Neoliberal Otoriterleşme, Devletin Şirketleşmesi ya da Şirket-Devlet: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi*

Şirket-devlet ya da Cumhurbaşkanlığı yönetişim örgütlenmesi

Türkiye’de 2001 krizi sonrasında kamu yönetiminin yeniden yapılanmasının ve kamu yönetimi reformlarının genel çerçevesi yeni kamu işletmeciliği ve yönetişim yaklaşımından beslenmektedir. Kamu yönetimi sisteminde özel sektörün yönetim ve örgütlenme tekniklerinin kullanılması ile kamu hizmeti sunumunda piyasa mekanizmalarının ve piyasa odaklı yönetişim modellerinin kullanılması 1990’lı yıllardan bu yana kapitalist ülkelerde yaygınlaşan bir eğilimdir. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde neoliberal politikaların ortaya çıkması, konsolidasyonu ve krizinin başlamasına tanıklık ettik. Yönetişim söylemi böylesi bir dinamiğin içine doğdu. Başka bir deyişle, yönetişim genel olarak sermayenin birikim sorunlarıyla, büyüyen ve artan toplumsal çatışmalarla ve yeniden üretim kriziyle karşı karşıya kaldığı bu konjonktürde neoliberal söylemin en önemli unsurlarından biri oldu. Yönetişimde temel sorunsal çatışan çıkarları uzlaştırmak olarak belirlenir.

Yaygın tanımıyla siyasette ise açıkça tanımlı amaçları ve araçları olan devlet aygıtının eylemleri karşımıza çıkar. Siyaset söz konusu olduğunda kurumları rolü, karar alma ve uygulama olarak şekillenirken; yönetişim söz konusu olduğunda ise mesele uyum geliştirme ve güçlendirme olarak formüle edilir. Bir başka fark da hükümet dışı aktörlerin rolüyle ilişkilidir. İlkinde bu aktörlerin rolü yukardan gelen normlara uymak, ikincisinde ise kuralların belirlenmesine karar alma sürecine doğrudan katılmaktır. Bu bağlamda yönetişim söylemi, birikimin hızla değişen koşullarının ve farklılaşan talepleriyle sermaye içi çelişkilerin devlet eliyle idaresini kolaylaştırmak üzere yetkinin doğrudan sermayenin devlet aygıtı ve bürokrasi içindeki temsilcilerinde toplanması stratejisine dayanır. Neoliberal politikaların toplumsal yeniden üretimde yarattığı boşluğun kapatılması ve toplumsal yeniden üretimin gereksinimlerinin karşılanmasında yönetişim, devletin yerini “piyasa” ve neoliberal devletin gündemini aktif olarak paylaşan “sivil toplum örgütleri”nin alabileceğini ve alması gerektiğini; devlet kurumlarının küresel rekabete aktif ve tam olarak katılmaları için yönlendirilmelerini önerir. Bu nedenle yönetişim neoliberal pratiklerin ötesinde bir paradigma değişimini temsil etmez. Bu noktada altını çizmemiz gereken mesele, sermaye içi çelişkilerin artmasının ve sermayelerin çelişkili taleplerinin idare edilmesi işlevinin neoliberal otoriterleşmeyi ve otoriter devlet biçimini açığa çıkarması ve güçlendirmesidir.

İçinden geçtiğimiz süreci ele aldığımızda yukarıda ifade ettiğimiz çerçevenin Türkiye özelinde özgün ve somut bir gerçekliğe büründüğünü söyleyebiliriz. Bu nedenle yeni yönetim sistemini “Cumhurbaşkanlığı Yönetişim Sistemi” olarak tanımlayabiliriz. Kapitalist sınıfların hükmettiği piyasa-odaklı kuralları destekleyen; piyasa için kurumsal inşa anlayışını benimseyerek, devlet ve kamu yönetimi kurumlarının geleneksel rolünü işletme yönetimi ideolojisine dayalı olarak dönüştürmeyi öncelikli hedefleri arasına koyan AKP iktidarı, piyasa için kurumsal inşa anlayışını ileri bir noktaya taşıdı. Bununla birlikte devletin ve toplumun bir anonim şirket gibi yönetilmesi ve buna uygun yapısal ve işlevsel dönüşüm sadece Türkiye’ye özel değildir.

