Nutuk’u Okumak-4

Nutuk’un “ne” olduğu, ne tür bir metin olduğu ile ilgili tartışmalar oldukça zengindir.[1] Şevket Süreyya Aydemir(1973:317) Nutuk’un “…ne bir tarih ne de bir siyasi hatıra” olarak değerlendirilebileceği görüşündedir. Aydemir’e göre Nutuk, “En gerçek manasıyla, tarihi değerde siyasi bir vesikadır. Her siyasi vesika gibi, zamanın şartları içerisinde çeşitli açılardan değerlendirilebilir. Nitekim onun sahibi de onu, bir taraftan bu nutka eklenen belgelere dayandırırken, diğer taraftan olayları kendi açısından hükümlere bağlamıştır. Bu suretle de kendi hikâyesini, kendi eli ve dili ile kendi ölçüleri ve elbette büyük nutkun söylendiği günlerin havası içinde tarihin arşivine mâletmiştir”.  Altuğ’a (1980:9) göre ise Nutuk “Atatürk’ün Türkiye’nin kurtarılması, mili devletin kurulması ve devrimler atılımına başlamasında hep planlayıp başında bulunduğu ve bu olağanüstü çabaların 1919-1927 arasındakileri, kendi kalemiyle ulusuna ve dünyaya anlatan büyük bir yaptır”. Arar (1980:1377) Nutuk’un “Kurtuluş   savaşı ile Cumhuriyetin ilk yedi yılık tarihi için vazgeçilmez bir ana kaynak olmakla beraber, bu dönemin klasik ve standart ölçülere göre yazılmış bir   tarih” olmadığını  belirtmektedir. Altuğ (19809)  ise Nutuk’un “Türk ulusunun yetiştirdiği en büyük insan Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’nin kurtarılması, milli devletin kurulması ve devrimler atılımına başlamasında hep planlayıp başında bulunduğu bu olağanüstü çabaların 1919-1927 arasındakileri kendi kalemiyle ulusuna ve dünyaya anlatan büyük bir” yapıt olduğu düşüncesindedir. Afet İnan (1980:33) Nutuk’un “.bir devlet kurucusunun millete hesap verme örneği” olarak değerlendirilebileceğini söyler. Bu açıdan Nutuk, İnan’a göre “…birinci elden bir tarih”, *…tarihte örneğine az rastlanır bir örnektir”.

Atatürkoloji (Atatürkbilim) ve Atatürkçülük şeklinde iki kavram ortaya atarak, bu kavramların birbirlerinden farklarını tanımlamaya çalışan Kongar (1983:19), Atatürkçülüğü “…herkesin, her grubun Atatürkü kendi anladığı gibi anlatması ve bu çerçevede O’nu bayrak yaparak, kendi siyasal ya da düşünsel eylemlerinde onu kullanmasıdır” şeklinde tanımlamaktadır. Kongar’a göre

Türk vatandaşı herkesin böylesi bir tanımlamayı yapmaya hakkı bulunmaktadır ki bu anlamda Atatürkçülük bir ideoloji, bir yaşam görüşü, bir eylem biçimi ve bir siyasal akım olarak tanımlanabilir. Oysa Atatürkbilim (Atatürkoloji, bu yönüyle Atatürkçülükten çok farklı bir kavramdır: Nesnel ve tarihsel gerçekler olarak Atatürk’ün kendi yaşamında yaptıkları, yapamadıkları, başardıkları, başaramadıkları yani Atatürk’ün nesnel ve tarihsel mirasıdır. Belirli bir ideolojik çerçeveye oturtulmadan, salt gerçeği saptamak amacıyla Atatürk’ü inceleme işine Kongar, Atatürkoloji adını vermekte; Nutuk’u da bu çerçevede ele almaktadır. Emre Kongar (1983:51) Nutuk’u, Mustafa Kemal Paşa’nın “yaptığı tarihi, yazdığı tarihe dönüştürme çabası” olarak tarif eder; “Nutuk, tarihi hem yansıtan hem de yorumlayan bir belgedir. Mustafa Kemal Nutuk’ta tarihi yapan bir kişi olarak, onu kendisine göre yazmıştır da”. Kongar (1983:51), şöyle devam eder “…bir hesaplaşma metni” olarak tarif ettiği Nutuk ile ilgili değerlendirmelerine! “Nutuk’a dikkatle bakıldığı zaman hem bir Kurtuluş Savaşı ideolojisi, hem de yalnız bir önderin çevresiyle hesaplaşması görülür. Atatürk inanılmaz başarısını aktarırken kendisini yalnız bırakanlardan, başarısına inanmayanlardan  hesap sormaktadır.”

Afet İnan (1966:516) Nutuk’un “bütün milli mücadelenin tarihi” olduğu düşüncesindedir.        Arar (1980:1529) ise Nutuk’un her şeyden önce bir hitabe olduğunu belirttikten sonra, onun, “Türk hitabet sanatının erişilmesi güç en güzel örneklerinden birisi” olduğunu belirtir.

Enver Ziya Karal (1980: 189) da İnan’la benzer düşüncelere sahiptir. Ona göre de, Mustafa Kemal’in Nutuk olarak anılan demeci “…hem kendi mücadelesini, hem de 19 Mayıs 1919’dan cumhuriyetin ilanına kadar olan mili mücadeleyi değerlendirmesi”dir.

Cumhuriyet Gazetesi’nin 11 Kasım 1966 tarihli nüshasında yazan Sabahattin Selek ise Nutuk’un Mustafa Kemal’in halkına hesap verişi olduğunu belirtir. Ama bu, Selek’e göre, öylesine bir hesap veriştir ki, bir ihtilalci idrakiyle başından sonuna kadar, karşı fikir ve kuvvetleri yıkmaya, mahkûm etmeye dayanmaktadır. Selek’e göre, 15-20 Ekim 1927 günleri arasında “Atatürk savcı, Nutuk iddianame, Kongre, jüri, memleket ve dünya kamuoyu da dinleyicidir”.

Tarık Zafer Tunaya (1991:116-120)’ya göre Nutuk, bir hatırat, “bir tek parti liderinin, tüm toplumu benimsemeye zorladığı resmi bir ideoloji” veya “bir tarih kitabı” olmadığı gibi, “sosyo ekonomik bir doktrin” de değildir. Tunaya, Nutuk’u “Atatürk’ün olağanüstü saydığı dönemlerde başvurduğu        bir hesap verme eylemi ve belgesi” olarak değerlendirmektedir. Kinross (1964:664/’a göre ise Nutuk, “Kemalist ihtilalin klasik bir anlatımı”dır.

Ceyhun Atıf Kansu (1980:2219 ise Nutuk’un tarihsel bir dram olduğu düşüncesindedir: “Söylev adeta başkişisi Mustafa Kemal olan bir tarihsel dram havası taşımaktadır. Başkişisi kendisidir. Yavaş yavaş, Söylev ilerledikçe ve Söylev’e kendi yazgısı dışında ulusun yazgısı da katıldıkça bu dram Mustafa Kemal ile özdeşleşmekte, bir ulusun dramı haline gelmektedir. Her dramda, bu bir oyun olsun, bir hayat dramı olsun belli bir ikilem vardır.

Dramı zaten bu ikilemin üstüne ve bu ikilemden doğan çelişkiler üzerine, çatışkılar üzerine kurulur. Her dramın bir ikilemi vardır. Atatürk’ün söylevindeki ikilem baştan sona, başta söylediği, belirttiği ikilemdir. Bu da ya bağımsızlık ya ölümdür.”  Kurtuluş (1994) ise Tarihsel Olaylara Söylev “Nutuk” isimli çalışmasının arka kapağına şu ifadeyi eklemiş ve Nutuk’un “…bir ulusun yeniden doğuşunun akıl almaz yokluklara karşın ulusal savaşını kazanışının ve aydın günlere yönelişinin tarihsel bir öyküsü, tarihsel bir anlatımıdır… Atatürk’ü anlamak, Ona saygı duymak, O’nu sevmek, O’nun izinde olmak; ancak Söylevi okuyup anlamakla başlayacaktır”.

