Nasihat değil örgütlenme, vicdan değil siyaset

1960 Darbesi sonrasında birileri Fransa’dan ilhamla II. cumhuriyetin kurulduğunu müjdeliyordu. “İkincisi”, eksik kalan ilkini tamamlamakla kalmayacak, ileriye de taşıyacaktı. Hem Türkiye’de hem de Batı’da II. cumhuriyet tabiri bir süre ilgi gördüyse de sonra askeri ve sivil bürokrasi betimlemenin yanlış manalara çekildiğini fark etti ve II. cumhuriyet kalıbı terk edildi. 20 sene sonra bu sefer 12 Eylülcüler darbe ile öncesini kalın çizgilerle ayırma ihtiyacı hissetti! Danışma Meclisi oluştuğunda kürsüye çıkanlar “devleti yeniden kurmaktan” bahsediyorlardı. Onların deyişiyle “sapık ideolojilerden” arınmış bir devletti hedeflenen. Fakat hiçbiri “yeni bir devlet kuruyoruz” demedi. Çünkü yaptıklarının zoraki bir “restorasyon” olduğunu biliyorlardı. Şimdilerde durum farklı, zira iktidar “restorasyon” değil “inşa” peşinde. Belki AKP, Oğan’nın “yeni devlet kuruyoruz” sözlerini tekzip etmek zorunda kaldı ama “rejim değiştirme” hedefinden milim sapma yok. Yandaşların “provokasyon” dediği işleri bir kenara bırakalım, biz hükümetin sistematik biçimde “Ensarlaştırdığı” bir ülkeden bahsediyoruz!

Vicdancılığı bırakın!
Anaakım ya da muhalif medyada yüzü kızarmadan “nasihatname” yazıp bu gerçeği sulandıranların sırtını sıvazlamak vahim bir hata. Eleştirir gibi görünüp sağcılaşmanın kültürel kodlarını cilalayanlar, özgür topluma yandaşlardan daha çok zarar veriyor. Örneğin laikliği hâlâ “ayrıcalıklı sınıfların talebi” olarak yaftalıyorlar. “Ayrıcalıklı sınıf” dediklerinin çoktan yer değiştirdiğini ve de asıl laiklik talebinin toplumun tarihsel olarak en çok ezilen kesimlerinden geldiğini bilip de bilmemezlikten geliyorlar. Laikliği kazanma iradesi kadınların öncülüğünde politik bir tutuma evrilirken; bu dinamiği ” eski Türkiyecilik”, “laikçilik”, “İslamofobia” ile suçluyorlar. Halbuki bu direnişin hedefi İslam değil İslamcılık, muhatabı liberaller değil hükümet, dayanağı apoletliler değil halk!

İktidarın kamusal alanı gericilikle kuşatmasını masumlaştırmayı entelektüel temkinlilik zannedenler, İslamcılık ile sağcılık arasına sahte sınırlar koyarak İslamcıları aklamaya çalışıyor. Türkiye’de İslamcılık sağın öz kardeşidir ve düzen karşıtlığı laiklik kavgasından ibarettir. Yakın tarih boyunca da sağın pragmatizmini sonuna kadar kullanmıştır.

Dünün liberal İslamcıları, sol liberalleri reçeteyi vicdan ve ahlâkta arıyor; “endişeli mütedeyyinlere” seslenmeyi yeni bir siyasi atılım gibi pazarlıyor. 16 Nisan ve Adalet Yürüyüşü’nü de argümanlarına meze yapıyorlar. Hâlbuki her ikisinin de heterojen kimyasına rağmen politik talepleri net. Vicdan ve ahlâk, eşitlik üzerine kurulu politik bir ilkenin olmadığı yerde siyasi çürümenin önüne geçemez. Konya’da milli maçta 10 Ekim saygı duruşunu ıslıklayanları, Nuriye ve Semih’e yemek fotoğrafları gönderenleri, Özgür Mumcu’ya “baban da sıcağı severdi” tweeti atanları büyüten, iktidarın politik tercihleridir. Örgütlü kötülüğün hakkından örgütlü mücadele gelir, vicdan ve ahlâk çağrısı değil!

Pazarlık payı
Aynı isimler Batı kapitalizminin AKP’ye dair eleştirilerini yeni nüfuz alanları elde etme çabasından bağımsız düşündüklerinden bocalıyorlar. Türkiye’nin insan hakları meselesi Batı için dün de bugün de “pazarlık payıdır.” Elbette Batı’da Türkiye’deki baskılardan kaygılı olan, demokratik muhalefeti desteklemek isteyen çevreler var. Fakat hükümetler nezdinde duruma bakıldığında sermayenin çıkarlarından bağımsız bir Türkiye politikası olamaz. AİHM gibi uluslararası standartları olduğuna inandığımız bir organın KHK’ler ve Nuriye-Semih için verdiği kararlar ortada! Bu tespiti iktidara en sert eleştirileri getiren Alman hükümeti için de tekrarlamak mümkün. II. Dünya Savaşı sonrasında ilk kez bu denli “hırslı” olan Alman hükümeti için Türkiye, ABD ile sert rekabetin uzantılarından biri sadece. AKP bu gerçeğin farkında; kendinden bekleneni, en iyi bildiği şeyi yapıyor, yani pazarlık! Alman sermayedarlarına OHAL ile ilgili bizlerin bilmediği taahhütlerde bulunurken -tesadüf bu ya – Alman sermayesi ihalelerde birinci geliyor, yandaş manşetlerde “rüzgâr dönüyor.” Buradan şu sonucu çıkarmak mümkündür: AKP’nin sermayeye peşkeş çekeceği kaynağımız var oldukça pazarlık sürecektir.

İktidar mensupları, Milli Eğitim’in İslamcı vakıflara teslim olmasıyla, müdürlerin yandaş sendikadan atanmasıyla, tarikatların anaokulu çocuklarını zehirlemesiyle, şehrin dışına atılan içkili mekanlarla, hazine arazilerinin acemi tüccar zihniyetiyle satılmasıyla gurur duyuyor olabilir. Biz onlara doğa katliamı sonucunda kuruyan derelerin, uluslararası sermayeye satılan limanların, genetiği değiştirilmiş ürünlere verilen izinlerin, 44 şehirde 10 yıldır bir yenisi açılmayan kütüphanelerin hesabını sormaya devam edeceğiz. Yanımıza gelmek isteyenlere de vicdan, ahlâk dersi verecek değiliz; cumhuriyete, laikliğe, hürriyetine sahip çıkanlar saflara gelsin!

Kaynak: BirGün

Güven Gürkan ÖZTAN