2015 yılından bu yana Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sıklıkla “bürokratik oligarşiyi aşarak, devleti ve ülkeyi anonim şirket gibi yönetmek” istediğini dile getirmesi[2] kişisel bir isteğin dışa vurumundan çok daha derin bir anlam içeriyor. Devletin şirketleşmesi stratejisiyle şirket-devlet ve sermaye sınıfının içsel ilişkilerinin ve bağlantılarının kurumsal ve yasal bir çerçeve kazanması bakımından yeni yönetim modeline geçilmesini kritik bir dönemeç olarak değerlendirebiliriz. Aşağıda ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışacağımız Cumhurbaşkanlığı örgütlenmesi bünyesinde biçimlenen yeni otoriter devlet sisteminde, yürütme yetkisinin tümüyle Cumhurbaşkanında toplanması, siyasal alanının daralması, devlet aygıtı içinde Cumhurbaşkanlığı sisteminin özerkleşerek ve merkezileşerek yasama organı karşısında ön plana çıkması, yargıda merkezileşme ve siyasallaşmanın yoğunlaşması, sermaye sınıfının temsilcilerine  ağırlıklı yer verilerek yürütme yetkisine ve gücüne sermayenin doğrudan ortak edilmesi ve  devlet-sermaye işbirliğinin devlet aygıtının bütünsel işleyişine içkinleştirilmesi bakımından yeni bir döneme işaret ediyor.

24 Haziran seçimlerinin ardından yeni sistemde yürütme yetkisini kendisinde toplayan, hem devlet hem de hükümet başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan, cumhurbaşkanı yardımcısı ve 16 bakandan oluşan yeni kabineyi açıkladı. Eski sistemde Bakanlar Kurulu’nda olan yürütmenin ve bakanların yetkilerinin çok büyük bir kısmı da cumhurbaşkanına aktarıldı. Cumhurbaşkanlığı örgütlenmesinde yetkileri itibariyle Erdoğan’dan sonra gelen ve sistemin en tepesinde yer alan kurum “Cumhurbaşkanı Yardımcılığı”dır. Şirketlerde icra kurulu başkanının (CEO) yetkisi ve rolü ne ise Cumhurbaşkanı Yardımcısı da benzer yetkilerle donatılmıştır.[3] Yardımcıların, bakanların ve üst-kademe kamu yöneticilerinin atama ve görevine son verme Cumhurbaşkanının yetkisindedir ve kendisine vekalet eden yardımcı(lar), yasama ve yürütme yetkilerini doğrudan kullanma yetkisine sahiptir. Atanan bakanlar da Meclis onayına, teklife ya da denetime tabi değiller. Yardımcıların ve bakanların siyasi sorumluluğu da Meclise karşı değil Cumhurbaşkanına karşıdır.

Siyasetçiler, bürokratlar[4], ve sermaye kesimlerinin temsilcilerinden oluşan yeni kabinede sermaye sınıfının daha fazla temsil edildiği dikkati çekiyor[5]. Kabine üyelerinin neredeyse tamamının ortak özelliği ağırlıklı olarak özel sektörde görev almış olmalarıdır. Özel sektör tecrübesinin ve doğrudan temsilcilerinin devlet aygıtına ithalinin sermaye çevreleri için anlamı ise “hızlı karar, verimlilik ve kârlılıktır”[6]. Kabinenin oluşturulmasının ardından 10 Temmuz 2018’den bu yana çıkartılan ve halen devam eden bir dizi yeni düzenlemeyle yeni Cumhurbaşkanlığı sisteminin ana bileşenleri oluşturuldu. Sistem ofisler, kurullar, başkanlıklar ve bakanlıklardan oluşuyor. Bu yapıların siyasi olduğu kadar idari birçok işlevi de bulunuyor.[7] Kurullar ve ofisler kabine üyelerinin üstünde görev yapacak yeni yapılardır.

