbul Demir ve Madeni İşçileri Sendikası” adı altında ve Yusuf Sidal başkanlığında 11 kurucu ile kuruldu. Demir-İş 1956’da İstanbul dışına taştı ve adını Maden-İş olarak değiştirdi.
Demir-İş, 7 Ekim 1956 tarihinde yapılan X. Genel Kurulu’nda örgütlenmesini İstanbul dışına, tüm Anadolu’ya taşıma kararı aldı ve adını Maden-İş olarak değiştirdi. Genel Başkanlığa Kemal Türkler getirildi. Kemal Türkler 22 Temmuz 1980’de faşistlerce katledileceği güne kadar Maden-İş Sendikası’nın başkanı olarak maden emekçisinin yanında olacaktı. Derinden Gelen Köklerin tarihçesinde 13 Şubat 1961’de TİP’in kuruluşu; 31 Aralık 1961’de Saraçhane mitingi; 27 Ocak 1963’te kıvılcımlanan Kavel grevi; 13 Şubat 1967’de DİSK’in kuruluşu ve 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişleri önemli yapı taşlarıdır. 15-16 Haziran direnişi, sandallarla girilen İzmit SEKA Kâğıt fabrikasının kapılarından, İstanbul’a, oradan da tüm yurt sathına yayılır ve Türkiye’de işçi sınıfının bir sınıf olarak varlığını ve gücünü dost düşman herkese gösterir.
İşçi sınıfı 1 Mayıs 1976’da 1 Mayıs Emeğin Bayramı ve Uluslararası Direniş Günü’nü kitlesel olarak kutlar. 1977 katliamını yaşar. 12 Eylül darbesi özellikle Maden-İş, DİSK ve tüm örgütlü sol düşünceyi hedef alır; sendika liderleri tutuklanır, faşist baskı tüm ülkede düşünceyi baskı altına alır. Sıkıyönetim koşullarında anayasada ve İş Kanunu’nda yapılan değişiklikler aracılığıyla emeğin örgütlenme hakkına ciddi kısıtlamalar getirilir; grev ve toplusözleşme hakları kaldırılır, emeğin kazanımlarına ve örgütlü mücadelesine karşı yıllarca sürdürülecek olan hukuk ve demokrasi dışı baskı dönemi başlar.
DİSK ve Maden-İş davaları açıldığından 10 yıl 10 ay sonra, 16 Temmuz 1991’de Askeri Yargıtay 3. Dairesi’nin “beraat” kararıyla sonuçlanacaktır. Bundan sonrası deneyimlerin paylaşılması ve bir araya getirilmesi dönemidir.[7]
Sonrasında 89 Bahar Eylemleri gelir: Üreten işçi sınıfının yaratıcılığını gösterir. Gerçekten de, eylemler başlangıçta önemli ölçüde kendiliğinden olmasına, önceden belirlenmiş örgütlü bir strateji dahilinde gerçekleştirilmemesine karşın, şekilci eylemlerden, üretimi dolaylı ve doğrudan etkileyen eylemlere doğru aşama aşama gerçekleşecektir.
Sonrasında da TEKEL işçilerinin Sakarya Komünü’nden Metal Fırtınası’ndan, Flormar’lı kadın işçilerin mücadelesine uzanan AKP’li yıllar!
AKP iktidara geldiği 2002’den bu yana 14 grevi yasakladı. Yasaklanan 14 grevin 6’sı OHAL döneminde oldu.
Bu zeminde ‘Emek Çalışmaları Topluluğu’nun yayımladığı ‘2017 İşçi Sınıfı Eylemleri Raporu’na toplam gerçekleşen eylem sayısı 2017’de, 2016 yılına göre yaklaşık 1.8 kat arttı.
2017’de 430 işyeri eylemine 77 bin işçi katıldı. İşyeri temelli eylemlerin yüzde 64’ü basın açıklaması, yüzde 23’ü fiili grev, yüzde 11’i ise kalıcı direniş olarak gerçekleşti. İşyeri temelli eylemlerin yüzde 24’ünde TİS, yüzde 21’inde işten atma, yüzde 14’ünde işteyken ücret gasbı, yüzde 14’ünde KHK’yle işten atma, açığa alma, sürgün nedenleri rol oynadı. Eylem yapılan işyerlerinin yüzde 10’unda ise sendikalaşma çabasının mevcut olduğu kaydedildi.
• İşyeri temelli eylemlerin yüzde 33’ü üretimi durduran ya da yavaşlatan eylemlerdir. Bu oran 2016’ya göre yüzde 4 puanlık bir artış göstermiştir. Özel sektör firmalarının taşeron işçilerinin yaptıkları eylemlerde bu oran yüzde 76’ya çıkmıştır.
• Bu eylemlerin yüzde 49’u hak geliştirme niteliğinde, kalanı ise savunma niteliğindedir. Hak geliştirme oranı özel kadrolu işçilerde yüzde 76’ya çıkarken, memurlarda yüzde 19’a iner.
• Sendikaların örgütlediği işyeri temelli eylem vakası sayılarına baktığımızda 1. sırada 41 vakayla Birleşik Metal-İş, 2. sırada 39 vakayla Türk Metal, 3. sırada 35 vakayla Eğitim Sen gelmektedir.
• Bu eylemlerin yüzde 48’i bir işçi sendikası, yüzde 21’i bir memur sendikası tarafından yapılırken, eylemlerin yüzde 28’i herhangi bir kurum dahil olmadan gerçekleşmiştir.
• 2017’de işyeri temelli eylem vakalarının yüzde 33’ünde en az bir (resmi ya da fiili) grev gerçekleşti. Fiili grevlerin ortalaması 2.7 gün ve resmi grevlerin ortalaması ise 24.8 gün oldu. Toplam grev süresi ortalaması ise 5.6 olarak hesaplandı. 2016 için bu ortalamalar fiili grev için 3.4 gün, yasal grev için 36.5 gün, genel ortalama içinse 6.9 gündü.[8]

15-16 HAZİRAN KALKIŞMASI

“15-16 Haziran Kalkışması” deyince ilk altı çizilmesi gereken; “16 Haziran’da 150 bin işçinin sokakta” olmasıydı![9]
İşçi sınıfının en kitlesel başkaldırı hareketi olarak tarihe geçen 15-16 Haziran hâli; işçi sınıfının “Vardım, Varım, Varolacağım” haykırışıydı.
