Hangi Süleyman, Demirel’di?

Süleyman Sami Demirel’in Türkiye siyasetinin,  Adalet Partisi’ne genel başkan seçildiği 1964 yılı sonlarından vefat ettiği 2015 yılına kadarki yaklaşık elli yıllık dönemine bir şekilde damga vurduğunu söylemeye gerek var mı? Belki de vefatı sonrasında onun için söylenenler içinde tartışılmaksızın kabul edilebilecek tek gerçek olan da budur.  Kasım 1964’te AP Genel Başkanlığı’ndan, Başbakanlığa; Başbakanlıktan, 1971 ve 1980’de darbelerle uzaklaştırılışına;  1980 sonrası siyasî yasakların kaldırılması ile birlikte tekrar genel başkanlığa -bu kez Doğru Yol Partisi– yeniden Başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığı’na kadar giden bir kariyer. Sadece bu da değil, 28 Şubat Darbesi’nde, 1971 ve 1980’de mağduru rolünü üstlendiği darbelerin bu kez sivil icracısı rolünü üstlenmesiyle,  partisinin eski Rize milletvekili adayı olan ancak 1991 Genel Seçimlerinde milletvekili seçilemeyen Mehmet Haberal’ı 2011 seçimleri öncesinde CHP’ye tavsiye etmesiyle ya da Tayyip Erdoğan’ın, onu siyasî polemiklerin içerisine çekmeye çalışmasına rağmen, bu tartışmalardan inatla uzak kalmaya çalışmasıyla Demirel, gerçekten de Türkiye siyasî tarihinin son elli yılında bir şekilde hep var oldu.

17 Haziran’daki vefatıyla birlikte, bir yandan “devlet adamı”, “baba” Süleyman Demirel’i, diğer yandan da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idama götüren süreçte, İlyas Salman’ın Kibar Feyzo filmindeki Bilo karakterine benzer bir rolü oynayan ve Türkiye siyasetine o ünlü “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz!” repliğini hediye eden “anti-komünist”, “popülist” “MorrisonSüleyman Demirel’i tartışmaya başladık: hem de aynı anda!

Bu Süleymanların hangisi gerçek Demirel’dir?”  sorusunun cevabı yok!  “BabaSüleyman Demirel de Mart 1963 de Kayseri Cezaevi’ndeki eski DP’lilerin salıverilmeleri sonrasında AP Genel Merkezi’ne de taşınan olayların ardından “şapkasını alıp gidenSüleyman Demirel de gerçektiler. Ragıp Gümüş Pala’nın ardından AP Genel Başkanı olarak aktif siyasete tekrar dönen Süleyman Demirel de 1969 seçimleri öncesinde eski DP’lilere ilişkin olarak çıkarılmaya çalışılan Af Kanunu’na karşı askerin yanında yer alan Süleyman Demirel’de gerçektiler. 1971 ve 1980 darbeleri ile hükümetleri düşürülen Süleyman Demirel’de, 1997’deki darbede hükümet düşüren Süleyman Demirel de gerçektiler. 1970lerde CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’e sonunun Allende gibi olacağını söyleyerek Bültende yakıştırmasını Süleyman Demirel de Bülent Ecevit’in cenaze törenine katılan Süleyman Demirel de Hamzakoy’daki Süleyman Demirel de Çankaya’daki Süleyman Demirel de köy çocuğu Süleyman Demirel de fötr şapkası ve kravatıyla özdeşleşmiş Süleyman Demirel de velhasıl,  “Çoban Sülük” de “Morrison Süleyman” da gerçek Süleyman Demirel’diler.  Ve tüm bunları kendi kişiliğinde birleştirirken de –Demireller– hiç de “tutarsız” değildiler. Tüm bu çelişkilerin, tutarsızlıkların ortasındaki Süleymanları tek bir Süleyman Demirel yapan, bu tek bir Demirel’i “tutarlı” bir siyasetçi olarak tanımlamaya imkân tanıyan şey de onun “devlet(in) adamlığı” sıfatıydı.

