Nazlı Ilıcak, Antikomünizmin Ajda Pekkan’ı”

Cemal Süreya 99 Yüz İzdüşümler- Söz Senaryosu’nda Nazlı Ilıcak’ı “Antikomünizmin Ajda Pekkan’ı” olarak tanımlar. Cemal Süreya’nın bu kitabı 1990’ların başlarında yayınlanmıştı; Ilıcak ile ilgili anlattıkları da onun ANAP dönemindeki maceralarına kadardır. Rahmetli Cemalettin Seber yaşasaydı Nazlı Ilıcak’ı bugün nasıl tanımlardı acaba, tahmin etmek zor; ama ben bu Ajda Pekkan metaforuna bir de “demokrasinin Bülent Ersoy’u” rütbesini ilave etmenin mantıklı olacağını düşündüm. Siz şimdi “Bülent Ersoy” ile ne ima ettiğime eminsiniz ya, hayır işte o değil. Ben Bülent Ersoy’un kadınlığı tercih etmesini değil, kurgulanmış, abartılmış, öne çıkarılmış, projelendirilmiş, gözümüze sokulan, rahatsız edici kurgu-kadınlık teşhirini bir metafor olarak Nazlı Ilıcak için kullanmak istiyorum. Nazlı Ilıcak’ın demokratlığına da Ersoy’un kadınlığına eyvallah ama etiketlerini (demokratlık-kadınlık) gözlerimizin içine sokma yarışları, abartıları, bir proje, bir imal, bir sanal gerçeklik gibi ortada salınmaları sebebiyle Nazlı Ilıcak’ın demokratlığı ile Bülent Ersoy’un kadınlığının birbirlerini andırdıklarını düşünüyorum.

Cemal Süreya’nın  Papa VI. Alexander‘ın, metresi Vannozza dei Cattaneiden doğan, öz kardeşi ve aynı zamanda sevgilisi Cesare Borgia ile babalarını (Papa VI Alexander’ı) zehirlemeye çalışan Lucrezia Borgia’ya benzettiği Ilıcak için yazdıkları şu cümlelerle devam ediyor: “Faşist mi? Öyle olmak zorunda gibi görüyor kendini. Faşizmi “silahlanmış sermaye” olarak tanımlarsak, Nazlı Ilıcak’ın ayrık bir yanını da belirtmeliyiz. “Silah”tan biraz korkuyor. Hatta sevmiyor onu. Lisede askerlik hocalarına hakaretler yağdırtırmış… Ama yıllar geçip öç alma duygusu, savunma duygusuyla birleşince, bu kez müttefik olarak görmeye başladı kılıç kalkanı ve atom bombasını. Aslında yalnız bir kişi. Türkiye’deki müttefikleriyle hiçbir konuda ortak yaşantısı yok. Çünkü onlar büyük ölçüde Tercüman, kendisi ise bir bakıma Bulvar. Düşünmeye alışmamış bir AP’nin MHP’yi ve MSP’yi küçümsemesi, bu noktada Nazlı Ilıcak. Düşünmeye alışmamış, ama kendi gerçeğinin ayrımına varma konusunda çok zeki. Dil tartışmasını bir kenara bırakırsak, yazılarında birikiminin dışına taşmamak için çaba gösterdiğine tanık oluruz. Ezberci değil. Açık yürekli de. Yurt kavramını sadece erik ağaçları, bağlar, dereler ve inşaat şirketleri olarak düşündüğünü saklamıyor. Eşitliği adaletin bir uzantısı gibi gördü. Halk yığınları bir istatistik onun için.” Ne kadar doğru tespitler. Yine diyorum Cemalettin Seber yaşasaydı Ilıcak’ın faşistlik vasfına bir de yalakalık ekler miydi? Hiçbir şey diyemeyeceğim.