Malûm olduğu üzere 15-16 Haziran, işçi sınıfının kendi gücünü harekete geçirerek kitlesel bir şekilde tarih sahnesine çıktığı ilk büyük başkaldırıydı.
Türkiye kapitalizminin gelişmesine bağlı olarak 1960’larda büyüyüp, kentlerde kitleselleşen işçi sınıfı, artık bir sınıf olduğu bilincine varmaya başlayıp; dar sınırlara hapsedilmiş sendikal haklarını burjuvaziyi sıkıştırarak genişletmeye başlamıştı.
Kuşkusuz sınıf hareketindeki gelişmeler salt ekonomik alanla sınırlı değildi. 1961’de 12 sendikacı tarafından kurulan ve tüm ilerici, aydın ve sosyalist kesimleri hızla içine çeken TİP, aslında yükselen sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının geçirdiği dönüşümün somut bir ifadesi olarak ortaya çıkmıştı.
Değişen toplumsal atmosfer işçi sınıfının ruh hâlini de hızla değiştiriyordu. Nitekim, grev hakkının bile yasalarca engellendiği bir ortamda, 1963’deki Kavel grevi, işçi sınıfının gasp edilen haklarını almak için harekete geçeceği yeni bir dönemin başlangıcına işaret ediyordu. Yasalarca yasaklanmasına rağmen kendi güçlerine ve haklılıklarına dayanarak greve giden Maden-İş üyesi Kavel işçilerinin iki ay boyunca devam eden büyük direnişi sayesinde, burjuvazi yeni bir grev ve toplu sözleşme yasasını kabul etmek zorunda kalmıştı. Mücadelesi sonucunda elde ettiği bu büyük kazanımı gören işçi sınıfının kendine olan güveninin artması, ilerleyen yıllardaki büyük mücadelelerin de yolunu açacaktı…
15-16 Haziran, uzun yıllar boyunca cendere altında tutulan, en temel demokratik hakları gasp edilen, düşük ücretlere ve güvencesizliğe mahkûm edilen ve işbirlikçi bir sendikal yapıyla ayaklarına pranga vurulan işçi sınıfının, tüm bu koşullara isyanı sonucu patlak vermişti. Ne var ki onu koşullayan sadece iç faktörler değildi. İşçi sınıfı dünya işçi sınıfının bir parçasıydı ve dünyadaki gelişmeler doğal olarak onu da etkiliyor, dönüştürüyordu. 1968’lerde tüm dünyayı etkisi altına alan başkaldırı ruhu, coğrafyamızda işçi sınıfını ve gençliğini es geçemezdi ve geçmemişti.[10]
Bu hâliyle 15-16 Haziran 1970 kalkışması, günümüzün mücadeleci işçileri için de önemli dersler içeriyorken; söz konusu tarihin kavranması kilit önemdedir.
Hatırlanacağı üzere 1960’lı yıllar boyunca işçi sınıfı sayısız grev ve direniş gerçekleştiriyor, ancak çok kez, o zaman tek sendikal konfederasyon olan Türk-İş’in grev kırıcı tutumuyla karşılaşıyordu. İşçi düşmanı yasaları sessizce kabullenen, işverenler ve iktidarla işbirliği içerisinde olan Türk-İş’e karşı bir şey yapılmalıydı. İşte DİSK böyle bir aşamada kuruldu.
DİSK, kurulduğu 1967 yılından 1970’e kadar güçlenerek ve bilinçlenerek yoluna devam etti. Birçok işyerinde örgütlenerek yetkiyi alıyor ve Türk-İş’e göre çok daha iyi toplu sözleşmelere imza atıyordu. İmzaladığı toplu sözleşmelerin etkisiyle de işçi sınıfı içinde gitgide bir çekim merkezi olmaya başlamıştı.
DİSK’in işçi sınıfı içinde kuvvetlenmesi, patronların çıkarlarını tehdit ediyor, Türk-İş’in ise işbirlikçi yönünü gittikçe ortaya çıkarıyordu. İktidardaki Adalet Partisi bu “tehlikeyi” önlemek için harekete geçiyor, sendikal özgürlükleri ve grev hakkını kısıtlayan bir yasa tasarısı hazırlıyordu. Erzurum’da toplanan Türk-İş Genel Kurulu’nda konuşma yapan dönemin Çalışma Bakanı Turgut Toker, yeni yasa tasarısıyla DİSK’in çanına ot tıkayacaklarını hiç çekinmeden ifade ediyordu.
CHP’nin de desteğiyle meclisten hızlıca geçirilen yasanın anayasaya aykırı olduğunu ilan eden DİSK, örgütlü olduğu tüm işyerlerinde Anayasal Direniş Komiteleri kurulmasına karar verdi. Yasaya karşı aldığı bir dizi kararı tartışmak üzere yüzünü kendi tabanına dönen DİSK, tüm işyeri temsilcilerinin katıldığı bir toplantı organize ediyordu. DİSK’in olmadığı zamanlarda çalışma koşullarının ne kadar zorlu olduğunun bilincinde olan işçiler, sendikanın gökten zembille inmediğini, onu kendilerinin var ettiğini ve gözbebekleri gibi koruyacaklarını, grevse grev, mitingse miting, ne gerekiyorsa yapacaklarını hep bir ağızdan söylediler.