Zeynep Korkmaz ise Nutuk’u, Köktürk yazıtlarıyla karşılaştırarak ele alır. Yazara göre her ikisi de yazarlarının uzak görüşlülüğünü ortaya koyan eserlerden birincisi MS 552 yılında kurulmuş Türk devletinin, Bilge Kağan’ın ulusa hitabesi; diğeri ise, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’dir. Bilge Kağan ve Mustafa Kemali birbirlerine benzer içerik ve niteliklerde nutuklar söylemeye iten temel neden, “Bilge Kağan’ın Türk ulusunu Çin esaretinden kurtarmak için ortaya atıldığı dönemdeki şartlılarla Atatürk’ün Türk ulusunu kurtarma kararını vererek Samsun’a çıktığı zamanki şartlar arasındaki” (Korkmaz, 1974:51) yakınlıktır. Her ikisi de “…üstün yeteneklerinden gelen özellikleri dolayısıyla, ortaya atılmak için içinde bulundukları şartları ikinci plana atmasını bilmişlerdir. Her ikisinde de eşsiz birer yurt ve uluş sevgisi, her ikisinde de o eşsiz kaynaktan aldıkları birer güç vardır. İşte bu sebepledir ki, her ikisi de uluslarının kötü alınyazısını silerek, gelecek kuşakların yollarını aydınlatıcı başarılar elde edebilmiştir”. Tıpkı MS 552 yılında Bilge Kağan’ın ortaya çıkışı gibi, “…ondan tam 12 yüzyıl sonra Türk ulusunun bağrından bir Mustafa Kemal çıkmıştır. O, memleketin en karanlık günlerinde ulusunun kanayan yüreğine merhem olmuş, onun elinden tutmuş ve Kutluğ Kağan gibi yurdu düşmanların elinden kurtararak özgür bir devlet yaratmıştır” (Korkmaz, 1974:64).

Korkmaz (1997:392)’a göre, Nutuk, “…her şeyden önce, birbirinden farklı fakat birbirini tamamlayan safhalar halinde yol alan inkılâbın birinci elden pek değerli kaynak eseridir. Çünkü kitabın yazarı, tarihi olayları yalnızca belgelerle inceleyerek objektif gerçeğe ulaşmak isteyen bir tarih yazarı değil, aynı zamanda o tarihi yapanın kendisidir. Tarihi yapanla yazanın aynı şahsiyette birleşmiş olması Nutuk’u benzerleri ile karşılaştırılamayacak üstün değerde bir eser durumuna getirmiştir”. Korkmaz (1997: 397), Nutuk hakkındaki gözlemlerinde şöyle devam eder; “Nutuk, Atatürk’ün milli Mücadeleyi ve Türk inkılâbını asıl hedefine ulaştırabilmek için Kuvâ- yı Milliye ruhu diye adlandırılan toplum bilincini, nasıl bağımsız demokratik, lâik bir devlet kurma ideali etrafında birleştirebilmiş ve halkla bütünleşerek toplum bireylerini nasıl milli birlik ve beraberlik duygusu ile birbirine kenetlemiş olduğunun da tanıklarını vermektedir”, Ayrıca Nutuk, Korkmaz’a (1997:397-398) göre “…Mili hayatı sona ermiş farz edilen büyük bir milletin bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son esaslarına uygun çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu ifade etmiş; bugün ulaştığımız sonucun asırlardan beri çekilen milli felaketlerin yarattığı uyanıklığın sonucu ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedeli olduğuna” işaret edilmektedir.

İsmet Giritli ise Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalizm’i “…sadece geçmişte yaşanmış bir parlak olay olarak anma”nın hem yetersiz, hem de yanlış olduğu düşüncesindedir. Ona göre, önemli olan “Türk toplumunun her alanda modernleşmesinin reçetesini içeren Kemalizm’in günlük hayata uygulanmasıdır”. Bu çerçevede “Atatürk’ün Büyük Nutuk’unu söylemekte güttüğü ilk ve görünürdeki” amacı “geçmişte kalan bazı olayların, yani tarihin, anlaşılmasına yardımcı olmak ve ulusal varlığımız için önemli gördüğü konularda, milletin ve gelecek kuşakların dikkatli ve uyanık olmasını sağlamaktır”.

Atatürk, “Nutuk’taki ve diğer yayınlardaki ifadeleriyle Kurtuluş Savaşı’nı ‘otokratik-teokrat’ iktidar ve yönetimden, geri kalmışlıktan, çağdışı felsefe-fikir ve uygulamalardan, bağnazlıktan (taassup), milli dağınıklıktan, iç-dış düşmanlıklardan ve düşmanlardan Kurtuluş anlamında kullanmıştır. Bu savaş sürüp gitmektedir. Değerlendirme bu açıdan da yapılmalıdır. İlgili uzmanlar, ilgili bilim adamları kendi alanlarına giren konuları yorumlayıp genişleterek yeterli yayınlar yapmalıdırlar. Bu gibi çalışmalar resmi makamlarca desteklenmelidir.”

Cemil Koçak (1997:137) ise Nutuk’un Mili Mücadelenin ve sonrasındaki siyasi gelişmelerin analitik bir tarihi olduğu düşüncesindedir. Nutuk, belgelerle desteklenmiş olmakla birlikte, tek yanlıdır, polemikçi bir üsluba sahiptir. Nutuk siyasi bir metindir ve Atatürk’ün 1927 yılında, Milli Mücadeleye ve kader arkadaşlarına bakışını özetler. Yekta Güngör Özden (1997:193) ise Nutuk’un anı olduğunu söyleyenlerin karşı devrimciler olduğunu belirttikten sonra, Nutuk’un tarihsel bir belge ve kaynak olduğunu belirtir,

Nutuk’un ne olduğu, onun nasıl tanımlaması gerektiği ile ilgili tartışmaları daha da uzatmak mümkün. Fakat bu, yukarıda, farklı yazarlardan Nutuk’un ne olduğuna ilişkin yapılan alıntıların çoğunluğunun ortak bir özelliğe sahip olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Nutuk’un niteliği ile ilgili olarak görüş bildiren yazarların bir kısmı, Nutuk’u içinde yer aldığı tarihsel kesitleri bu tarihsel kesitteki güçler mücadelesinden bağımsız olarak ele alıyor.

Oysa Nutuk, boşlukta ortaya çıkmış, öncesiz ve sonrasız bir metin değildir. Nutuk’u Türk siyasi hayatı içerisinde bir yere koyar, onun ne olduğunu çözmeye boyutu ihmal etmemek gerekmektedir.

Bu açıdan Nutuk’un ne olduğunu anlayabilmek, onu bir yere oturtabilmek için, Birinci Dünya Savaşı sonra belirginleşen ve keskinleşen güç mücadelelerini dikkate almamız gerekmektedir Bu nedenle, bu güç mücadelelerinin 1900’lerin başındaki Anadolu mücadeleler dinamiği içerisinde nereye oturduğunu Güçler coğrafyasında nasıl tezahür ettiğini ve Nutuk’un bu mücadeleler dinamiği içerisinde nereye oturduğunu tartışmak gerekmektedir.

Bu mücadelesi kavramıyla siyasal sistemi etkileyen farklı güç ve aktörler arasındaki çekimeler, savaşlar, ittifaklar ve ulusların oluşturduğu ilişkiler örüntüsü kastedilmektedir. Bu ilişkiler örüntüsü, Milli Mücadele döneminde gerçek rengini veren birbirinden farklı, fakat birbirini derinden etkileyen ve besleyen savaşların idamların tasfiyelerin çekişmelerin ayak oyunlarının ittifakların bildirilerin kongrelerin ve açıklamaların hepsi ama hepsini kapsamakta, tüm bunlar bu güç mücadelesinin tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır.

Anadolu’daki güç mücadeleleri tek boyutlu da değildir; birbirinden bağısız ama birbirini besleyen, destekleyen ve/veya engelleyen üç ayrı düzeydeki, eksendeki güç mücadelelerinden söz etmek mümkündür. Bu güç mücadelelerinin birinci boyutu, yabancı devletlerle Anadolu arasındaki güç mücadeleleridir. 30 Ekim 1918 tarihinden sonra gerçekleşen işgaller, bu düzeydeki güç mücadelelerinin en somut tezahürünü oluştursa da, bu düzeyde ele alınan güç mücadelelerini sadece işgallere indirgeyerek tartışmak da olası görünmemektedir. Rusya ve Ankara Hükümeti arasındaki ilişkiler kadar, Amerikan mandası tartışmaları da bu güç mücadelelerinin içerisinde yer aldığı gibi, işgal güçleri arasındaki ittifakın bozulmaya başlamasından sonra işgal güçlerinin kendi aralarındaki ilişkileri de bu çerçevede ele almak gerekmektedir.