70’ler antikoministi, 90’lar demokratı Nazlı Ilıcak 2000’lerde Hizmet Hareketi’ne merbut, Hocaefendisi Gülen’e meftun oluverir olmasına da Erdoğan ile Gülen’in öküzleri ölüp de ortaklıkları bozulduktan sonra tüm ihale ona ve onun gibilerine kesilir ne yazık ki. Orhan

Gencebay’ın çiftetelli çalıp, Nazlı Hanımın da döktürdüğü televizyon programları artık onun için, cezaevinde gözyaşları içinde yad edeceği tatlı hatıralar kabilindendir. Bir türlü cezaevinden salınmayan demokrasinin Bülent Ersoy’u, alır eline kalemi ve der ki efendisine “mâni oluyor halimi takrire hicabım; üzme yetişir, üzme, firakınla harabım; mahvoldu sükunum, beni terk eyledi habım; üzme yetişir, üzme firakınla harabım.” Yok böyle demez; aslında şöyle der:

Belki bu mektubu alınca şaşıracaksınız. Belki de okuyup ‘Daha önce düşünseydin’ diye bir kenara atacaksınız. Atmayın! Ben eski bir dostluğa dayanarak bu satırları kaleme alıyorum. O günlerden, içinizde bana karşı ufak da olsa bir yakınlık kaldı mı? Acaba aramızda 2.5 yıldır cezaevinde çektiğim çileyi, yalnızlığı hissedebilecek bir duygusallık hâlâ mevcut mu? Köprülerin altından çok sular aktı ama, inanıyorum ki o köprüler yıkılmadı. Hiç değilse onarmanın mümkün olduğunu düşünüyorum.

“BEN NE DARBECİYİM NE FETÖ’CÜ”

Defalarca ‘Bağımsız’ ve ‘Tarafsız’ yargı vurgusu yaptınız. ‘Hâkimlerin kendi vicdanlarına göre karar vermesi gerektiğini’ hatırlattınız. Hatta, insanlar ellerini semaya açıp Allah’tan adalet diliyorsa, Yargı’da yürümeyen bir şeyler var bile dediniz. O zaman, size rağmen –aynı FETÖ döneminde olduğu gibi- Yargı’yı kendi emelleri için etkilemeye çalışanlar var mı diye sorgulamaya başladım. Ben ne darbeciyim, ne de FETÖcü.

Yıllarca, AK Parti’yi desteklememin sebebi, zaten askerin siyasete müdahalesinden duyduğum rahatsızlık. Sizin önünüz, 312 ile kesilmeye çalışıldığında, AK Parti hakkında kapatma davası açıldığında, ya da İmam Hatiplilere ve başörtülülere karşı yürütülen kampanyalarda, demokrasi ve hukuk neyi gerektiriyorsa, o noktada durdum. Bu mücadeleyi el ele vermedik mi? Tabii yükün ağırını siz taşıdınız.

“MECLİS’İ BOMBALAYAN ASKERLERLE AYNI KEFEYE KONMAK ÇOK ACI”

Fazilet Partisi’nden milletvekili olduğum dönemde, Meclis’te hep askeri vesayete karşı çıktım. 28 Şubat’ın en baskılı döneminde, Meclis kürsüsünde mücadele verdim. Ama 4 yıldızlı iradeye teslim olanlar rahat, ben ise, hak etmediğim bir suçlamayla, hâlâ cezaevindeyim. Meclis’i bombalayan askerlerle aynı kefeye konulmak çok acı. Üstelik, 40 yıllık gazetecilik hayatımda, demokrasi adına sürekli bedel ödemişken, böyle incitici bir iddiayla karşı karşıya kalmak!

Benim, 27 Mayıs’tan itibaren, Menderes ve arkadaşlarına yapılan zulmün yakın bir gözlemcisi olmak sıfatıyla, darbelere nasıl tepkili olduğumu bildiğiniz gibi, FETÖ’cü olmadığımı da bilirsiniz. Olsa olsa, 15 Temmuz öncesi, onların gerçek yüzünü sezemedim. Bu da benim, muhafazakarlara duyduğum şefkat ve ilgiden doğan bir zaaf. Kendilerini saklamayı ve mağdur gibi göstermeyi o kadar güzel başardılar ki! Ama siz uyardınız; maalesef o tarihte bu uyarılarınıza kulak vermedim. Bu benim en büyük hatam oldu.