15 Haziran Pazartesi günü işbaşı yapan işçiler, temsilcilerinin yapılan toplantıyı aktarmasının ardından sendikalarının kapatılmasına izin vermeyeceklerini ve haklarını savunacaklarını söyleyerek hep beraber üretim yapmama kararı aldılar ve protesto yürüyüşlerine başladılar. İlk gün 70 bin işçi, ikinci gün olan 16 Haziran’da ise 150 bin işçi yürüdü. İstanbul ve Kocaeli’nde yoğunlaşan yürüyüşler, aynı semtte bulunan fabrikalarda işçilerin birbirlerini yürüyüşe çağırmasıyla kuvvetlendi ve işçiler daha da kararlı bir şekilde birlik içinde şehir merkezlerine doğru adeta bir nehir gibi akmaya başladı. İstanbul’da işçilerin birleşmesini engellemek için Galata ve Unkapanı köprüleri kaldırılıyor ve iki yaka arasındaki vapur seferleri iptal ediliyordu.
Sendikal özgürlüklerini çiğnetmeyeceklerini, kanun meclisten geri alınıncaya kadar mücadele edeceklerini haykıran işçiler aynı zamanda Adalet Partisi iktidarının kendilerinin değil, patronların iktidarı olduğunu söyleyerek başbakan Demirel’i istifaya çağırıyorlardı. İşçilerin yürüyüşünün önüne geçmek için hükümet askeriyle, polisiyle yollara barikat kuruyor, ancak işçiler barikatları her defasında yarıp geçiyorlardı. Kimi zaman polisin saldırmasıyla çıkan çatışmalarda, işçiler birlik olup polisin gözaltına almaya çalıştığı arkadaşlarını çekip kurtarıyor, bu da yetmezmiş gibi karakol nezarethanesine atılan işçi arkadaşlarını kurtarmak için karakola girip arkadaşlarını zorla çıkarıyordu. Çıkan çatışmalarda yaralananlar oldu, ölüler verdiler ancak sokakta oldukları iki gün boyunca hiç durmadılar. Olaylar ancak hükümetin sıkıyönetim ilan etmesiyle bastırılabildi.
O dönem işçi sınıfı yumruğunu masaya vurdu, siyasi iktidara karşı sokağa çıktı. Ancak sendika yöneticileri mücadeleye atılan işçilerin önüne düşüp de işçileri zafere götürmek yerine işçileri sokaklardan çektiler. Ne zaman ki işçiler evlerine döndü, temsilciler, sendikacılar gözaltına alındı ve bir kısım işçiyle beraber tutuklandılar. Ancak aylar sonra tahliye olabildiler.
15-16 Haziran’daki yürüyüşlere DİSK’in üye sayısından çok daha fazla sayıda işçi katıldı. Farklı sektörlerde, farklı konfederasyonlarda olmalarına rağmen işçiler birbirlerinin sorunlarına duyarsız kalmadı, birlik olup hareket etti. Bu sayede, Anayasa Mahkemesi çıkarılan sendikalar yasasının bir kısım hükmünü iptal etti ve işçilerin bu mücadelesi kazanımla sonuçlandı.
Ne zaman iktidar işçi düşmanı bir yasayı meclisten geçirmeye çalışırsa, işçi sınıfının en bilinçli unsurları 15-16 Haziran işçi ayaklanmasını ve burada yatan dersleri hatırlamalıdır. Ancak bir şartla; bu sefer mücadeleyi gerçek bir zafere ulaştırmak gerektiğini asla akıllardan çıkartmadılar! Gerçek bir zafer ise işçi sınıfının sadece sendikal alanda değil, siyasi alanda da örgütlenmesiyle, patron partilerine karşı devrimci bir işçi partisinin inşasına omuz vermesiyle ve işçi sınıfının çıkarlarına göre işleyecek bir düzeni kurmasıyla sağlanacaktır.[11]

HAZİRAN’IN ÖNEMİ VE SONRASI

15-16 Haziran, işçi sınıfının birleşik mücadeleyi gerçekleştirebildiğinin bir kanıtı olarak tarihe geçti.
Dünyadaki işçi hareketinin de etkisiyle, Türkiye’de işçi sınıfı, bu modern kölelik düzenine boyun eğmeyeceğini gösterdi. İşçi aleyhine patron yararına bir düzenleme getirilmeye çalışıldığında, işçiler hemen bir araya gelerek bu saldırıyı geri püskürtüyordu. Artık, işçi sınıfının devlet ve sermayeden bağımsız olarak hareket edebileceği, kendi yaşamı hakkında söz sahibi olabileceği ortaya çıkmıştı.
İşçiler, yıllar boyunca elde ettikleri tüm bu kazanımları, tek bir yasayla kaybetmeyi kabullenmediler.
İş yerlerinde Anayasal Direniş Komiteleri kuruldu ve bu saldırının geri püskürtülmesi için direniş örgütlenilmeye başlandı. Yasanın geri çekilmesi için hükümetle yaptıkları görüşmelerden bir sonuç alamayan işçiler, 14 Haziran’da direniş kararı aldı. Tarih 15 Haziran’ı gösterdiğinde, İstanbul, beklenmeyecek derecede büyük bir direnişe sahne oldu. Kartal’dan Topkapı’ya, Bakırköy’de Eyüp’e, İstanbul’un her noktasında işçiler yürüyüşteydi. 16 Haziran geldiğinde, yüz binlerce işçi sokaklardaydı. Polis saldırılarıyla yılmayan işçiler İstanbul’da direnişine devam ederken; Ankara, İzmir, Gebze ve İzmit’te de kitlesel eylemler gerçekleşti. TÜRK-İş’in sokağa çıkan üyelerinin sayısı neredeyse DİSK üyelerini geçmişti. Bu, neredeyse tüm Türkiye’deki fabrika işçilerinin bir araya gelerek direniş örgütlemesi anlamına geliyordu.
Direniş karşısında çaresiz kalan hükümet, bugün de bize çok tanıdık gelen bir yola başvurdu. İstanbul ve Kocaeli’de sıkıyönetim ilan edildi ve fabrikalar askeri denetime alındı. Ancak pek çok işçi, iş bırakma eylemine devam etti.