Cumhurbaşkanına doğrudan bağlı biçimde örgütlenen dört Ofis (Finans Ofisi, İnsan Kaynakları Ofisi, Dijital Dönüşüm Ofisi ve Yatırım Ofisi), tüm bakanlıkları ilgilendiren konularda kamu politikalarının oluşturulması faaliyetini yürütecek uzmanlık birimleridir. Kamu politikalarının altyapısının Cumhurbaşkanı tarafından verilecek emir ve direktifler doğrultusunda çalışmakla yükümlü, idari ve mali özerkliğe sahip bu ofislerde oluşturulacağı anlaşılıyor. Önceki sistemde mevcut olan 65 kurul, komite ve konseyin ortadan kaldırılmasıyla oluşturulan ve bizzat Erdoğan’ın başkanlık ettiği ve üyelerini doğrudan atadığı dokuz Kurulun temel işlevi ise yapısal politika önerileri geliştirmek ve icrai raporları incelemektir. Politika yapımında etkin olarak çalışacak bu kurullarda milletvekillerinin yanı sıra akademi, iş dünyası, kültür- sanat, ekonomi vb. alanlardan çeşitli uzmanlar da yer alabilecektir.[8] Kurullara atananların genel profiline bakılacak olursa çoğunluğu kamu ve özel sektörde, üniversitelerde, düşünce kuruluşlarında AKP iktidarları döneminde pozisyonlarını güçlendiren akademisyenler, rektörler, şirket CEO’ları, holdinglerin yönetim kurulu üyelerinin yanı sıra önceki dönemde Erdoğan’ın başdanışmanlığını yapan isimler ve üst kurul başkanlarından oluşuyor.[9]

Yeni yönetim modelinde Ofisler ve Kurullar ile koordineli çalışacağı öngörülen Başkanlıklar10 sayesinde,

“güçlü koordinasyon ve verimli yönetim” amacına ulaşılacağı ileri sürülüyor. İktidarın yürütme aygıtlarında toplanması ve yeni yönetim sisteminde yürütme yetkisinin Cumhurbaşkanında toplanması, politik ve ekonomik stratejilerin esas merkezleri olarak işleyecek olan bu yapılar ve uygulayıcı kurumlar arasında farklı düzeylerde kurulması beklenen koordinasyonun nasıl işleyeceğinin henüz netleşmediğini söyleyebiliriz. Ancak farklı düzeyler arasındaki yönetsel koordinasyonun, kamu-özel işbirliğine dayalı mekanizmaları genişleteceğini öngörmek mümkün.  Ofislerden, sorumlulukları altındaki alanlarda dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeleri izleyip projeler üretmesi; kurulların, bu projeleri siyasi strateji ve politikalara dönüştürmesi beklenirken; bu politikaların uygulayıcıları olarak sayısı yirmi altıdan on altıya indirilen Bakanlıklar karşımıza çıkıyor. Bakanlık sayısının düşürülmesiyle daha fazla “etkinlik, verimlilik ve ekonomikliğin” sağlanacağı; karar alma süreçlerinin hızlandırılarak sonuç odaklı çalışmalara ağırlık verileceği ileri sürülüyor. Devletin iç mimarisindeki konumları ve yetkileri bakımında Ofis ve Kurul başkanlarından sonra gelen ve müsteşar düzeyine düşürülen, çoğunluğu seçilmiş politikacılardan değil dışarıdan atamayla göreve gelen bakanlar politikaların uygulayıcısı konumundadır.