Sizi Belediye Başkanlığınızdan beri tanıyorum. Siz de beni tanırsınız. Kasten kimseye kötülük etmem; memleketime bilerek isteyerek zarar vermem. Ama bazı duyarlı noktalara dokununca, çabuk inanırım. meselâ muhafazakar insanlar hakkındaki hassasiyetim, maalesef yanılmamı kolaylaştırdı. Bu arada size de çok haksızlık ettim. Özür dilerim.

“SIK SIK SİZİ VE EMİNE HANIM’I DÜŞÜNÜYORUM”

Gazetecilerin pek çoğu tahliye edilmişken, sanki özel bir husumetin hedefiymişim gibi içeride tutulmak. Zaman zaman çaresizliğin verdiği karamsarlıkla bunalıyorum. Sonra, Allah’a sığınıp güç ve moral toplamaya çalışıyorum. Bir de sık sık, sizi ve Emine Hanımı düşünüyorum. Sanki durumumu tam olarak bilseniz, bu haksızlığa müdahale ederdiniz gibi geliyor. Bu yüzden, yoğun işleriniz arasında farkına varamadığınız mağduriyetimi size yazmayı tek çare olarak gördüm. Dağ başında bir kuzu kaybolsa, Hz. Ömer’den sorulurmuş. Bu devletin başı olduğunuz için de size müracaat ediyorum. Herhalde, son nefesimi cezaevinde vermemi istemezsiniz. Mağduriyetimi size anlatıyorum, zira, adaletin yitirdiği vicdanı, ancak siz yeniden tesis edebilirsiniz.

“MAALESEF BEN BU TUZAĞIN İÇİNE DÜŞTÜM”

Size karşı ne tuzaklar kuruldu! Bir tuzağı da FETÖ kurdu. Ve maalesef ben de bu tuzağın içine düştüm. Ama ben suç işlemedim. Size haksızlık yaptımsa –ki yaptım- bu Yargı’nın konusu olmamalı. Sizinle benim hal etmem gereken bir mesele.

İnançlı bir insansınız. Ben de öyle. Bu yüzden bir imtihandan geçtiğimi biliyorum. Ama bu bakımsızlığa, strese daha ne kadar dayanabilirim?

Maddi yetersizliklerin yanı sıra, bir de duygusal açıdan paramparçayım. Ben bir anneyim, babaanneyim, anneanneyim. Evlâtlarımdan ve torunlarımdan mahrum kalmak, onları doya doya kucaklayamamak cezaların en ağırı. Mehmet Ali’nin bir oğlu daha oldu. Ali Kerim’in doğumunda bulunamadım. Bebeği, ancak 4 aylıkken, sadece 35 dakika gördüm. ‘Kim bu?’ der gibi uzun uzun bana baktı. Bu duygular size de yabancı değil. Siz de bir babasınız, dedesiniz. Çocuklarla her buluşmamın ardından, koğuşa döndüğümde, yalnızlık ve kimsesizlik duygusu daha da derinleşiyor. Benim tek beklentim, ömrümün son demlerini onlarla birlikte huzur içinde geçirmek. Gene anne, anneanne ve babaanne olmak. Mehmet Ali ve Aslı da bir cehennem hayatı yaşıyor. Onlara da ayrıca üzülüyorum.

“ADETA BİR MEZARA DİRİ DİRİ GÖMÜLMÜŞ GİBİYİM”

Türkiye’nin, gerginliklerin geride kaldığı huzurlu bir ortama çok ihtiyacı var. Bu huzurun inşasında ben de yer almak isterim. İnşallah nasip olur. Hatta çıktığımda, sizinle bir araya gelebilirsek, bir vicdan muhasebesi yapmayı, helalleşmeyi çok arzu ederim. Cezaevinde zeytin çekirdeğinden yaptığım teşbihi de size takdim etmek isterim. Türkiye çok ağır travmalarla sarsıldı. FETÖ elebaşları kaçtı; Ben de kuyuya atıldım. Adeta bir mezara diri diri gömülmüş gibiyim. Yargı’da bulamadığım adaleti sizde arıyorum. Acaba elimden tutup, hak ve hukuk adına, beni bu kuyudan çıkarabilir misiniz?”