Hâlâ devletin hafızasında yer alan 15-16 Haziran’da, Türkiye’de işçi sınıfı, birleşik mücadeleyi gerçekleştirebildiğini hepimize gösterdi.[12]
“Sonrası”na gelince!
Tarih 17 Haziran 1970 yani büyük işçi direnişinden bir gün sonra… İşçilerin kanının İstanbul sokaklarına dökülmesinden sonra Süleyman Demirel TBMM’de konuşuyordu:
“Muhterem üyeler; Bu tasarı Millet Meclisi’nde görüşülmüş ve Millet Meclisi tarafından kabul edilmiş. Şimdi bunun üzerine DİSK diye bir teşekkül çıkmış diyor ki; (Bu tasarıyı kanunlaştırmayacağız), (Fabrika tahrip edeceğiz. Sokak savaşı açacağız. Ama parlamentonun iradesini istediği gibi kullanmasına engel olacağız). (Bu kanunlarla ilgili tasarılar gerçekleştiği taktirde işyerlerinde kan gövdeyi götürecektir) (İçinizden bir kişi dahi tutulsa ve bu arkadaş nereye götürülürse götürülsün orayı topluca basacağız ve arkadaşlarımızı alacağız)… Nitekim bunları yaptılar. Yani dünkü hareketlerin içinde bunlar var. (Kanun falan dinlemeyeceğiz) dediler, dinlemediler. (Fabrikaların tahrip edilmesi ve dinamitlenmesi de eylem sırasında düşünülecektir) dediler, bunu da yaptılar”![13]
Demirel’den ardından söz alan İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu da eylemlerden işçiler ve DİSK yönetimi sorumlu tutuyordu…
Burjuvazinin ne demek olduğu dersini işçi sınıfına bir kez daha veren 15-16 Haziran 1970’te yaşananlar, tarih boyunca “Türkiye’yi sarsan iki gün olarak” -sonuna kadar- anımsanmayı hak ediyorken; bu eylem DİSK’in kapısına kilit vurmak isteyen patronlara ve iktidara karşı işçi sınıfının başkaldırısıdır.
Direnişi açığa çıkaran görünürdeki olay, 1317 sayılı Kanun ile 274 sayılı Sendikalar Kanunu’nda çok sayıda değişiklik yapılmasıydı. Güdümlü bir sendikal tekel oluşturarak işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesinin yeşermesini engellemeyi amaçlayan bu yasaya işçilerin tepkisi net oldu. On binlerce işçi iş bırakarak sokaklara çıktı. Devletin ve sermayenin de işçilere tepkisi sert oldu: Direnişe öncülük eden binlerce işçi işten çıkarıldı, yüzlercesi tutuklandı, üç işçi de yaşamını yitirdi. Anayasa Mahkemesi söz konusu yasanın sendikal barajlara ilişkin hükümlerini, hakkın özünü ortadan kaldırdığı gerekçesiyle iptal etti.
Bugün, 15-16 Haziran’ın ışığına her zamankinden çok ihtiyacımız var. Çünkü işçilere karşı büyük bir savaş ilan edilmiş durumda.
Coğrafyamızda işçiler taşeron işçilik, kiralık işçilik gibi adlar altında köleliğe mahkûm ediliyor. İşçi cinayetleri katlanarak artıyor. İşsizliğin 7 milyona ulaştığı coğrafyamızda, işsizlik sigortası fonu ise patronlara peşkeş çekiliyor. Bu ülkede KHK’ler ile haklarında hiçbir yargı kararı bulunmayan kamu çalışanları ve kayyım atanan belediyelerdeki işçiler hukuk dışı biçimde işlerinden edildi; gidecek mahkemeleri bile yok.
Bu ülkede işçiler açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilirken hak aramak da yasaklandı. Coğrafyamızda grev hakkı, Bakanlar Kurulu kararlarıyla gasp ediliyor. İşçilerin sendikalı olma ve sendikasını seçme hakkı kısıtlanıyor.
Kadın işçilere yarı zamanlı çalışmayı, evden çalışmayı dayatacak, kadınları daha da güvencesiz çalıştıracak düzenlemeler hazırlıyorlar.
Bu da yetmiyor, işçi sınıfının ekmeğini çalmaya doymayanlar, 80 yıllık kıdem tazminatı hakkımıza göz koyuyorlar.
İşte bu koşullar altında 15-16 Haziran’ın ışığına ihtiyaç duyduğumuz açıktır.
AKP iktidarı 47 yıl önce DİSK’i kapatmak isteyenlerin mirasçılarıdır. 47 yıl sonra da neo-liberal politikalar eşliğinde güvencelerinden arındırılan büyük işçi yığınlarının, politik bir işçi hareketine dönüşmesinin önü alınmak isteniyor.
Güvencesiz işçi sınıfına katılan yığınları ilk iktidar olduğu zamanlarda ideolojik aygıtlarıyla kontrol altında tutan AKP, ideolojik aygıtlar sınıfsal çelişkiyi ve biriken tepkiyi soğurmaya yetmeyince artık büyük oranda zor aygıtlarıyla aynı amaca hizmet ediyor.
İşçi hareketi üzerinde olduğu kadar sol hareket üzerinde de yarattığı sonuçlar itibariyle önemli bir dönemeç noktası sayılan 15-16 Haziran, bugün de hâlâ aşılamamış bir zirve noktası olarak işçi hareketi tarihimize kazınmıştır. Onu işçi hareketi açısından bir doruk noktası olarak ele almamızın nedeni, yalnızca harekete geçirdiği işçi kesimlerinin sayısal büyüklüğü değil, çok daha önemlisi temsil ettiği militan mücadelecilik, gözüpeklik ve başkaldırı ruhudur. İstanbul ve İzmit çevresinde iki gün boyunca 150 binden fazla işçinin böylesi bir eylemini bugünün koşullarına aktardığımızda, 1 milyondan fazla işçinin başkaldırısından bahsediyoruz demektir!