Yukarıda sözünü ettiğimiz mekanizmalarla devlet aygıtı bünyesinde sermaye sınıfına açılan geniş temsiliyet hakkı, devletin ve ülkenin anonim şirket gibi yönetilmesi önermesinin kurumsal ve yasal bir çerçeve kazanması bakımından ileri bir hamledir.[10][11]  Devletin ve ülkenin şirket gibi yönetilmesinin en önemli örneklerinden biri de Cumhurbaşkanlığı’na bağlanan Türkiye Varlık Fonudur. Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketince yönetilmek üzere özel hukuk hükümlerine tabi bir anonim şirket olarak 2016 yılında kurulan Varlık Fonu, bu niteliğiyle Cumhurbaşkanlığı teşkilatı içinde özgün bir yere sahiptir. Kamuya ait olan varlıkları daha “etkin ve verimli” bir şekilde yöneteceği ileri sürülen ve Sayıştay denetimine tabi olmayan Varlık Fonuna oldukça geniş bir vergi muafiyeti tanınırken tabiat ve kültür varlıklarının korunmasına dair kanunların da kapsamı dışında tutulmuştur.12 Yeni sistemde Cumhurbaşkanlığına bağlanan Varlık Fonunun başkan vekili olarak Hazine ve Maliye bakanı Berat Albayrak’ın atanması dikkati çekiyor. Bu durum, devleti ve ülkeyi şirket gibi ama aile şirketiyle yönetme hamlesinin de açık bir örneğidir. Bu örnek yeni yönetim sistemine başta ekonomi yönetimi olmak üzere kilit kurumların başında “aile bireylerinin bulunduğu bir aile şirketi” görüntüsü kazandırıyor.

Portföyünde Türkiye’nin en büyük şirketleri, kurumları ve bankaları bulanan Varlık Fonunun[12] yanı sıra Cumhurbaşkanlığına bağlanan bir diğer kurum, yaklaşık 50 milyar liralık aktif toplamı ile THY’dan sonra Türkiye’nin en büyük ikinci şirketi konumunda olan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonudur (TMSF).[13] Türkiye’nin anonim şirket gibi yönetilmesi talebine karşılık gelen bir başka değişiklik de Cumhurbaşkanının 703 No’lu KHK ile anonim şirket kurma yetkisine sahip olmasıdır. KİT’lere ilişkin KHK’ye eklenen madde uyarınca, Cumhurbaşkanı’nca anonim şirket şeklinde kurulan kamu sermayeli şirketler, Türk Ticaret Kanunu’nun hükümlerinden muaf tutulacaktır. Cumhurbaşkanı’nın kurduğu şirket, yatırım görevini kendi olanağı ile karşılayamazsa bu kısım o yıl içinde devlet bütçesinden karşılanacaktır.[14] Kısacası gerek Varlık Fonu ve TMSF’nin tanınan bütün ayrıcalıklarıyla Cumhurbaşkanlığına bağlanması gerekse Cumhurbaşkanının anonim şirket kurma yetkisiyle donatılması olsun, tüm bu değişiklileri devletin sermayeden görece özerkliğinin artması olarak değerlendirmemiz mümkün.

Esasen devletin bir firma gibi yönetilmesi eğiliminin kaynağında “yönetsel tahakküm olarak işletme ideolojisi”nin (Gaulejac, 2013) yükseldiği kapitalist ülkelerde son otuz yıldır üretimin ve çalışmanın örgütlenmesinde açığa çıkan yapısal dönüşümler yatmaktadır. İşletme ya da şirket yönetimi dediğimiz şey, emek gücünün sermaye sınıfının isteklerine uygun bir şekilde çalışmasını amaçlayan, sermaye ve emek arasında kurulu bir iktidar tekniğidir. Kaldı ki 20. yüzyılın sonunda emek-sermaye ilişkisindeki dönüşümlere bakıldığında sınıf ilişkilerinin sermaye sınıfı lehine dengesini yitirmesi, işletme ideolojisinin politik programlara girmesi yönündeki girişimleri tetikliyor. Toplumun ve devletin bir şirketle bir tutulması, siyasetin de içeriğini dönüştürüyor (Gaulejac, 2013).