İkinci düzeydeki güç mücadeleleri, Anadolu’nun kendi içerisindeki güç mücadeleleridir. Otonom örgütler tarafından, kendiliğinden ve dağınık biçimde örgütlenen Milli Mücadele’yi kendi liderliğinde bir araya getirmek arzusunda olan tek güç, Mustafa Kemal ve arkadaşları değildir. Mili Mücadele’nin başladığı dönemde Anadolu’daki resmi otoritenin İstanbul Hükümeti olduğunu hatırlamak bile bu açıdan yeterlidir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinin ardından Ankara’da bir meclis açılmış, kendisini, işgal edilmiş İstanbul’un (İstanbul Hükümetinin) devamı gibi gösteren Ankara Hükümeti de Milli Mücadele’yi kendi çatısı altında toplamayı arzu eden önemli siyasi güçlerden birisi haline gelmiştir. Nitekim Anadolu’nun kendi içindeki güç odakları sadece İstanbul ve Ankara hükümetleriyle de sınırlı değildir. Kendisine bağlı Kızıl Ordusu ile Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’ye katılmak isteyen ve Rusya’nın desteğini kuşkusuz Mustafa Kemal’den daha fazla arkasında hisseden Mustafa Suphi’yi; mütareke sonrası Anadolu’da kurulan cemiyetleri ve direniş örgütlerini, liderleri yurtdışına kaçmış olmakla birlikte, üyelerini Anadolu’ya geçirerek faaliyetlerine devam eden İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni de yine bu güç odakları arasında saymak gerekmektedir.

Hiç kuşkusuz, sadece bunlar değil, Anadolu’da kurulan azınlık cemiyetlerini de bu mücadelenin içerisinde değerlendirmek yerinde olacaktır. Güç mücadelelerinin sonuncu ekseni Ankara’nın kendi içindeki güç mücadeleleridir. Ali Şükrü ve Topal Osman olaylarından, Çerkez Ethem olayına; Halit Paşa ile Ali Çetinkaya arasında geçen silahlı kavgadan, Mustafa Kemal’in Dr. Nazım’ı İçişleri Bakanlığı’na atamamasına; Kazım Karabekir’in askerlikten istifa eden Mustafa Kemale arka çıkmasından, yine Kazım Karabekir ve Mustafa Kemal arasındaki gerilimlere; Ali Fuat Cebesoy’un Mustafa Kemal’e senin yeni apotr’ların kimlerdir sorusunu sormasına yol açan sebeplerden, Rauf Orbay ve Kazım Karabekir’in Cumhuriyet’in ilan yöntemine ilişkin tepkilerine; Ankara Hükümeti’nin önder kadrosunun İsmet İnönü’nün Genel Kurmay Başkanlığı’na gösterdiği açık ya da örtük tepkilerden, Ali Fuat Paşa’nın görevinden alınarak Moskova Büyükelçiliği’ne tayinine; TCF’nin kurulması ve kapatılmasından, İzmir Suikastı davasına ve İstiklal Mahkemeleri’ne kadar birçok olayı bu bağlamda değerlendirebiliriz.

Yukarı da değinildiği gibi, farkı düzeylerde tezahür eden bu güç mücadeleleri birbirinden kopuk değil, tam tersine birbirleriyle oldukça yakın ilişkiler içerisindedir. Hatta ele alınacak somut bir olayın çoğu zaman birden fazla güç mücadelesinin kesişim alanında durduğunu görmek de mümkündür. Örneğin Çerkez Ethem olayı, bu türden bir vaka olarak ele alınabilir. Yunan ordularına karşı sürdürdüğü çete savaşı ve iç ayaklanmaları bastırmadaki rolüyle Mili Mücadele’de önemli bir siyasi güç haline gelen ve bu gücünü Ankara üzerindeki otoritesinin kaynağı haline getirmek isteyen Çerkez Ethem’in, Ankara Hükümeti’nin düzenli güçleriyle mücadelesini kaybetmesinin ardından Yunan güçlerine sığınması, bir yönüyle Ankara’nın kendi içindeki güç mücadeleleri ekseninde, diğer yönüyle de yabancı devletler ve Anadolu arasındaki güç mücadeleleri ekseninde değerlendirilebilecek bir vaka olarak ele alınabilir. Benzer şekilde, Bolşeviklerle olan ilişkilerinden yararlanarak, kuracağı Yeşil Ordu ile tüm Doğu milletlerini kurtarma planları yapan Enver Paşa da -Yeşil Ordu’nun meclis içindeki desteği göz önüne alındığında- bir yandan Rusya-Ankara, diğer yarıdan da Ankara’nın kendi içindeki güç mücadelelerinin kesişiminde cereyan eden bir örnek olarak verilebilir.[2] Aynı şekilde, anılarında, “Bizi Asya’dan atarak müttefiklerimizden ayırdıktan sonra, Ruslarla birleşmek hususundaki İngiliz emellerine, isabetli kararı ve başarılı taarruzu ile ilk mani olan, şüphesiz Mustafa Kemal Bey’dir” diyen Rauf Orbay ile Mustafa Kemal arasında daha sonra cereyan edecek olan çekişmeleri, Ankara’nın kendi içindeki güç mücadeleleri mi, yoksa yabancı devletler ve Anadolu arasındaki güç mücadeleleri ekseninde mi değerlendirmek gerektiği, cevaplandırılması gayet zor sorulardan birisi olarak durmaktadır.

Özetle, tekrar ifade etmek gerekirse, üç farklı düzlemde ((İ)yabancı devletler-Anadolu; (2) Anadolu’nun kendi içi ve (3) Ankara Hükümeti’nin siyasi aktörleri arasında) ortaya çıkan güç mücadelelerinin toplamı, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından, tek parti yönetiminin kuruluşuna kadar ki dönemi açıklamak amacıyla kullanılan bir soyutlamadır. Nutuk’a bu çerçeveden bakıldığında, onun tamamen, bu güç mücadelelerini tartışan bir metin olduğunu, Nutuk’un bu mücadelelerin anlatımı üzerine bina edildiğini görmek mümkündür. Nutuk’un kapsamı bölümünde değinilen tüm isimler, örgütler ve Nutuk’ta adı geçen bütün ülkeler bu güç mücadeleleri ağının aktörleridir ve Nutuk, Mustafa Kemal’in, yani her üç düzeydeki güç mücadelesinden başarıyla çıkarak tek parti-tek güç-tek adam yönetimini inşâ eden ekibin liderinin, bu güç mücadeleleri ile ilgili siyasi mülahazalarını içermektedir. Mustafa Kemal, Nutuk’ta, başta işgal güçleri olmak üzere yabancı devletlerle, en başında İstanbul Hükümeti’nin geldiği Anadolu’daki farklı siyasi güç merkezleriyle ve en önemlisi de Ankara’yı kendi içindeki ve buna bağlı olarak Mustafa Kemal’in kendi ekibi içindeki güç mücadelelerini siyasi bir dile açıklar. Fakat bu açıklama, bilimsel, tarihsel bir izah değil, aksine, bu güç mücadelelerinden başarıyla çıkarak onu çözen ve tek partiyi kuran kliğin, kendi başarısını, yine kendi diliyle ex post facto -mâkable şâmil- ve eklektik bir dille açıklamasıdır. Bu nedenle de Mustafa Kemal, Nutuk’unda o dönemde gerçekleşen tüm olayların tarihi bir izahını yapma ihtiyacını duymaz, Nutuk, bir siyasi belge olarak, bu olaylar arasından, kendi başarısını ve haklılığını kanıtlayabilecek olan olayları ve kişileri seçer ve yine bu kişi ve olaylara tarafsız değil, aksi- ne, kendi bakış açısını haklı çıkaracak yorumlar getirir. Bu nedenle, örneğin, Topal Osman olayından Nutuk’ta bahsedilmezken, Çerkez Ethem olayı üzerine Nutuk’ta ayrıntılı açıklamalara gidilmesi, Mustafa Kemal’in Yahya Kaptan’ın öldürülmesi ile ilgili olarak ayrıntılı ve duygu- sal bir konuşma yapmasına rağmen, Mustafa Suphi’nin katliyle ilgili herhangi bir değerlendirme de bulunmaması, ne Nutuk’taki bir eksiklik olarak değerlendirilebilir, ne de Topal Osman, Mustafa Suphi ya da Ali Şükrü’nün tarihsel olarak önemli olmayan figürler olmasıyla açıklanabilir.