15-16 Haziran, mücadele sınıfın kendi özgücüne ve örgütlülüğüne dayanarak yasal sınırları eylem içerisinde aşan bir çizgiye oturmadığı sürece, kazanım elde etmenin ve elde edilen kazanımları korumanın mümkün olmadığını dönemin işçi kitlelerinin bilincine kazıyan bir kendiliğinden patlama idi. Bu patlamanın gücü de, zaafları da kendiliğinden doğasından kaynaklanıyordu![14]

BUGÜN(ÜMÜZ)

Sakın unutulmasın bugün(ümüz)deki sürdürülemez kapitalist düzen:
i) Taşerona kadro gibi milyonları ilgilendiren, çözümü konusunda toplumsal ve siyasal mutabakat sağlanan bir konunun bile, ayrımcılığa ve hak kayıplarına neden olacak, hak aramayı sınırlayacak biçimde KHK ile düzenlendiği bir düzendir.
ii) Sayısı 6 milyona ulaşan işsizlerin “geçinemiyoruz, açız” çığlıkları yükselirken, işsizlik fonu paralarının KHK ile patronlara aktarıldığı bir düzendir.
iii) İş güvencesinin devlet eliyle yok edildiği, tek imzayla, tek emirle, herkesin ama herkesin işsiz kalabildiği bir düzendir.
iv) Salon toplantılarından yürüyüşlere, imza toplamaktan mahkemeye başvurmaya kadar her türlü demokratik hak arayışının keyfi biçimde kısıtlandığı/engellendiği; sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, meslek odalarının tahakküm altına alınmaya çalışıldığı bir düzendir.
v) Emeğin, doğanın, kentlerin, eğitimden sağlığa tüm temel hakların sınırsız kâr ve rant arzusuna teslim edildiği bir düzendir.
vi) Soma’dan, Ermenek’ten ders çıkarmayan, işçi sağlığı ve iş güvenliğini sermayenin kâr hırsına terk eden, bir yılda 2006 işçinin çalışırken öldüğü bir düzendir.[15]
Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Bu ülkenin OHAL ile idare edildiği dönemler bizim OHAL kararlarını uyguladığımız dönemler gibi değildi. O zaman fabrikalar sürekli greve giderdi. Tüm sanayi kesimine seslenmek isterim 7. OHAL dahil bir fabrikada grev söz konusu mu?”[16] diye haykırdığı tabloda kadar da değil; daha da fazlası var:
• İşçi Sınıfı Eylemleri Raporu’na göre, 2017 yılında 2 bine yakın işçi, haklarını aradıkları için işten atıldı. Sendika hakkı için mücadele eden ve bu nedenle işten çıkarılan işçi sayısı ise en az 663.[17]
• Çan ilçesinde faaliyet gösteren Kale Grubu’na ait Çanakkale Seramik Fabrikaları’nda Çimse-İş Sendikası’na üye olan 950 işçiden 185’i tazminatsız işten atıldı, işçiler sendikadan istifaya zorlandı. Sendika, işveren yetkililerine, işçilerin tümünün işe geri alınması ve haklarının iyileştirilmesi karşılığında örgütlenmeye son vererek Çan’dan ayrılmayı önerdi. Ardından da 35 işçi işe geri alındı. Bu işçilerin bazılarının fabrikanın kurucusu İbrahim Bodur’un mezarına götürüldü ve ancak Bodur’dan özür diledikten sonra işlerine geri dönebildi.[18]
• Ankara’nın Dışkapı semtindeki “amele pazarında” işçiler günün ilk saatlerinden itibaren iş bekliyor. İşçiler günlük en fazla 50 TL kazanabildiklerini söylerken, Suriyeliler ise 20 TL’ye razı oluyor.[19]
• OECD verilerine göre Türkiye’de, bir haftada 47.9 saat çalışmayla 113 avro kazanılırken, Hollanda’da haftada 29 saat çalışan işçi 380 avro alıyor.[20]
• TMMOB, Türkiye’de her sene 2 bin civarında işçinin hayatını kaybettiğine, her 4 saatte 1 işçinin öldüğüne dikkat çekti.[21]
• Sadece 2017 yılında grev yapamayan işçilerden 2006’sı iş cinayetlerinde öldü.[22]
• AKP’nin iktidara geldiği Kasım 2002’den Mayıs 2018’e iş cinayetlerinde en az 21 bin 22 işçi yaşamını yitirdi; Soma, Davutpaşa, Ostim, Torunlar, Esenyurt gibi işçi katliamları yaşandı.[23]
• İSİG Meclisi’nin verilerine göre, 2017 Ekim ayında en az 182, yılın ilk 10 ayında ise 1683 işçi, “kaza” denilen işçi cinayetlerinde yaşamını yitirdi. İSİG raporunda, OHAL sürecinde iş cinayetlerinde yüzde 10’luk bir artış yaşandığına dikkat çekildi.[24]
İşçi sınıfı ve emekçilerin bu hâli müthiş bir eşitsizlik ve kaçılmaz olarak da yoksullukta somutlanıyor:
• OHAL ilan edildiğinde Türkiye’deki milyoner sayısı 93 bin civarındaydı. OHAL’le sayıları yüzde 60 oranında arttı.[25]
• ‘Dünya Eşitsizlik Raporu 2018’e göre Türkiye’de gelir adaletsizliğinde 2007’nin bir kırılma noktası olduğu görülmektedir. Bu tarihten itibaren en zengin yüzde 1’in vergi öncesi gelirdeki payının yükselişe geçerek 2016’da yüzde 23.4’e ulaştığı, yoksul yüzde 50’lik dilimin gelirdeki payının ise düşerek yüzde 14.6’da kaldığı görülmektedir.[26]
• Türkiye’de yoksulla zengin arasındaki makas açılıyor. Toplumun en zengin yüzde 20’sinin gelirinin, en yoksul yüzde 20’sinin gelirine oranı 7.6’dan 7.7’ye çıktı. Nüfusun yüzde 33’ü finansal sıkıntı yaşıyor, 10 kişiden dördü et, tavuk içeren yemek masrafını karşılayamıyor.[27]
• Yasadışı olmasına rağmen internet ve sosyal medya taşıyıcı anne ilanlarıyla dolu. Yüzlerce kişi, taşıyıcı anne olmak veya taşıyıcı anne bulmak için ilan veriyor. Operasyon için Kıbrıs, Gürcistan, ABD tercih ediliyor, tarife ise 150-300 bin TL arasında değişiyor.[28]
• Türkiye’de yaşlıların yüzde 62’si sosyal güvence yoksunu.[29]
