Olanakların cengaveri olmaya övgü

Filozofları, biraz daha genişletelim, entelektüelleri anlamak zordur. Ürettikleri ya da türettikleri kavramları nasıl bulup buluşturur önümüze atarlar bilinmez. Hayatta karşılığı olduğunu umdukları bir kavram uydurup yüksek piyasaya, onların böyle bir “agorası” hep vardır, sürdüklerinde, “Haydi bakalım çıkın şimdi işin içinden” deyip burun kıvırdıklarından eminim.

Bildiğim neşeli bilgeler arasında seçkin bir yeri olan Roterdamlı Erasmus’a öykünerek yazdığım bu cümleler “kötü” olabilir ama gerçektirler. Öteki “Sevinç’e övgü” filozofu Spinoza’yı da unutmayalım bu arada. Erasmus, eleştirinin sivri oklarını dört bir yana neşeyle savururken, Spinoza da varsayımlarımızla hayatı kendimize zehretmemeyi öğütlüyor, “Sevinç”in kendisi olmak gerektiğini söylüyordu. Kavramlarla oynayan filozofların dışına çıkarıyor, klasiklerin yanına yerleştiriyorum bu iki bilgeyi.

Ama filozoflarla ilgili sözlerim daha bitmedi. Onların yaptıkları, ettikleri, hayatları, karakterleri ile yazdıkları, söyledikleri, iddiaları, tezleri de kimi zaman birbirini tutmaz. Hepsi için konuşmayayım ama böyle bir iki çarpıcı örnek versem, nasıl olsa eh ötekiler de daha aşağı kalmaz dersiniz. Bir de bu filozof tayfasının, -kendime dur desem iyi olacak, tayfa ne yahu- kullandığı ağır dili sadeleştirmek pek müşkül, pek zordur. Bir koca sayfa yazıyı anlaşılır hale getirmeyi başarırsanız hepsi bir cümleden, hatta bir kelimeden ibarettir. İşte bir örnek size; ünlü filozoflarımızdan Martin Heidegger’in bütün yazdıklarını “dasein”la özetleyebilirsiniz; şaka tabi bu söylediğim, hiç olur mu, ama yine de bu kavram, bu “dasein”, bu edilgen insan hali, Heidegger felsefesinin onda dokuzu dense yalan olmaz. Neden derseniz; o da ötekiler gibi yaptıkları, ettikleri, hayatı ile felsefesi birbirini tutmayan filozoflardan değil miydi?

HEIDEGGER NAZİ OLDU MU?

Ben böyle dedim ama, “Ne münasebet felsefesi ile hayatı tam da birbirine uymaktadır, anlamadığın işlere burnunu sokma” diyenler de var. Bu sözleri duyunca ben de sesimi kestim; kıt aklımla kavramlarla hayat arasındaki ilişkiyi anlamaya, özdeşlik kuranlar ne diyorlar çözmeye niyetlendim; benim tutarsızlık gördüğüm yerde uyum görenlerin sözlerine itibar etmeye başladım.

Bilirsiniz büyük Alman filozofu Heidegger dedikoduların hedefi olmuş, hayranlarıyla onu affedemeyenlerin kavgasına bol malzeme sunmuş bir filozoftur. Nazi partisine üye olduğu, Freiburg Üniversitesi’ne rektör seçilince arkadaşlarını harcadığı; sevgilisi savaş sonrasının makbul filozoflarından Hannah Arendt’i Yahudi olduğu için “Aramıza biraz mesafe koyalım” deyip uzaklaştırdığı; zamanın büyük filozoflarından hocası Edmund Husserl’i bir kenara itiverdiği, ünlü eseri “Varlık ve Zaman”ı ona ithaf ettiği halde beşinci baskıda yani NSDAP’ye üye olduktan sonra ithafı kaldırdığı, kabahati de yayıncıya attığı; daha sonra eşinin, kendisinin değil eşinin, Husserl’in eşine özür mektubu yazdığı, fakat “Artık ailelerimiz arasında bir bağ bulunmuyor” diye acı bir yanıt aldığı hep bu dedikodular arasındadır.

Peki, hepsi yalan, hepsi dedikodu mu bunların? Hayır, hepsi de gerçek dedikodulardır! 1935’te verdiği bir dersin notlarından derlenen “Metafiziğe Giriş” kitabı 1953’te yayımlandığında, kitapta yer alan nasyonal sosyalizm övgüsünü; “bu hareketin içsel hakikati ve büyüklüğü satırlarını çıkarmayı reddetti. Bunları silmek ya da metni değiştirmek yerine sanki övgüyü genişletmiyormuş gibi, şu cümleyi ekledi; “Yani, dünyasal teknolojinin ve modern insanlığın meydan okuması.” Hitler’e yazdığı bir mektupta söyledikleri ise utanılasıdır: “Ah! Führer’im, siz bizim insanlarımızın ihtiyaç duyduğu kurtarıcısınız. Azim ve şeref! Yeni bir ruhun hocası ve öncü savaşçısı.” Bu sözlerle ilgili soruya Heidegger açık yanıt verir: “O sıralardaki inancım böyleydi. (…) O dönemde başka bir seçenek görmüyordum.” (Der Spiegel söyleşisi. YKY.sf.14)