Mustafa Kemal’in Nutuk’taki amacı, tarihi açıklamak değil, kendi haklılığını ortaya koymak, belgelemek; başarısının Sadece reel politikten ya da bizzat tesadüflerden kaynaklanan bir başarı değil, haklı olmaktan ileri gelen doğal bir sonuç olduğunun altını çizebilmektir. Mustafa Kemalin Nutuk’taki amacı, Milli Mücadele döneminin bilimsel bir analizini yapmak da değil, bu dönemde ne- den kendisinin haklı, diğerlerinin haksız olduğunu orta- ya koymak; kendi başarısını temellendirmek, kendi başarısı ite haklılığı arasındaki siyasi bağlantıyı kurmaktır. Sonuç olarak Mustafa Kemal’in Nutuk’taki amacı, bu güç mücadelelerinden nasıl ya da hangi olayların ve kişilerin vesilesiyle başarıyla çıktığını değil -bunu anlatıyor gibi görünürken- neden başarıya ulaştığını tartışmak, başarısına neden icat etmektir. Özetle, başarıya nasıl ulaşıldığını anlatmak, bu süreci adım adım tarif etmek değil, neden haklı olunduğunu ve bu haklılığın nasıl başarıyı da beraberinde getirdiğini kurgulamak, Nutuk’un yazılmasının/okunmasının temel amacını oluşturmaktadır. Çünkü Mutu, bu güç mücadelelerinden başarıyla çıkarak sistemi manipüle edebilecek güce kavuşanların, tam da bu güce kavuştuğunu hissettiği bir dönemde, geçmişte olmuş bitmiş bu mücadeleler (mazi olmuş bir devir) hakkındaki siyasi değerlendirmelerini içermekte; üç düzeyde gerçekleşen güç mücadeleleri oyununu kazananın,  başarısını haklılığıyla, haklılığını milleti ve onun içerisindeki gizli özellikleri bilebilmesiyle ilişkilendirerek açıkladığı siyasi bir metin özelliği taşımaktadır ki Nutuk’u, Taha Parla’nn konu ile ilgili kitabına verdiği adda olduğu gibi “siyasi kültürün resmi kaynaklarından birisi” ya da Öğün’ün ifade ettiği gibi “Kemalistliğin amentüsü” olarak tanımlamayı kolaylaştırmaktadır. Nutuk’un ex post facto -mazi olmuş bir devrin hikâyesinin geri dönük açıklamaları- bir kurgu olması da bu çerçevede açıklık kazanmaktadır. Nitekim gerçekten de Nutuk, mazi olmuş bir devrin hikâyesidir. Lâkin mazi olmuş  bu devir, 1927 yılında, Nutuk dolayımıyla kurulmuş/kurgulanmış bir mazinin hikâyesidir. Örnek vermek gerekirse; “milletin vicdanında ve istikbalinde ihdas ettiği büyük tekâmül istidadını bir mili sır gibi saklayarak onu parça parça hayata geçirmek için uğraştığını” söyleyen Mustafa Kemal, 1927 yılında, meclis kürsüsünde Nutuk’unu okuyan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’dir: Buradan, Mustafa Kemal’in bu açıklamalarından hareket edip, 1919 Mayıs’ında Samsun’a çıkan asker Mustafa Kemal’in“ de” gerçekten milletin vicdanında bir tekâmül istidadı sezdiğini söylemek oldukça zordur; hiç değilse bu, Mustafa Kemal’in kendisinin dahi ispat edemeyeceği iddiadır. Oysa gerçek şudur ki, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, asker Mustafa Kemal’in sezdiğini söyleyerek böylesi bir tekâmül istidadımı de facto başarısı ile haklılığı arasında bir bağ kurmakta ve bu bağı da ex pesi facto bir yolla, yani as- ker Mustafa Kemal’i1927 yılında yeniden tanımlayarak, kurarak gerçekleştirmektedir.

Tarihler 30 Ekim1918’den 1920’lerin ortalarına doğru ilerledikçe, Ankara ilk önce Anadolu’daki güç mücadelelerinde gittikçe belirleyici olmaya başlamış, en sonunda, en büyük rakibi İstanbul Hükümeti’ni de (1 Kasım 1922’de Saltanatı, 3 Mart 1924’de halifeliği kaldırarak) alt ederek kanıtlamıştır. Anadolu’daki hâkim siyasi güç olduğunu Mütarekenin imzalanmasından sonra bir- birinden ayrı ve otonom şekilde ortaya çıkan yöresel direniş hareketleri de Ankara Hükümeti çatısı altında bir araya getirilebilmiştir. Aynı zaman diliminde, işgal bertaraf edilmiş, 1923 yılında Ankara Hükümeti, Lozan Antlaşması’nı imzalayarak -çözüme kavuşturulamayan bazı sorunlar bir yana bırakılırsa- yabancı devletlerle olan ihtilafların da büyük oranda çözüme kavuşturmuştur. Yabancı devletlerle ve Anadolu’daki diğer iktidar odaklarıyla sürdürülen güç mücadelelerinden başarıyla çıkan Ankara’nın  kendi lehine sonuçlandıramadığı tek güç mücadeleleri ekseni -henüz-        bizzat Ankara’nın kendi içindeki, bir diğer ifadeyle, diğer güç mücadelelerinden başarıyla çıkan ekibin kendi içindeki güç mücadeleleridir. Bunun için de 1927 yılını beklemek, Mustafa Kemal’in, çoğu Milli Mücadele’nin önder kadrosu içinde de yer alan BMM’deki muhalifleriyle hesaplaşmasını bitirmesini beklemek gerekmektedir. İşte, Nutuk’un okunması, bu eksendeki güç mücadelelerinin de sonuçlandırıldığı düşüncesinin Mustafa Kemal ve onun yeni apotr’larında belirginleştiği bir tarihe tekabül etmektedir. Nitekim bu son eksendeki güç mücadeleleri, eski apotr’ların yerine yenilerinin ikamesi ve BMM’den muhaliflerin tasfiyesi süreçleriyle somutlanacaktır. Her üç güç mücadeleleri örüntüsünden de başarıyla çıkarak, muhaliflerini ortadan kaldıran ve/veya sindiren ekip, artık bu başarısının nedenlerini kurmak, onu “haklı” “soylu” temellere dayandırmak zorundadır. Nutuk rejime işte tam da bunu sağlar. Nutuk “tarih”i yeniden okur; “ormann hikâyesi” avcının dilinden dinleyicilere aklarılarak yeniden yapılandırılır ve böylece, Nutuk’un kapsadığı dokuz yıl, Mustafa Kemal’in milletin ruhunda sezdiği gelişme eğiliminin parça parça dışavurumunun tarihi haline getirilir: Bu tarihe göre, başarı milletin başarısıdır; Mustafa Kemal, sadece, milletin içindeki bu özü sezmiştir. Başaranlar, bu özü sezdikleri için kahraman, hainler bunu sezemedikleri için alçaktır. Başarının hak- lığı, onun milletin özündeki eğilimleri sezebilme kapasitesiyle ilgilidir. Başarı, haklılık ve millet üçgeninde Mustafa Kemal, milletin ruhundaki bu kapasiteyi sezebildiği için haklı olan ve bu sarsılmaz haklılığın başarısını sağlayan “tek-adam”, (ismi henüz konulmamış) “ata-Türk olarak kurgular kendini. Nutuk, Mustafa Kemal’in değilse de, “Atatürk’ün doğumunu, siyasi doğuruluşunu o kadar açıktan kurgular ki, Mustafa Kemal bile daha sonra, gerçek doğum tarihinin 19 Mayıs 1881 olduğunu açıklar: Nitekim İngiltere Büyükelçisi Morgan, 10 Kasım 1936 tarihinde, Dışişleri Bakanlığına yazdığı yazıda, İngiltere Kralı VT. Edward’ın, doğum günü nedeniyle, kendisine özel ve samimi bir tebrik telgrafı çekmek istediğini söyleyerek, Atatürk’ün doğum tarihinin bildirilme- sini rica eder. Bu ricaya karşılık, 12 Kasım 1936 günü gönderilen resmi yazıya “Cumhurbaşkanı Atatürk’ün 19 Mayıs 1881 tarihinde doğmuş olduklarını arz ederim” şeklinde cevap verilir.[3] Özetle Nutuk, sadece mazi olmuş bir devrin hikâyesini anlatmakla kalmaz; Aynı zamanda Mustafa Kemal, bu hikâyenin Authority‘sidir de; millet, hem author’un/- Bani’nin kurguladığı hikâyenin temel kahramanı ve her şeyi gerçekleştiren kurgu-kişisi, hem de bu hikâyenin baş dinleyicisidir. Hikâyeyi yazan/anlatan -Author- dinleyenlere, hikâyenin başkahramanı ve failinin kendileri olduklarını söylemektedir. Author, bu ilişkiyi böyle kurguladığı için de sadece hikâyenin author’u değil, aynı zamanda tüm hikâyenin dramaturjisinin, authority’sinin de sahibi, hamisi, anlattığı kurgunun kurucusudur da: Rolleri o dağıtır, kahramanın kahramanlığı failin kim olduğu ve hainlerinin kimler olacağı neden hain oldukları onun Authortiy’si çerçevesinde belirir; hikâyenin dramaturjisi, Author’un Authority’si ile kurulur ve yine hikâyenin kahramanı olan millete anlatılır. Milletin bünyesinde gerçekten bir “büyük tekâmül! İstidadı”nın olup olmadığı, varsa da bunun neden sadece Mustafa Kemal tarafından görülebildiği, var olan bu istidadı sadece O görebildiyse bile, böylesi bir istidatın Mustafa Kemal önderliğinde izlenen politikaları apriori gerektirip gerektirmediği gibi tartışmaların hepsi, Author’un Authoryty’si gölgesinde birer kurgu, tahayyül ve tasavvur olarak algılanmaktan çıkarak tartışılmaz bir “realite” haline gelir.