• ‘Sosyal Güvenlik Kurumu’ verileriyle göre Türkiye’de 14.4 milyon kişi en temel hak olan sağlığa ulaşamayacak kadar yoksullaştı.[30]
• Türkiye’de halkın yüzde 90’a yakını tasarruf yapmadığını belirtirken sadece yüzde 13.8’i tasarruf kaygısı olmadığını dile getirdi. Yüzde 60’ı giderinin gelirinden fazla olması hâlinde yakınlarından borç alıyor.[31]
• İSKİ ve İGDAŞ, 2017 yılında faturalarını ödeyemediği için 580 bin 201 konut ve işyerinin suyu kesildiğini açıkladı.[32]
• Kamu Sen araştırmasına göre, çalışan tek kişinin yoksulluk sınırı 2 bin 740.32 TL olarak hesaplandı. Dört kişilik ailenin asgari geçim haddi ise 5 bin 624.85 lira.[33]
• Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi, açlık sınırının 1698, yoksulluk sınırının ise 5 bin 872 lira olduğunu duyurdu. Açıklamada açlık sınırı 15 yılda 4 kat arttığı belirtildi.[34]
Eşitsizlik ve yoksulluk mağduru işçi sınıfı ve emekçilerin, bir diğer yakıcı sorunu da işsizliktir:
• DİSK-AR’ın geniş tanımlı verisiyle işsizlik yüzde 19.6, yani yüzde 20’ye yakın. Tarım dışı genç işsizlik yüzde 24.6; genç kadın işsizliği ise yüzde 27.1. Bu işsizlik verileri, Türkiye’nin yaşadığı birçok kriz yılının işsizlik verilerinden daha yüksek, dibe vurduğu 2009’a ise oldukça yakın bir konum sergiliyor.[35]
• TÜİK’in açıkladığı işgücü verilerine göre ise, tarım dışı genç işsizlik yüzde 25’e kadar yükseldi. Genç kadınlarda ise bu oran yüzde 33.9’a kadar ulaşıyor.[36]
• Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2017’nin Şubat ortalaması itibarıyla 6 milyon 389 bine ulaşmaktadır.[37]
Eşitsizlik ve yoksulluk işçi sınıfı ve emekçilerin işsizliğiyle kesişice borçlanma gerçeği (borç kriziyle) ortaya çıkıyor:
• 2017’nin cari açığı, Türkiye’nin 52 yıllık açığına bedel.[38]
• 2016’da 32.6 milyar dolar olan cari açık, yüzde 44.5 artışla 47.1 milyar dolara çıktı. Türkiye 2017’yi 47.1 milyar dolar cari açıkla kapattı.[39]
• Türkiye’nin brüt dış borç stoku 30 Eylül 2017 itibarıyla 438 milyar dolar, net dış borç stoku ise 282.1 milyar dolara yükseldi. Dış borç stoku milli gelirin yüzde 51.9’una ulaştı.[40]
• Özel sektörün ticari krediler hariç kısa ve uzun vadeli kredi borcu toplam 227.2 milyar dolara ulaştı.[41]
• Hem yeni alınan hem de batık işletmeleri kurtarmak için yeniden yapılandırılan kredilerin tutarında büyük artış var. 2017’nin ilk üç ayında bankaların verdiği kredi tutarı, 2016 yılına göre 55 milyar TL artışla 175 milyar dolara dayandı.[42]
• Kamu bankalarının dış borcu 7 yılda yüzde 250 artarak 35 milyar doları aştı.[43]
• Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, bankalara kredi borcu olan gerçek kişi sayısının 30.9 milyon olduğunu açıkladı.[44]
• Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, 2017’nin Ocak ayında “batık” olarak adlandırılan tasfiye olunacak alacaklar, Ocak 2016’ya göre yüzde 30 artarak 69 milyar lira oldu. Bireysel kredilerde tahsili gecikmiş alacak tutarı ise bir yılda yüzde 22 arttı.[45]
• Bankalararası Kart Merkezi’i 2017 Ağustos verilerine göre, 61 milyonu kredi kartı olmak üzere 126 milyon kart kullanılıyor.[46]
• 2018’in ilk 3 ayda 379 bin kişi kredi kartı veya kredi borçları nedeniyle yasal takip sürecine girdi.[47]
• Batık krediler, Ocak 2018 itibariyle 73.6 milyar TL ile dramatik boyutlara ulaştı.[48]
Bunlar böyleyken nihayet karşımıza şu gerçekler çıkmaktadır:
• Yoksulluk İntiharları tetikliyor! Geçenlerde Ankara da Bakanlık önünde kendisini yakan bir işçinin ardından Balıkesir’de bir kişi, belediyenin iş vermediğini belirterek kendini yaktı. Mustafa B., Altı eylül ve Karesi belediyelerine giderek iş talebinde bulunup, olumsuz yanıt almıştı.[49]
• Sivas’ta maddi sıkıntıları olduğunu söyleyen Mevlut A. (38) adlı işsiz yurttaş üzerine benzin dökerek kendini yakmaya kalkıştı.[50]
• 19 Nisan 2018 tarihinde Denizli’nin Pamukkale ilçesinde, inşaatlarda sıvacılık yapan Süleyman K. (43), iğde ağacına asılı hâlde bulundu. İntihar ettiği belirlenen Süleyman K.’nin cebinden, borç ihtarnamesi çıktı.[51]
• Balıkesir’de, işsiz olduğunu belirterek daha önce defalarca iş başvurusunda bulunduğunu söylediği belediyenin önünde kendisini yakan Mustafa Birgül, “Taş taşıyayım, çöpçülük yapayım ama işim olsun. Maaşım 300 lira, 500 lira olsun ama bir işim olsun. Yakınlarıma yük olmak istemiyorum. İbreti âlem olsun diye kendimi yaktım,” dedi.[52]
• Muğla’nın Ortaca ilçesinde işçi emeklisi K.Y. (65) üzerine döktüğü benzinle kendisini ateşe verdi.[53]
• Antalya’da yüzde 40 engelli raporu olan M.N.Y. (44), işsiz olduğunu söyleyerek kendini yakma girişiminde bulundu.[54]
• 2018’in Ocak’ında İzmir Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğü (İŞKUR) önüne giden Battal Sağır isimli işçi, üzerindeki kıyafetleri bina önüne fırlatarak isyan etti. Sağır, “İşçiyim ben, açım aç. Benim hakkımı savunmuyorlar, patronun avukatlığını yapıyorlar” dedi.