Oysa Nazlı Hanım, İlhan Selçuk’un ifadesini Tercüman gazetesinde yayınladığı günlerde ne kadar Ajda Pekkan; Ergenekon Davaları üzerine medyada terennüm ettiği günlerde ne kadar Bülent Ersoy’; fevkaladenin fevkinde “demökrât”, “hâlk”i için canını dişine takmış bir kalemşördü.

İlhan Selçuk 12 Mart’tan sonra tutuklandığı Ziverbey’de geçirdiği işkenceli sorgulardan sonra el yazısıyla ifade verir. Bunun kendisi aleyhine delil olarak kullanılacağını çok iyi bilir. Nitekim bu ifadeler savcılığa gitmeden önce Tercüman gazetesine ve Süleyman Demirel’e servis edilecektir.  Nazlı Ilıcak da onları Tercüman gazetesinde 12 Mart-17 Nisan 1986 tarihleri arasında bir yazı dizisi halinde yayınlayacak, daha sonra da bu yazı dizisini 12 Mart Cuntaları adıyla kitaplaştıracaktır.

İlhan Selçuk ise bu 12 Mart’tan sonra tutuklanışı ve Ziverbey’de alınan el yazısı ifadesinin tüm ayrıntılarına Ziverbey Köşkü başlıklı çalışmasında yer verecektir.

Gözlerim bağlı olduğundan hiçbir şey görmüyordum. Birileri beni yere yatırmışlar, çoraplarımı çıkarmışlardı. Ayak bileklerime bir alet geçirilmişti. Bir manivelanın ya da vidanın sıkıştırıldığını duyumsuyordum. Öyle bir an geldi ki, bacaklarımı kıpırdatamaz oldum. Bir yağ mı sıvı mı sürüyorlardı tabanlarıma sonra sopa inip kalkmaya başladı. Kendimi acıya katlanabilir sanırdım(…) ancak falakanın verdiği acı hiçbir acıyla kıyaslanamaz… Taa kemiklerine işleyen bir acı duyuyor insan. Başlangıçta bağırmamak için kendimi tutuyor, dişlerimi sıkıyordum. Ama sonra kendimi bıraktım; çünkü ne kadar çabalarsan çabala sesine gem vuramıyorsun. Önce hırıltı başlıyor, ardından feryada dönüşüyor, hayvanlaşıyorsun. Olayın bir de ruhsal yanı var ki, bedensel acının üstüne biniyor. Kendini aşağılanmış olarak görüyorsun… Ne düşünüyordum:

Bir: El yazılı ifade veremezdim; bu yazılar elbet birtakım ellere geçecekti.  İşkenceciler ve ortakları bu yazıları bir yerde kullanırlardı.

İki: Köşk cuntasının benim için ne düşündüğünü bilmiyordum. Diyelim ki istediklerini verdim; ardından ne gelecekti.

Üç: Buradan beden ve ruh sağlığım sakatlanmadan çıkmalıydım; başladığım savaşımı sürdürecektim.

Dört: Kişiliğime ters düşen bir davranışta bulunmayacaktım. Küfür ve tekme yemek, falakaya yatırılmak, beni değil işkencecileri utandırmalıydı…

Ben direndikçe işkencenin dozunun da arttırılacağını anlamıştım. Bu süreç, sonunda beni paçavralaşmaya kadar götürebilirdi. Ne yaparsam şimdi yapacaktım.

Saatler ve saatler, çıkış yolu için kafamı çalıştırıyordum. Sonunda bir şimşek çaktı:

-Akrostiş!..

İlhan Selçuk kendisinden istenilen ifadeyi astokriş ile yani iç içe iki yazı yazarak verecektir. Metnin sıradan okunuşunda İlhan Selçuk darbecilerin kendisinden istediği ifadeyi vermiş olur ama yazının kodları (cümlenin son kelimesinin ilk harfleri) çözüldüğünde ise işkence gördüğünü ve ifadesini baskı altında verdiğini dile getiren eden yepyeni bir metin ortaya çıkacaktır.

Bir yanda işkence altındayken bile yazın yeteneğini konuşturan ve işkencelere direnen bir devrimci diğer yanda da efendisine salya sümük yalvaran bir gülenci.

Soldaki mi sağdaki mi? Hadi seçin!

Keyifli Pazarlar

Mete Kaan KAYNAR