Nutuk yoluyla millet, kendi kahramanlık öyküsünü, onu kendine anlatan Author’un dilinden -hikâyenin yazarından, müellifinden- dinleme şansına kavuşur. Ve yine bu yolla Nutuk, mazi olmuş bir devri, “hatırları yadetmek” ya da “geçmişi anmak” için anlatan bir “sohbet” olmaktan çıkararak; geçmişi, gelecekteki iktidar ilişkilerini garanti altına almak için yeniden kuran bir resmi ideoloji membaı haline gelir. Nutuk yoluyla kurulan bu ilişkide Mustafa Kemal, başarıların (Mili Mücadele’nin, devrimlerin, Kurtuluş Savaşı’nın…) faili olmaktan çıkar ve sistemin Author’u, tek adamı, halaskârı (kurtarıcısı), hamisi (koruyucusu), banisi (kurucusu), mürebbi (yetiştireni), mürşidi (aydınlatıcısı), lâyetezeli (şaşmaz kişisi) ve pişuvası (önderi)… sözün kısası rejimin ata- Türk’ü, “totem’i olmaya doğru yol alırken; millet, kendi- sinin de farkında olmadığı özeliklerden devşirilen siyasaların asli faili, başarının gerçek sahibi haline getirilir. Nutuk’ta imâ edilen, ama asla Nutuk’ta sınırlı kalmayan bu millet (ve böylesi bir millet düşüncesine yaslanarak ayakta duran milliyetçilik) tahayyülüdür ki, millet, kendisinin de farkında olmadığı ama kendi özelliklerden türemiş siyasaların faili haline getirmeye izin verebilir. İzlenen siyasaların milletin ruhundan devşirilmiş olması, ((ek adamın ya da onun timizlerinin izledikleri/izleyecekleri siyasaların kendisini meşruladığı gibi, daha da önemlisi, aynı zamanda, örneğin millet izlenen siyasalara karşı çıkacak olursa, bu siyasaların hem milletin o anda karşı çıktığı siyasanın, aslında kendisinin farkında olamadığı ama sadece Mustafa Kemal’in 4veya ardıllarının) farkında olduğu siyasalar olmaları nedeniyle, son analizde onun lehine, “onun için” olan siyasalar olduğu kurgusunu hem de milletin karşı çıktığı bu siyasanın aslında, gerçekte millet tarafından gerçekleştirilmiş siyasalar olduğu tasavvurunu, kurgusunu da meşru hale getirir; Halka rağmen halkçılık olarak özetlenen düşüncenin beslendiği kaynak da tamı olarak burası olsa gerektir.

Sonuç

Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinden yaklaşık bir hafta sonra Milli Mücadele başladı. Reddi ilhak ve müdafaa-i hukuk isimleri etrafında örgütlenen cemiyetler, gazeteler ve çeteler aracılığıyla kendi kendini örgütleyen, bu yerel, otonom ve âdem-i merkezi direniş neyi istemediğini çok iyi biliyordu; fakat nihâi hedefin ne olduğu konusunda her birinin farklı stratejileri ve düşünceleri vardı: Örneğin, Mustafa Suphi liderliğinde Bakü’de kurulan Türkiye Komünist Partisi, Anadolu’yu işgalcilerden temizleyerek bir Amele ve Rençber Şuraları Cumhuriyeti kurmak, Mustafa Kemal önderliğinde Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi (kurulduğu ilk dönemde) işgalcileri Anadolu’dan temizleyerek Halife ve Sultan’ı esaretten kurtarmak; İstanbul Hükümeti’nin ve İngiltere’nin denetimindeki Kuvâ-yı İnzibatiye ise İngilizlerin nezaretinde mevcut devlet yapısını korumak için kolları sıvamıştı, Hedefleri farklı farklı olmakla birlikte mevcut durumu kendi politikaları ile aşmak için yola koyulanların sayısı elbette sadece bu örgütlerden[4] ibaret değildi; ama sonuçta Ankara Hükümeti, bu güç mücadelelerinden sıyrılarak Mili Mücadele’nin kontrol merkezi olmayı, onu âdem-i merkezi karakterden kurtaracak gücü temerküz etmeyi başardı; diğerlerini de tasfiye etti. Ankara’nın kontrolündeki direnişin işgalleri bertarafının ardından, Ankara’nın ve daha da önemlisi Ankara’daki çelik çekirdeğin içindeki mücadeleler daha da gözle görünür hale gelmeye başladı. Çünkü diğer iki güç mücadelesi ekseni artık çözülmüş; bu iki eksende Ankara’nın hâkimiyeti neredeyse tescillenmişti. Bu da * Milli Mücadele’nin başlarından beri bu grup içinde var olan görüş ayrılıklarını iyiden iyiye derinleştirip, keskinleştirmeye yetti de arttı bile,

1923 yılında Cumhuriyet’in ilan edilmesi, yine hemen hemen hepsi BMM’de yer alan, Milli Mücadele’nin yönetici kadrosunun içelik çekirdeğinin) kendi içerisindeki güç mücadelelerinin (Ankara içindeki güç mücadelelerinin) bir kerte daha sertleşmesine zemin hazırladı (Dün- dar, 2007:29). Diğer iki eksendeki güç mücadeleleri çözüldükçe, Ankara’nın kendi içindeki mücadeleleri daha belirgin, sert ve ölümcül hale geliyordu: Tasfiyeler, sür- günler, idamlar, suikastlar, gittikçe keskinleşen bu güç mücadeleleri ekseninin politikaları olarak uygulamaya konuldu. 1924 yılında kurulan TCF de, Cumhuriyet’in ilanı ile iyiden iyiye ısınan bu çatışmayı eri üst seviyesi- ne taşıdı: Ankara, kendi içerisindeki hesaplaşmayı İstik- lal Mahkemeleri’ne kadar götürdü. TCF’nin kurulması ve kapatılması sürecinde, Amasya Tamimi ile bir araya gelen çelik çekirdek artık tamamen dağılmış bulunuyordu. Parti’nin, Şeyh Sait İsyanı’na destek olduğu düşüncesiyle başlayan tasfiyeler; İzmir Suikastı davasıyla daha da yaygınlaşarak[5] Mustafa Kemal’in önceleri ittifak yapmak zorunda kaldığı ve bir kısmı da halen Mebus olarak Ankara’da bulunan eski ittihatçıları da kapsadı. Lâkin sistemin Mustafa Kemal ve yeni apotr’ları tarafından istenen son şekline getirilebilmesi için halen iki küçük rötuşa daha ihtiyaç vardır: BMM’nin ve partinin denetim altına alınabilmesi. 1927 yılında, 1924 Anaya- sası ile dört yılda bir yapılmasına karar verilen seçimlerin yenilenme zamanının gelmiş olması, bu rötuşları daha da kolaylaştırır; ama önce Fırka’nın, 1923 yılında kabul edilen nizamnamesi üzerinde, Pekdemir (1999; 225)’in “tüzük darbesi” olarak adlandırdığı bir değişikliğin yapılması gerekmektedir. Çünkü bu değişiklik, muktedirlerin arzuladıkları her iki rötuşu aynı anda gerçekleştirmelerini sağlayacak bir anahtar görevi görecektir. 1923 yılında çıkarılan CHF Nizamname ‘sinin 28. ve 29. maddeleri bu amaçla değiştirilir (Tunçay, 1999:180). Bu değişiklikle, Fırka Divanı’nın görevlerinde değişiklik yapılır ve Büyük Millet Meclisi seçimlerini idare ve partinin milletvekili adaylarını tespit etme görevi, Fırka Divanı’ndan alınarak Umumi Reis’e verilir. Bir başka ifadeyle, Genel Başkan’ın, BMM intihabını Umumi Reis Vekili ve Katib-i Umumi ile beraber idare etmesine karar veri- 1ir34 ki bu değişiklikler 1927 yılında yeniden yazılacak nizamnamede kalıcı hale getirilecektir (Tunçay, 1999:181).