• 2018’in Nisan ayında, Bolu’da, ekonomik sıkıntıları yüzünden bunalıma giren 31 yaşındaki Berber Tarık D, otomobilini ve kendisini benzin döküp yakacağı sırada polis müdahale etti. Tarık D. gözaltına alındı.
• Malatya’nın Doğanşehir ilçesinde çiftçilik yaparak geçimini sağlamaya çalışan Metin Çelik, Ziraat Bankasına olan borçlarını ödeyemedi. Borçlarının ertelenmesini talep eden Çelik, olumsuz yanıt alınca üzerine benzin dökerek kendisini yakmaya çalıştı.[55]
Bugün(ümüz)deki sürdürülemez kapitalist düzen(sizlik) tablosu buyken; “İsyan ve öfke kadar doğal bir şey yoktur, kuzu gibi oturuyorsanız korkunç! Yani birisi senin önünden ekmeğini ve işini alıyor ama olsun, belki düzelir diye sabırla bekliyorsun, olacak iş mi? Komşunu evden alıyorlar, sokakta yok yere tutuklanıyorsun ama ‘sabırla’ boyun büküyorsun, yok öyle şey. Bağır ki sesin duyulsun!”[56] diyenler için 15-16 Haziran, şimdi daha büyük ihtiyaçtır!


[1] İşçi Gazetesi’nin 3 Haziran 2018 tarihinde Kartal (İstanbul)’da düzenlediği ‘15-16 Haziran Anması’nda yapılan konuşma… Newroz, Temmuz 2018…
[2] Ece Ayhan, Bütün Yort Savul’lar, YKY., 2004, s.135.
[3] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[4] Osman Bahadır, “Genç Cumhuriyetin İşçi Politikası”, Cumhuriyet, 10 Şubat 2013, s.9.
[5] Aziz Çelik, “Yel Kayadan Ne Koparır!”, Birgün, 4 Şubat 2016, s.4.
[6] “İşçim Dedi, 164 Grevi Yasakladı”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2015, s.9.
[7] Erinç Yeldan, “Derinden Gelen Kökler…”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2017, s.9.
[8] Uğur Zengin, “İşçi Eylemleri 2017 Yılında OHAL ve Baskılara Rağmen Arttı”, Evrensel, 25 Mayıs 2018, s.3.
[9] Çağdaş Küpeli, “15-16 Haziran: İşçi Sınıfı Mücadelesinde İki Uzun Gün”, Yeşil Sol Gündem, Mayıs-Haziran 2017, s.30.
[10] İlkay Meriç, “15-16 Haziran’dan Metal İsyanına”, 19 Haziran 2015… http://marksist.net/ilkay-meric/15-16-hazirandan-metal-isyanina.htm
[11] “Türkiye İşçi Sınıfının En Büyük Eylemi: 15-16 Haziran”, Gerçek, 15 Haziran 2017… http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/turkiye-isci-sinifinin-en-buyuk-eylemi-15-16-haziran
[12] Doğa Kurtuluş, “Dünden Bugüne Etkileriyle 15-16 Haziran Direnişi”, 15 Haziran 2017… http://iscicephesi.net/2017/06/dunden-bugune-etkileriyle-15-16-haziran-direnisi/
[13] Turgan Arınır-Sırrı Öztürk, İşçi Sınıfı, Sendikalar ve 15-16 Haziran, Sorun Yay., 1976.
[14] Oktay Baran, “Aşılması Gereken Bir Zirve: 15-16 Haziran Direnişi”, Haziran 2006… http://marksist.net/MT/1516_Direnisi.htm
[15] Fikri Sağlar, “Değerler Yok Sayılırsa Bilin ki Siz de Yoksunuz!”, Birgün, 20 Mart 2018, s.8.
[16] Ayça Söylemez, “Grev Yapamayan İşçiler”, Birgün, 1 Mayıs 2018, s.9.
[17] “2 Bine Yakın İşçi Hakkını Aradığı İçin Atıldı”, Birgün, 24 Mayıs 2018, s.10.
[18] Sevgim Denizaltı, “Çan’da Neler Oluyor?”, Birgün, 28 Mart 2018, s.11.
[19] Hüseyin Şimşek, “Amele Değil Can Pazarı: Yerli İşçiye 50, Yabancı İşçiye 20 Lira Yevmiye”, Birgün, 9 Mayıs 2018, s.11.
[20] “8-19 Saat Az Çalışıp Üç Katı Kazanıyorlar”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2018, s.11.
[21] “Her 4 Saatte 1 İşçi Yaşamını Yitiriyor”, Birgün, 3 Mart 2018, s.10.