Neoliberal küreselleşmeyle üretimde yeni örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkması ve bunlara eşlik eden yeni yönetim pratiklerinin biçimlendirdiği “yeni bir yönetim paradigması” ile karşı karşıyayız. Bu anlamda yeni kamu işletmeciliği, kapitalizmin yeni zihniyetiyle uyumlu bir yaklaşımdır. Sadece iş yerlerini ve çalışma yaşamını değil, benliğimizi, gündelik yaşamımızı ve devlet örgütlenmesi dahil olmak üzere toplumsal kurumların tümünü biçimlendiren bu paradigma, özünde risk hedefli ve girişimci ruhuyla beşeri sermayesini artıran bir emek gücü oluşturmayı amaçlıyor. Gaulejac bu paradigmayı işletme ideolojisi ve yönetsel tahakküm olarak kavrar. İşletme ideolojisinin temelinde hemen her şeyi ölçülebilir hale getirmeyi amaçlayan bir nesnelcilik, örgütü, amaçları önceden tanımlanmış veri olarak kabul eden bir işlevselcilik, uzmanlığa dayalı teknokratik bir araçsallık ve emek gücünü firmanın “insan kaynağı” olarak gören bir faydacılık bulunmaktadır. Kapitalist toplumsal örgütlenmeye hâkim olan bu yönetsel ideoloji siyasal makamlara, kamu bürokrasisine yansıyan bir siyasal doktrine dönüşerek tüm kurumları etkisi altına almış durumdadır. Yönetsel ideoloji siyasi makamlara, bürokratlara sirayet ederek siyasal bir doktrine dönüşüyor. Girişimcilik söylemi siyasi söylemin önüne geçiyor (Gaulejac, 2013). Sermayenin emek-gücünün yarattığı değere daha fazla el koymak amacıyla üretim sürecini daha etkin bir şekilde örgütlemesi çabalarını içeren yönetsel ve işlevsel mekanizmalar artık kamu kurumlarında da benimseniyor. Kurumların “verimliliklerini” artırması, maliyet ve personel kısıtlamasına gitmesi, kamu çalışanlarının işletme mantığını benimsemesi, sonuç odaklı çalışılması, karlılık için “daha azla daha fazla iş yapma”, performans yönetimi ve denetimi, fayda-maliyet, maliyet-etkinlik analizleri, müşteri memnuniyeti gibi bir dizi teknik uygulama giderek yaygınlaşıyor ve bir zorunluluk hali olarak sunuluyor.

Şirket-devlet ama devlet Yukarıda ana hatlarıyla ortaya koyduğumuz yeni yönetim sistemini her ne kadar şirket-devlet ya da devletin şirketleşmesi olarak nitelesek de karşımızda dikili olan şeyin şirket-devlet ama devlet olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu noktada kamu ve özel sektör arasındaki sınırların giderek ortadan kalktığı, muğlaklaştığı gerçeğini saklı tutarak, işlevsel açıdan kamu ve özel arasındaki ayrımları hatırlamakta fayda var.

Kamu hizmetlerinin ilgili olduğu konu, toplumsal ihtiyaçların karşılanması için mal ve hizmet üretimidir. Kamu hizmeti, piyasa dışındaki bir aktörün, yani devletin, piyasanın işleyiş kurallarından belirli oranda bağışık kılarak üstlendiği mal ve hizmet üretimini ifade eder. Esasen kapitalist üretim biçiminin geçerli olduğu bir toplumsal düzende, rejimin temel ilkesi her türlü ihtiyacın piyasa tarafından karşılanmasıdır. Kamu, sermayesini hiçbir piyasa aktörünün sahip olmadığı bir ayrıcalıkla kurabilir. O da vergidir. Devlet, şirketlerden farklı olarak vergi toplama yetkisine sahiptir. Devletin vergi şeklinde ortaya çıkan böyle bir ayrıcalığı vardır. Öte yandan kamu hizmetleri alanında emek gücü, piyasadan farklı olarak, işe tarafların iradesinden bağımsız olarak önceden belirlenmiş yasal kurallara dayanan bir ilişki üzerinden bağlanır. Siyasal alana emek gücünü bağlamak için, sözleşme ilişkisi kullanılmaz. Bunun en uç örneği askerliktir. Ayrıca kamu malları da özel mülkiyetteki mallar gibi değildir. Üzerinde mülkiyet rejimi yoktur (Karahaoğulları, 2002).