Mustafa Kemale milletvekili adaylarını tespit etme yetkisi veren bu tüzük değişikliği, idam, sürgün, derdest… edilmeyen ya da suikasta uğramayan diğer muhaliflerin BMM’ye girmesine engel olma amacı taşımaktadır; nitekim, tüzük değişikliği amacına ulaşır da. BMM, Nisan 1927’de son oturumunu gerçekleştirerek kapanın ülke artık, Kasım ayına kadar seçim sathı-ı mailine girmiştir. Ayrıca, Mustafa Kemal, 29 Ağustos

1927 tarihinde (Kocatürk, 1999:405) milletvekili seçimleri nedeniyle bir seçim bildirgesi hazırlar ve Tunçay’ın (1999:413) 1927 Eylülü’nde ilan edildiğini belirttiği bu beyannamede, partinin laik, halkçı ve milliyetçi bir siyasi parti olduğunu da bildirir.[6]

Nutuk işte tam da bu sırada, partinin ikinci kongresinde okunur. Partinin ilk kongresini  yapmadan, 1927’de ikincisini yapmaya karar veren Mustafa Kemal, tıpkı Nutuk’ta olduğu gibi, parti kongrelerinde de tarihi bugünden geriye doğru yeniden yazmayı -ex post facto bir tarih kurgulamayı- tercih eder. Böylece, partinin ilk kongresinin Sivas Kongresi olduğuna karar verilir. Oysa Sivas Kongresi toplandığında, hiçbir şekilde, ileride bir siyasi parti haline gelmek ya da Cumhuriyet yönetimi kurmak gibi bir amacı yoktur. Fakat 1927 yılında parti kongresinin         açış konuşmasını yapan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, kürsüden, Sivas Kongresini  toplayan müstafi asker Mustafa Kemale, Sivas Kongresi’nin aslında CHP’nin ilk Kongresi olduğunu söyletiverir. Bu yolla, 1919’un tarihi 1927’nin siyasi ihtiyaç ve dinamikleri doğrultusunda yeniden yazılmış, kurgulanmış olur. Gerçi ortaya çıkan tarih (yorumu), artık, tarihin kendisi değil, onun yeniden üretilmiş şeklidir ama bu yolla da müstafi asker Mustafa Kemal ile Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal arasında bir tutarlılık, izlenen politikalarda bir süreklilik tesis edilmiş; 1927 yılında, Sivas Kongresi Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemale Cumhuriyeti kurma iradesi yüklenmiş olur. Sadece ilk kongrenin “ikinci” olarak adlandırılması değil, bil kongre için seçilen tarih de, Mustafa Kemal’in bu konudaki seçimlerinin tesadüfi ve gayriiradi olmadığını göstermektedir. Kongrenin, 1927 yılında, muhaliflerin tasfiye edildiği, müstakbel muhalefetin nizamname değişikliği ile bastırıldığı ve yeni cumhurbaşkanını seçecek BMM’nin ise henüz göreve başlamadığı bir dönemde toplanması, tesadüfün çok ama çok ötesindeki tercihlerdir. Bu noktada bazı ayrıntının daha altını çizmek gerekmektedir. 1923 yılında kabul edilen Halk Fırkası Nizamnamesinin 8. maddesine göre[7] fırkanın, Büyük Kongresi’ni her yılın 23 Nisan’ın da toplaması gerekirken, aynı maddedeki hükme göre “fevkalade mücbir bir sebep tahtında Büyük Kongre’nin zaman-ı içtimaı yalnız bir defaya mahsus olmak üzere bir sene” tehiri câizdir“, Yani kendi nizamnamesine göre CHF Kongresi’nin normalde 1924 yılında toplanması, nizamnamenin belirttiği “fevkalade mücbir bir sebep” olduğu varsayılsa bile, kongrenin en geç 1925 Nisan’ı sonunda toplanması gerekiyordu. Dolayısıyla 1927 Ekim’inde toplanan kongre, aslında, tüzüğün izin verdiği en son süreden yaklaşık

30 ay sonra toplanabilen bir kongreydi. Fakat tüzük ne derse desin, kongre, zamanında toplanmak isteseydi bile ne 25 Nisan 1924’te, ne ertesi yıl, ne de 1926 Nisan’ında toplanmayı     başarabilirdi. Kongrenin  olağan toplanma tarihi olan 23 Nisan 1924, Cumhuriyet kavramı  ve Cumhuriyet’in ilanının yöntemi üzerine sürdürülen polemiklerin en ateşli olduğu dönemdi ve bu tartışmalar, kongrenin toplanması gereken tarihten sadece yedi ay sonra TCF’nin kurulması ile sonuçlanacaktı. Kongre 23 Nisan 1925 tarihinde de toplanamazdı, çünkü bu tarih de Şeyh Said’in Varto yakınlarındaki Carpuh Köprüsü’nde ele geçirilmesinin üzerinden sadece ama sadece sekiz gün sonraya denk gelmekteydi. Kongre, ne yazık ki, 23 Nisan 1926 tarihinde de toplanamazdı; çünkü bu tarih de İzmir Suikastı girişiminden sadece 53 gün önce- sine denk geliyordu: Nitekim kongre üç yıl boyunca toplanamadı; çünkü toplanması için gerekli şartlar olgunlaşmamış; Ankara, kendi içerisindeki nihâi hesaplaşmayı henüz bitirmemiş: Ankara’nın kendi içerisindeki güçler mücadelesi henüz çözülmemişti. Kongrenin toplanabileceği hukuki gereksinme ortaya çıksa da siyasi zemin, Nutuk türünden bir metnin okunarak tek parti[8] yönetiminin işaret fişeğinin atılabilmesine imkân tanımı- yordu. Bu şartlar olgunlaştığında da beklemek olmazdı; nitekim Mustafa Kemal de bekleyemedi. Mayıs sonlarında geçirdiği kalp krizlerine rağmen çalışmalarına devam etti ve Nutuk’unu okudu. Sonuç olarak, Nutuk’un güçler mücadelesinin çözülme anında okunma özelliği o kadar belirgindir ki, ne tüzüğün emri onun daha erken okunmasına, ne de doktorların emri onun daha geç okunmasına yol açabilirdi. Onun okunma zamanını sadece ve sadece paşaların -her üç eksendeki- hesaplaşma dinamikleri belirleyebildi.

Nutuk’un dili ve içeriği, Nutuk’un okunduğu tarihsel kesitin üç ayrı eksendeki güçler mücadelesinin çözülüş tarihiyle alâkası, CHF’nin ilk kongresinin ikinci kongre olarak adlandırılması ve Nutuk’un tüm bu faktörlerin kesişim tarihi olan Ekim 1927’de okunmaya başlaması da altını çizmektedir ki, Nutuk, tek parti yönetimini ve O partinin tek ve değişmez liderini muştulamaktadır. Nutuk ve tek parti/tek adam yönetimi arasındaki ilişki, Mustafa Kemal heykelleri ve Nutuk arasındaki ilişkilere yakından bakıldığında da çok net sezilebilmekte; Nutuk’ta çizilen Author, tek adam, Arthority ve ata-Türk özellikleri taşıyan Mustafa Kemal portresinin, Nutuk’un okunmasının hemen öncesi ve sonrasına denk gelen tarihsel kesitte dikilen heykellerde de kendisini ifade ettiği görülebilmektedir!7. Heykellerin açılışları da en az heykellerin kendisi kadar ideolojik seremoniler eşliğinde gerçekleştirilmiştir. Bu açılışlarda halk, memurlar ve öğrencilerin de katıldığı “fevkalade merasimler” yapılıyor; geniş katılımlı törenler tertip ediliyordu.

İçişleri Bakanlığı tarafından Başbakanlığa yazılan 25.04.1931 Tarih, 1502/319 sayılı yazıda da böylesi bir merasimden bahsetmektedir: İçişleri Bakanlığı’nın yazısına göre: “Reisicümhur Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin Edirne’de rekzolunan Heykellerinin 23 Nisan 1931 tarihinde binlerce ahali ve bilcümle mektep şakirdanıile memurin hazır bulunduğu halde fevkalade merasimle açılmış olduğu Edirne Vilayetinden iş’ar olunmuştur”38 denilmektedir. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde açılan bu heykellere, Eczacıbaşı Sanal Müzesi’nin internet sayla- sından39 elde edilen bilgilerden hareketle kısaca bir göz atalım.

Mustafa Kemal’in ilk heykeli Heinrich Krippel tarafından yapılmış ve 6 Ekim 1926 tarihinde, yani Nutuk’un yazılması hazırlıklarının başladığı bir dönemde Sarayburnu’na dikilmiştir. Saraybumu Atatürk Heykeli, Cumhuriyet ideolojisinin görseleştirilmesi yolunda atılan ilk adımdır. İstanbul Belediyesi tarafından diktirilen heykelin açılışı sonrasında belediye yetkilileri, Atatürk’ten bir telgraf alır: “Muhterem İstanbul halkının ilk defa heykelimi dikmek suretiyle gösterdiği yüksek kadirşinaslıktan ve resm-i küşat münasebetiyle hakkımda izhar buyrulan necip hissiyattan dolayı samimi teşekkürlerimi arz ederim. Sözün bundan sonrası heykeltıraşlarındır.”