[22] Ayça Söylemez, “Grev Yapamayan İşçiler”, Birgün, 1 Mayıs 2018, s.9.
[23] “Emek Örgütlerinden Yıldırım’a Tepki: Sorumluluğu İşçilerin Üzerine Yıkamazsınız!”, Birgün, 9 Mayıs 2018, s.10.
[24] “OHAL’de İşçi Cinayetleri Yüzde 10 Arttı”, 6 Kasım 2017… http://direnisteyiz14.org/ohâlde-isci-cinayetleri-yuzde-10-artti/
[25] “OHAL’le Milyonerlerin Sayısı Yüzde 60 Arttı, Yoksul Daha da Yoksullaştı!”, 9 Nisan 2018… http://siyasihaber3.org/ohalle-milyonerlerin-sayisi-yuzde-60-artti-yoksul-daha-da-yoksullasti
[26] Kansu Yıldırım, “… ‘Ulusların Sefaleti’: Sınıfsal Eşitsizlikler ve Neo-Liberalizm”, Birgün Pazar, Yıl:14, No:563, 24 Aralık 2017, s.4-5.
[27] “Zengin Daha Zengin, Fakir Daha Fakir”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2017, s.9.
[28] “İnternette ‘Taşıyıcı Anne’ Pazarı! İşte O İlanlar…”, Hürriyet, 5 Şubat 2018… http://www.hurriyet.com.tr/internette-tasiyici-anne-pazari-iste-o-ilanlar-40731497
[29] Mesude Erşan, “+65’te Ekmek Kavgası”, Hürriyet, 15 Nisan 2018, s.14.
[30] Olcay Büyüktaş, “14.4 Milyon Kişi Yoksulluktan GSS Primini Ödeyemedi”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2018, s.9.
[31] “Ev Borçla Dönüyor”, Cumhuriyet, 28 Şubat 2018, s.9.
[32] “Yoksulluğun Fotoğrafı: İstanbul’da 580 Bin Evin Suyu, 493 Bin Evin Gazı Kesildi!”, 1 Şubat 2018… http://haber.sol.org.tr/toplum/yoksullugun-fotografi-istanbulda-580-bin-evin-suyu-493-bin-evin-gazi-kesildi-227091
[33] Mustafa Çakır, “Emekçinin Bütçesi Delindi”, Cumhuriyet, 9 Mayıs 2018, s.5.
[34] “Açlık Sınırı 15 Yılda 4 Kat Arttı”, Evrensel, 9 Mayıs 2018, s.5.
[35] Aslı Aydın, “Ekonominin Reel Çıkmazları”, Birgün, 26 Ocak 2017, s.11.
[36] “… ‘En Az 3 Çocuk’ İstiyorlar ‘En Az’ Biri İşsiz Kalacak”, Birgün, 17 Şubat 2017, s.11.
[37] Erinç Yeldan, “Acil Sorun: İşsizlik”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2017, s.9.
[38] “Moody’s: En Yüksek Cari Açık Türkiye’de”, 23 Şubat 2018… https://tr.sputniknews.com/ekonomi/201802231032375144-moodys-cari-acik-turkiye/
[39] “2017’nin Cari Açığı, Türkiye’nin 52 Yıllık Açığına Bedel”, 21 Şubat 2018… https://tr.sputniknews.com/ekonomi/201802211032337955-2017-cari-acik-chp-aykut-erdogdu/
[40] Emre Deveci, “Dış Borç 438 Milyar Dolara Yükseldi”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2017, s.9.
[41] “Özel Sektör Borç Çıkmazında”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2017, s.8.
[42] “Yurttaşın Borç Batağı Büyüyor”, Cumhuriyet, 28 Mart 2017, s.9.
[43] “Kamu Bankalarının Dış Borcunda Rekor Artış”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2018, s.9.
[44] “Bankalara Borçlu Kişi Sayısı 31 Milyon”, 20 Aralık 2017… http://www.patronlardunyasi.com/haber/Mehmet-Simsek-acikladi-Bankalara-borclu-kisi-sayisi-31-milyon/199575
[45] “Batık Kredi Yüzde 30 Arttı”, Cumhuriyet, 12 Mart 2017, s.9.
[46] “Bayram, Kartla Yapıldı”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2017, s.9.
[47] “3 Ayda 379 Bin Borçlu Takibe Düştü”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2018, s.10.
[48] Şehriban Kıraç, “Batık Krediler Dramatik Boyutlara Ulaştı: İcra Kapıya Dayandı”, Cumhuriyet, 29 Ocak 2018, s.9.
[49] “Yoksulluk İntiharları Tetikliyor!”… http://www.halkinbirligi1.net/yoksulluk-intiharlari-tetikliyor/
[50] “İşsiz Yurttaş Kendini Yakmaya Kalkıştı”, Cumhuriyet, 5 Şubat 2018, s.14.
[51] “Kendini Ağaca Asarak İntihar Eden İşçinin Cebinden Borç İhtarnamesi Çıktı”, 20 Nisan 2018… https://www.birgun.net/haber-detay/kendini-agaca-asarak-intihar-eden-iscinin-cebinden-borc-ihtarnamesi-cikti-212912.html
[52] “Kendisini Yakan İşsiz”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2018, s.11.
[53] “İşçi Emeklisi, Üzerine Benzin Döküp Kendisini Ateşe Verdi”, 9 Mayıs 2018… http://direnisteyiz24.org/isci-emeklisi-uzerine-benzin-dokup-kendisini-atese-verdi/
[54] “… ‘Geçinemiyorum’ Diyerek Kendini Yakmak İstedi”, 10 Şubat 2018… http://direnisteyiz17.org/gecinemiyorum-diyerek-kendini-yakmak-istedi/
[55] “İşsizlik ve Borç Emekçileri Kendini Yakmaya Sürüklüyor”, Evrensel, 24 Mayıs 2018, s.5.
[56] “Spike Lee: Kültür Emperyalizmi Varken Nükleer Bombaya Gerek Yok!”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2018, s.21.