REHABİLİTASYON ZAMANI

Olur böyle şeyler! Biz kendi küçük dünyamızda buna benzer yüzlerce örneğe tanık olmadık mı? Heidegger savaşın sonunu kadar parti üyesi olarak kaldı. 1945’te üniversiteden kovuldu ama yedi yıl sonra dönmeyi başardı. Zaten o yıllarda yalnız Almanya’da değil, tüm Avrupa’da “savaşın yaralarını sarma-rehabilitasyon zamanı” gelmiş, Hitler’in baş hukukçusu Carl Schmitt bile kısacık hapislikten sonra ünlü bir hukukçu, filozof olarak meydana dönmüştü. Alman filozoflarına büyük ilgi Fransa’dan geldi. Heidegger ise hâlâ büyük bir kendini beğenmişlikle adeta dil üzerinden gizli bir ırkçılığı savunuyor, “Fransızların kendi dillerinde düşünemediklerini, Almancaya başvurduklarını” söylüyordu. Rehabilitasyon, savaşın yaralarını sarma işini ustaca yürütenler arasında önemli bir yeri olan Der Spiegel dergisi filozofumuzla bir söyleşi yaptı. Heidegger söyleşi yapıldıktan sonra metni istedi, derginin yayıncısı Rudolf Augstein ile muhabir Georg Wolf gerçekleri gizleyen düzeltmelere izin verdiler. Zaten söyleşinin maksadı filozofu temize çıkarmaktı. Ama gerçekler Der Spiegel ne kadar gayret ederse etsin o söyleşinin satırları arasından sızıyor. Heidegger, söyleşinin sağlığında yayınlanmasını da istemedi. 1966’da yapılan söyleşi 31 Mayıs 1976’da gün yüzüne çıktı. Türkiye’de 1993’te Yapı Kredi Yayınları’nın Cogito dizisi içinde yayımlandı.

Şimdi hepsini bırakıp filozofun görüşleri, tezleri ile hayatı, eylemi arasında kimilerinin söylediği gibi bir koşutluk, bir uyum var mı ona bakacağız. Bu benim iddiam değildir, ne haddime, yalnızca aktarıyorum. Burada bu tür yorum ve iddiaları görece anlaşılır tarzda değerlendirdiği için Terry Eagleton’u tercih edeceğim. Eagleton, Edmund Husserl’in “aşkın özne” ya da “aşkın ego” kavramı ile Heidegger’in “dasein”ını karşılaştırarak giriyor konuya. Ona göre Husserl’in “aşkın öznesi” rasyonalist aydınlanmanın bir tür devamı niteliğindedir; “insanın kendi imgesini zorla dünyaya kazıdığını”, doğa karşısındaki aktif konumunu öne aldığını söyler. Heidegger’in ise Husserl’in aksine insan öznesini (dasein’ı), dünyaya öylece atılıvermiş olan insanı, bu hayali hâkimiyet konumundan indirdiğini vurgular. Bir edebiyat eleştirmeni olarak Eaglaton, bu paralelliği bu alanda daha net ortaya koyar. Heidegger’e göre “edebiyat, bizim yaptığımız bir şey değil, olmasına izin vermemiz gereken şeydir.” Sanat karşısındaki tavır da Heidegger’e göre Alman halkına Führer’e göstermesini tavsiye ettiği boyun eğme tavrını andırmalıdır. “Burjuva sanayi toplumunun zorba aklının tek alternatifi, kölece bir tavırla kendini hiçe saymaktır.” (Edebiyat Kuramı. Ayrıntı Yayınları. sf.82-85)

***

Gazetelere bakıyor, TV kanallarında geziniyor, sosyal medyada umut ışığı arıyoruz. Karşımıza çıkan, insanı yok sayan tevekkülün hayatla kavgasından beslenen kaostur. Öte yandan bir zorunluluk olan sosyalizm ile her biri geleceğe kapı açan olasılıklar-olanaklar arasındaki pratik ilişkiyi çözümlemenin zor olduğunu da biliyoruz. Ama kabuğu çatlatan zorunluluğun, kendi nedenselliği içinde var olan ilk rastlantıda, önüne çıkan ilk fırsatta hükmünü yürüteceğine inanıyoruz.

Filozoflar şairler gibidir, geleceği sezerler ama sezgilerinin insanlık için iyi olup olmadığını bilmezler. Biz ise zorunluluk içinde olanakların yükselen müziğini, şiirini duymak için kulaklarımızı dört açanlardanız.

Çünkü biz her gün yenilenen rastlantıların, olanakların kölesi değiliz, takılıp kalmıyoruz orada, ama cengaverleri olabiliriz…

Kaynak: BirGün Pazar, 29 Kasım 2020 Pazar