Aynı yılın Cumhuriyet Bayramı’nda ve yine aynı heykeltıraş tarafından, Konya’ya da bir heykel dikilir. İlk uygulanan heykel Sarayburnu Atatürk heykeli olsa da, ilk heykel fikri Konya’dan gelmiştir ve Konya İli ‘ne dikilecek olan heykel için Belediye Reisi Kâzım Bey, Mustafa Kemal’den izin alır. Anıtın kaidesi Krippel’e değil, Mimar Muzaffer Bey’e aittir. Konya Atatürk Heykeli’nin kaidesi, aslında, bu anıttan bağımsız olarak, Konyalı kadınlar için dikilecek olan bir anıta aittir.

Mustafa Kemal’in üçüncü heykeli, ertesi yılın Cumhuriyet Bayramı törenlerine denk gelen 29 Ekim 1927 tarihine, yani Nutuk’un okunuşundan sadece 10 gün sonrasına rastlamaktadır. Bu heykel, Ankara Etnografya Müzesi önündeki Atlı Atatürk Anıtı’dır.

Hazineden para alınmadan, halktan toplanan paralarla yaptırılan bu heykelde, Mustafa Kemal’in bindiği atın adının “Sakarya” olması da oldukça manidardır.

İstanbul Taksim Meydanı’na 8 Temmuz 1928 tarihin- de dikilen heykel ise Mustafa Kemal’in sekizinci heykelidir. Bu heykelin en ilginç yönü, Rus komutanlar yanın- da, Nutuk’ta sürekli övülen kişilerinin (İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak) de anıtta tasvir edilmeleridir. Bu heykel de Pietro Canonica’ya aittir. Bu anıt, Canonica’nın en iddialı ve belki de en olaylı anıtıdır. Olaylıdır, çünkü Atatürk’ün ne giyerek betimleneceği bir türlü karara bağlanamaz. İlk öneriye göre, Gazi Hazretleriyle Kumandan Paşalar, zabit ve neferlerimizin ve ahalinin heykelleri kalpaklı olarak yapılmayacak ve bugünkü üniforma ile veyahut başı açık olarak yapılacaktır. Daha sonra ise Abide Komisyonu toplanacak ve komisyon ile Maarif Vekâleti arasında geçen tartışmaları karara bağlayacak- tr: “Burada tarihi hakikatlere boyun eğmek ve o günün kıyafetiyle içtimaı durumunu tespit etmek zaruridir”. Son alınan karara göre, abidenin Taksim yönüne bakan kismında, 30 Ağustos 1922 zaferi temsil edilir. Anıtta tem- sil edilen sahnelerde Canonica, dönemin Milliyet Gazetesi fotoğrafçısı Ethem Hamdi Bey’in çektiği fotoğraflardan yararlanır.

Anıtın İstiklal Caddesi yönüne bakan kısımda canlandırılan tasvir Cumhuriyet Türkiye’sidir. Sivil kıyafetler içinde betimlenen Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa’nın gerisinde, Türk bayrağını taşıyan insanlar görülür. Altta, Cumhuriyet’in ilan edildiği tarih olan 29.10.1923 yazısı yer alır. Ancak, heykel ile ilgili bir başka ayrıntı vardır ki, bundan pek bahsedilmek istenmez; Taksim Meydanı’ndaki anıtta, Mili Mücadele döneminde Rusya’dan görülen yardımlara karşılık olarak Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile birlikte iki Rus generale de yer verilir. Bunlardan Furunze, Kızılordu’nun teorisyenlerindendir ve Kurtuluş Savaşının sürdüğü yıllarda Anadolu’yu dolaşarak hem Bolşevik Rusya’nın desteğini göstermiş, hem de Anadolu halkının Ekim Devrimi’ne karşı tutumunu gözlemlemiştir. Arıtta tasvir edilen ikinci Rus yetkili ise K. Yefremoviç Voroşilov’dur Voroşilov da generallerindendir. General Cumhuriyet’in onuncu yıl kutlamalarına iştirak etmiştir. Bu anıtın ardından, Mustafa Kemal heykellerine uzun sayılabilecek bir süre ara verilir. Bu tarihten sonra, 28 Temmuz 1937 tarihinde dikilen ilk heykel de yine Pietro Canonica’ya aittir.

Özdemir Nutku’nun 1973 yılında yazdığı Nutuk (Belgesel Oyun) (1973) adlı tiyatro eseri, Nutuk ile ilgili olarak söylenilmeye çalışılan birçok şeyi özetleyen, deyim yerindeyse, Mustafa Kemal’in kafasındaki manzara-yı umumiyeyi en iyi tasvir eden, Nutuk’un satır aralarını oldukça başarılı imgelemlerle ön plana çıkaran bir çalışmadır: Mustafa Kemal’in Nutuk’taki Author –Nutuk’taki anlatıyı kuran, Bani- rolü; milletin, Nutuk’un “yazarı tarafından fail haline getirilişi: Nutuk’un, geçmişi, gelecekteki iktidar ilişkilerinin bir bileşeni olarak kuruşu ve böylece Nutuk’un resmi ideolojinin membaı haline getirilmesi ve onun konusunu oluşturan güçler mücadelesi -dış düşmanları birer gölge, iç düşmanları da kukla figürleriyle tasvir eden- bu tiyatro oyununda çok güzel özetlenmektedir. Nitekim, oyun metnine yazdığı önsüzde de Nutku (1972:3), Nutuk’un “modem Türk devletinin önemini, gelişme olanaklarını ve çözüm yollarını bulma- da değerli bir yol gösterici olan” bir yapıt olarak tanımlamaktadır, Nutuk, yine sanatçıya göre (Nutku, 1973:5) “..genç kuşakların mutlaka okumaları gereken, vazgeçilemeyecek bir bilgi kaynağı” olarak tanımlanır.

Ömer Nutku’nun yazdığı metinde sahne genelde boştur. Fonda sağ ve solda iki beyaz perde bulunmaktadır: Bunlar anlatımı biçimlerini ortaya çıkarmakta kullanılacak fonlardır. Oyuncuya göre sağda, daha çok düşman eylemlerini gösteren gölge oyunu, solda diyapozitif film gösterilecek bir perde yer almaktadır. Sahnenin sağ ve solunda, bazen koro bazen de kişilerin yararlanacağı iki adet geniş basamaklı yükseltiler de yer almaktadır. Sol üst tarafa yerleştirilen bir masa da oyunun önemli ve sık kullanılan aksesuarları arasında yer almaktadır. Yazar, sözsüz oyunların bulunduğu       bölümlerde ve gerektiği yerlerde, oyunun üç ayrı kesimde oynanmasını planlanmıştır. Birinci kesim dış düşmanlardır. Diş düşmanlar, Nutuk oyununda, sahnedeki beyaz perdenin arkasından yansıtılan ışıkla, tıpkı Karagöz oyununda olduğu gibi, perdeye düşen gölgelerin hareketleri ile verilecektir. Oyundaki ikinci kesim ise iç düşmanlardır. İş düşmanlar özellikle sözsüz oyunların bulunduğu bölümlerde, ayakları ve elleri sofitodaki makaralara bağlı birer kukla gibi oynanacaktır. Yazar, kukla olarak tasvir ettiği iç düşmanların, sahnenin sağ yanındaki yükseltide icrai sanat eylemesine karar vermiştir. Oyundaki üçüncü kesim ise ulusal davayı savunanlardır. Bunlar gerçekçi bir görünüşte, sahne solunda oynayacaklardır.

Oyunun birinci bölümünde sahnenin $ol tarafına yerleştirilen masada, sırtı seyircilere dönük bir şekilde bir oyuncu oturmakta ve yazı yazmaktadır. Oyuncunun yüzü görünmez; gerektiğinde bu oyuncu mahallî bir ışıkla aydınlatılır; Mustafa Kemal’i temsil eden bu oyucu sürekli olarak bir şeyler yazar fakat oyun boyunca hiçbir repliği yoktur; hiç konuşmaz; yazdıkları diş ses tarafından okunur. Oyunda yüzü hiç görünmeyen oyuncunun yazdıkları, aynı zamanda, seyredilmekte olan oyunun da konusunu oluşturmaktadır.

Mustafa Kemal’in yazdıklarını okuyan dış sesin ardından derinliklerden hüzünlü bir saz sesi duyulur. Ortadaki ölü tepesinin üzerine kırmızı bir ışık yavaş yavaş yükseltilir. Bu kırmızı ışığın artmasına paralel olarak ölülerden ortaya çıkan bu tepe kocaman bir yürek olup çarpmaya başlar. Hoparlörden yürek atışı sesi ve bu atışı simgeleyen oyuncuların uyumlu hareketleri; yürek atışı daha da güçlenir ve hızlanır. Bu sırada ışık hafiflemeye ve ortalık ağarmaya başlar. Uyumlu yürek atışları bir dans ritmine dönüşür. Kalabalık, düşsel bir görünüşte Balıkesir zeybeği oynamaya başlar.