Kamu hizmeti alanındaki mal ve hizmet üretiminin gerçekleşmesinde kullanılan yöntemlerden biri mal ve hizmet üretiminin bizzat devlet (kamu) tarafından örgütlenip yerine getirilmesidir. Bu durumda hizmet alanı piyasanın işleyiş kurallarından bağışık kılınmış olur. İkinci ve günümüzde hakim bir uygulamaya dönüşen yöntem ise devletin özel kesimden yararlanması, yani kamu hizmet alanının piyasa ile ilişkiye geçmesidir. Bunun için ya belli bir kamu hizmeti alanındaki mal ve hizmet üretimi özel sektöre yaptırılır, yani piyasadan karşılanır ya da devlet hizmetin kendisini özel kesime imtiyaz usulüyle gördürtür. Bu noktada altını çizmemiz gereken şey kamu hizmeti alanının varlığını korumasıdır. Özel kesim, kamu hizmet alanının piyasa kurallarından görece bağışık olma ayrıcalığından yararlandığı için geniş imtiyazlara sahip olur. Örneğin kamu hizmeti alanında faaliyet gösteren hiçbir şirket batmaz. Hiçbiri iflas etmez. Kamu hizmetinin yürütülmesi söz konusu olduğundan batan firma kurtarılır, bu bir zorunluluktur. Bu şirketler iflas etmez, batmaz ve yüksek kâr elde ederler, uzun vadede kârlarının ne olacağını öngörebilirler. Fiyatı devlet belirler, gerekirse özel girişime sübvansiyonda bulunur; kamu kredisi verir; kamulaştırma izni verir; şirket lehinize kamulaştırmalar yapar vs. tüm bunlar piyasa aktörlerine verilen ayrıcalıklardır (Karahaoğulları, 2002).

Kuşkusuz kapitalist ülkelerde ve Türkiye’de farklılaşan yönleriyle açığa çıkan siyasal, ekonomik ve toplumsal yeniden yapılanma devlet-sermaye ve sermaye-emek ilişkilerindeki dönüşümlerden de bağımsız değerlendirilemez. Ercan’ın da işaret ettiği gibi sermayenin yayılması ve genişleyerek yeniden üretimini sağlamasında kamu hizmetlerinin de birikim alanı olarak dönüştüğü bir süreçten geçiyoruz. Neoliberal politikalar doğrultusunda 1980’lerde yapısal reformlarla başlayan özelleştirme (kamu hizmetinin tamamı ya da bir kısmını sermayeye aktarma), ticarileştirme (üretim koşullarını değiştirmeden kullana-öder mantığıyla hizmetin fiyatlandırılması) süreçlerine son yirmi yıldır kamu hizmetlerinin metalaştırılması ve piyasada işlem görebilecek değişim birimleri haline getirilmesi eşlik ediyor. Metalaşma, kamu hizmetinin emek sürecinin ve üretim koşullarının sayısal verilerle ölçülerek birim zamanda daha fazla üretimin amaçlanması olarak karşımıza çıkıyor (Ercan, 2018).

Emek gücünün metalaşmasının önemli bir göstergesi ölçülebilir olması, ölçülebilmesi için de standartlaşmış farklı tekniklerin kullanıma sokulmasıdır. Bu politikalara meşruiyet katan yeni kamu işletmeciliği retoriği piyasa-temelli yönetim ve örgütlenme stratejilerinin kamu yönetimine uyarlanması; kamusal mal ve hizmetlerin etkinlik, verimlilik ve ekonomiklik ölçütleri uyarınca en az maliyet en fazla çıktı üretmesi ve mümkün olan en hızlı, verimli, proaktif (değişime hızlı tepki verebilen) ve hatasız üretim önermelerine dayanır. Kapitalist toplumda zenginliğin kaynağı muazzam miktara varan metalara içkin olan karşılığı ödenmemiş emek zamanlarıdır. Bu bağlamda artık girişimci gibi davranması beklenen devletin temel amacı bir ücret karşılığı belirli bir zamanda kullanım/denetim hakkına sahip olduğu kamu çalışanlarına verilen ücretten daha fazlasını üretim sürecinde yaratmasını sağlamaktır. Zira kapitalist toplumda devletin kendini yeniden üretmesi için ihtiyaç duyduğu kaynağı karşılaması doğrudan sermayenin yeniden üretim koşullarına ve üretim sürecinde emeğin yarattığı artı-değere bağlıdır; ve başından bu yana ulus-devletler kapitalist toplumun toplam yeniden üretimi için sermayenin yeniden üretim koşullarını hazırlar. Ancak günümüzde yeni farklı olan şey, devletlerin kaynak ihtiyacı için sadece sözkonusu koşulları hazırlamakla yetinmeyip, doğrudan kendisinin emek-gücü üzerinden değer yaratma sürecine girmiş olması; vergi ve benzeri dolaylı yollarla değil doğrudan karşılığı ödenmemiş emekten yararlanmak istemesi ve bunun mekanizmalarını harekete geçirmesidir (Ercan, 2018: 27).