[1] Nutuk’un niteliği ile ilgili tartışmalar hakkında örneğin Akşin (1997:26 27), Mustafa Kemal’in, İzmir Suikastı davası sonrasında, paşalara bazı ordu çevrelerince gösterileri bağlılık üzerine, Mili Mücadele’deki rolünün, eski çalışma arkadaşlarından daha fazla olduğunu göstermek amacıyla Nutuk’u söylediği düşüncesindedir. Tütengil (1980:55)e göre ise Nutuk, “milli hayatı hitam bulmuş farz edilen büyük bir milletin; istiklalini nasıl kazandığını ve ilim ve fennin en son esaslarına müstenit, milli ve asri bir devleti nasıl kurduğunu ifadeye çalıştığı anıtsal bir” yapıttır. Falih Rıfkı Atay ise Çankaya’sında (2004), Mustafa Kemal’in Nutuk’u hiç yazmaması gerekliğini düşündüğünü Söyler: “Meclis ve sonra Devlet Reisliği sıfatı gündelik tartışmalara engel olduğunu için meşhur Nutuk’unu yazmıştır. Benim samimi düşüncem, hiç yazmaması idi. Bütün o vesikalar, tutanaklar dosyalar- la kalacağı için tarihçiyi hükümlerinde daha serbest bırakmalı idi”, Çambel (1939:57), Söylev’i “… başarıya ulaşan önderin inançsızlardan hesap sorması” olarak tanımlar. 19 Mayıs 1919’daki genel durum ile başlayıp, Gençliğe Armağan ile biten Söylev, aslında, “Atatürk’ün kendi değimiyle ulusal ve çağdaş bir devletin öyküsüdür”. Çamlıbel (1838:64)in bir diğer ifadesiyle “Mustafa Kemal’in yaptığı tarihi yazdığı tarihe dönüştürme çabasıdır”. Nutuk, bize, Çamlıbel’e (1939:84) göre, tarihi yazmanın onu yapmak kadar önemli olduğunu ve Atatürk’ün tariki yapmak kadar yazmada da usta olduğunu öğretmiştir. Irmak (1980:181) da Nutuk’un “kesin ve son bir hesaplaşma” olduğu ve “…bir vedayı andıran tavrı” olduğu düşüncesindedir. Nutuk “Emanetin mahiyetini anlatıyor ve onu gerçek sahibi olan gençliğe tevdi ediyordur. Akçakayalıoğlu (4988:174)na göre ise “Nutuk, İnkılâp Tarihimizin önemli ve gerçek kaynaklarındandır. Türk Kurtuluş Savaşı’nın dünü- ne, bugününe ve yarına ait her yönü Nutuk’ta bulmak olanağı vardır”, Ergün Aybars’a (1997:7) göre Nutuk “yenidünya düzenine görüşüne dayanan devlet adamı ahlâkını yansıtır. Tarihe ve ulusuna hesap veren devlet adam ahlâkını Türkiye’ye getirmeye çalışan Atatürk Nutuk’unu bu amaçla vermiştir”, Aybars’a göre Nutuk ikinci olarak “bir dönemin tarihinin açıklanışıdır… emperyalizme karşı verileri ulusal bağımsızlık savaşının ve bir bakıma da monarşiye karşı ulusal egemenlik savaşının tarihtir. Türk devriminin düşünsel ve eylem boyutunun iç içe birlikte bütünleşerek modern Türkiye’nin doğuşunu hazırlamasıdır. Bu yönüyle Nutuk, Türk Devrim Tarihi’nin temel kitaplarının en başta gelen belgesel” yapıtı olma özelliği taşımaktadır.

[2]  31 Mayıs 1961 tarihinde yayınlanan Yakın Tarihimiz (Cilt 2, Sayı 14,s. 3-d)isimli dergideki “Enver Paşa Moskova’da” başlıklı isimsiz maka leye göre: “Moskova’da bulunduğu sırada Bolşeviklerle samimi münasebetler kuran Enver Paşa, Lenin’den ‘yoldaş Lenin” diye bahsediyor ve Sovyetlerden sağladığı yardımla bütün İslâmları İngilizlere karşı isyan ettirmek” istiyordu.

[3] Şevket Süreyya Aydemir (1974:29), Enver Benhan Şapolyo’nun Zübeyde Hanım ile yaptığı mülakattan aktardığına göre, Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in erbain soğukları sırasında dünyaya geldiğini ifade etmiştir. Bu mülakattaki bilgiler doğru ise, yine Aydemir’e göre, Mustafa Kemal 23 Aralık 1786 (1881) tarihinde dünyaya gelmiş olmalıdır.

[4] Nutuk’un okunuşundan kısa bir sürç sonra ülke içindeki hareketlere karşı gerçekleştirilen 1927 Tevkifatı’nı da, Anadolu içindeki güçler mücadelesinin (gecikmiş) bir örneği olarak değerlendirmek mümkündür. Her ne kadar sosyalistlere yönelik tazyiki ilk kez bu dönemde başlamamış olsa ve 1927 Tevkifatı ile ilgili Vedat Nedim’in ihbarı gibi- farklı tezler ileri sürülse de, tevkifat için seçilen tarih yine de kayda değerdir. Nitekim bu tevkifatta hakkında gıyabi tutuklu olarak aranan Şefik Hüsnü Değmer ve Yalar Nedim Tör gibi lider kadrosunun da yer aldığı 57 Komünist Partili tutuklanmıştır.

[5] İzmir Suikastı davaları oldukça dramatiktir. Yakın Tarihimiz Dergi- sinde yayınlanan İzmir Suikastı Davası’nda idam edilen Cavit Bey’in eşine yazdığı 38-40. (Cilt 2, Sayı 14, 31 Mayıs 1962, 8. 13-15), 44-45. (Yakın Tarih,  Cilt 2, Sayı 16, 14 Haziran 1962, 5. 77-79), 41-49. (Yalanı Tarihimiz, Cilt 2, Say 17. 21 Haziran 1962, 5. 109-111), 50-52, (Yakın Tarihimiz, Cilt 2, Sayı 18, 28 Haziran 1962, 8. 137-140), 53-55. (Yakın Tarihimiz, Cilt 2. Sayı 19, 5 Temmuz 1962, 5, 173-175), 56-58. (Yakın Tarihimiz, Cilt 2, Sayı 20, 12 Temmuz 1962, sayfa 205-207). 59-61. (Yakın Tarihimiz, cilt 2. Sayı 21, 5 Temmuz 1962, 5. 735-2739) ve 62. 54. Mektuplar (Yakın Tarihimiz, cilt 2, Sayı 22, 26 Temmuz 1962, s. 267-269) davanın amacı ve genel seyri hakkında bilgi vermesi açısından hayli önemli bilgeler içermektedir.

[6] “ Nutuk’un okunduğu 1927 Kurultayı’nda kabul edilen nizamnamenin birinci maddesinde parti kendisini “Cumhuriyet Halk Fırkası, Cemiyetler Kanununa göre teşekkül etmiş; cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi, siyasi bir cemiyettir” (Tunçay, 1999:398) şeklinde tarif eder. Bir diğer ifade ile Seçim Beyannamesinde vurgulanan niteliklerden laiklik, 15 gün sonra kabul edilen nizamnamede; nizamnamede belirtilen cumhuriyetçilik. 15 gün önce yayınlanmış olanı seçim beyannamesinde yer almamaktadır.

[7] Halk Fırkası Nizamnamesi (1923), ve Cumhuriyet Halk Fırkası Nizamnamesi (1927) metinleri için Bkz.: (Tunçay, 1990:375-384, 389-412)

[8] 37 Heykel yapımı ile ilgili düşüncelerin 192$ yılı ortalarında ifade edil- meye başlandığı görülmektedir. Örneğin, Başbakanlığa gönderilen 21.03.1926 Tarih, 3/22 Sayılı bir yazıda, Bursa CHF ve Belediye Heyeti’nin Cumhurbaşkanını Bursa’ya davetleri ve heykelini dikme kararını cumhurbaşkanına bildirmek üzere Ankara’ya bir heyet gönderme kararını aldıkları belirtilmektedir (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 21.03.1928 “Tarih, 030.10. Fon Kodu, 1.1.16 Yer Nolu belgeler 27.03.1928 tarihinde Başbakanlığa gönderileri bir diğer yazıda ise Sivas’a heykelinin dikilmesini kabul ettiği için Mustafa Kemale teşekkür etmek için bir heyetin Ankara’ya geleceği belirtilmektedir (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 27.03.1926 Tarih, 030.16. Fon Kodu, 1.1.18 Yer No’lu belge)

Mete Kaan KAYNAR