Kamu politikalarının ve hizmet üretiminin sayısal veriler üzerinden değerlendirilmesi eğiliminin Türkiye’de son rejim değişikliğiyle devlet aygıtının tamamında uygulanmaya çalışılacağını söyleyebiliriz. Her şeyin birer sayı olarak görülmeye çalışıldığı yeni sistemde elbette her şeyi ölçmenin de bir yolu bulunacaktır. Kamu-özel işbirliği projelerinden ve özel sektör kökenli bürokratlardan iş ve proje yönetimini öğrenen bürokrasi ve siyasetçiler, öğrendiklerini yeni devlet yapısında uygulamaya çalışırken sermayenin temsilcileriyle işbirliği içinde olacağı anlaşılıyor. Kamu çalışanları önümüzdeki on yılda büyük oranda, iş hayatına devam edebilmek için özel sektörde de uygulanan performans ölçüm yöntemlerine, özlük haklarına, zorunlu özel sigortalara, sendikalaşma yasağına kadar giden ağır şartlara maruz kalacaktır. Yürütme bunun için tüm enstrümanlarını farklı zamanlama ve stratejilerle kullanmaktadır. Ölçme yöntemleri dünyada iyi bilinen, tanımı yapılmış alanlar için standartlar çerçevesinde belirlenecektir. Ancak bunların dışında kalan günlük hizmet üretiminin performansını ölçmek, siyasileşmiş kamu yöneticilerinin takdirine kalacaktır. Neoliberal reform programlarının idaresinde kamu yöneticilerine daha fazla yetki verilmesiyle kararlar üst kademe yöneticilerinde yoğunlaşmakta, karar alma süreci merkezileşmektedir. Uluslararası eğilimlerin işaret ettiği koordinasyon sorununa karşı yeni sistemde rekabet dilinin yerini işbirliği, koordinasyon ve ortaklık dilinin aldığı görülüyor. Bu sebeple yeni yönetim sisteminde çeşitli kamu kuruluşları, özel sektör işletmeleri ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği dahilinde kamu politikalarının belirlenmesi işlevi ile doğrudan hizmet sunumu işlevi ve kurumları net bir şekilde ayrıştırılmaktadır. Elbette siyasetin ve siyasal karar alma süreçlerinin merkezileşmesi ve emekçi sınıfın siyasal karar alma mekanizmalarına demokratik katılımını kaldırma girişimleri yeni değil. Günümüzde gerçekleşen şey şirket-benzeri merkezi yönetim kurullarına odaklanılması ve böylelikle yeni kamu işletmeciliği bağlamında merkezi yönetimin teknokratik yönetim anlayışı bağlamında iktidarı tek elde yoğunlaştırmasıdır. Devlet ve sermayenin ittifakı ile biçimlenen yeni yönetim sistemi, gerek kamu hizmetlerinin metalaşması gerekse kamu emek gücü üzerinde artan denetim ve kontrol bakımından oldukça sert bir döneme girdiğimizin işaretidir.

Kısacası tipik bir şirket örgütlenmesi mantığıyla dizayn edilen otoriter devlet biçiminin değişen içsel mimarisinin, halihazırda hala oluş halindeki bu kurumsal gerçekliğin kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi, devlet-sermaye ve sermaye-emek ilişkilerinin yeniden yapılanması bağlamında kavramsallaştırılarak incelenmesi bu yazının sınırlarını aşan kapsamlı analizleri gerekli kılıyor.

*Bu yazı Ayrıntı Dergi’de (Ocak/Şubat 2019, Sayı 29, s.39-50) yayınlanmıştır.