Bu nokta da durup bir nefeslenmek en iyisi. Türkiye siyasetinde “devlet adamlığı” kavramı, isminin önüne eklenen kişi için her daim bir “övgü” hitabı olarak kullanılır.  Derdim, “devlet adamlığı nitelemesini bir küfür, bir aşağılayıcı sıfat olarak kullanmaya çalışmak değil. Tersine amacım, bir övgü, bir meziyet olarak kullanılan “devlet adamlığı” sıfatını, devlet adamı olarak tanımlanan kişinin, aslında, tam da devletin, resmî ideolojinin, hegemonyanın adamı olma niteliğini ön plana çıkarma ihtiyacıdır: Devlet adamı sıfatıyla nitelediğiniz bir kişiyi, devletin mantığından ayrı düşünmemek, o kişi üzerine konuşurken Türkiye’de devletin geçmişten günümüze doğası ve dönüşümü ile ilgili değerlendirmeleri akıldan çıkarmamak gerekmektedir. Herhangi bir övgü ya da yergi amacı taşımaksızın Demirel bir “devletin adamı” olduğu gerçeğinin altını bu çerçevede dikkatle çizmek gerekiyor. İşte tam da Demirel’in bu devletin, resmî ideolojinin, hegemonyanın adamlığı niteliğidir ki,  yukarıda birkaçı sıralanan tutarsızlıkları, bizatihi Demirel’in şahsına mündemiç tutarsızlıklar olmaktan çıkarmakta; aksine onu tutarlı hale getirmektedir. Tutarsız olan, çelişen Demirel’in şahsı değildir; aksine Demirel, birbiriyle tutarsızlıkları, iç çelişkileri olan rejimin ve onun siyasal gündeminin peşinden giderek daima tutarlı olmuştur. Tutarsızlıklar, çelişkiler… onun değil, Türkiye siyasetinin tutarsızlıkları; çelişkiler onun değil aslında onun dönemindeki Cumhuriyet tarihinin siyasî çelişkileridir. Demirel, ne kadar tutarsız olursa olsun, ne kadar birbiriyle çelişirse çelişsin, adamı olduğu devletin resmî ideolojisinin yılmaz bir maslahatgüzarı olarak tutarlıdır: yine ona ait olan “Dün dündür bugün bugündür!” sözündeki o muhteşem “tutarlılığı!” başka türlü izah etmenin yolu var mıdır?  Unutmadan belirtmekte yarar var. Yukarıdaki değerlendirmelerimden “masum” “bîgünah” bir Süleyman Demirel portresi çıkartmaya çalıştığım da sanılmasın. Söylemek istediğim sadece şudur: Örneğin, TBMM’de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam oylamasında tüm suçu Demirel’e yükleyemez; bu gençlerin, tam da oylama esnasında TBMM AP grubu ön sıralarında oturan Demirel’in ayağa kalkarak tehditkar bakışlarla grup sıralarını süzmesi nedeniyle öldürüldüğünü söyleyemezsiniz. Ama idamların gerçekleşmesi sürecinde Demirel’in katkısını yok da sayamazsınız. Türkiye’de bizzat devleti, devletin niteliğini konuşmadan, devletin adamı Demirel’in bu tavrını anlayamazsınız.

Demirel ile ilgili olarak bir noktanın daha altını çizmek gerekiyor. Demirel, 1960’ların ikinci yarısından itibaren,  siyasal sistemin önde gelen kurumlarında yavaş yavaş yer edinmeye başlayan Cumhuriyet’in ilk kuşağının ilk temsilcisi ve bu kuşağın aramızdan ayrılan son üyesidir.

Cumhuriyet döneminin ilk kuşağı, gerçekten de 1960’ların ortalarından itibaren siyasal sistemin tepe noktalarında, karar verici makamlarda yer almaya başlarlar.  Bu tarihlerden başlayarak, Cumhuriyet’in kurucu kuşağının, Cumhuriyet’in kuruluşunda rol alan Osmanlı’nın genç asker ve bürokratlarının yerini onlar almaya başlarlar.  Perde, aslında, Alparslan Türkeş ile açılır; açılmış gibi yapar. 1917 doğumlu Türkeş, 27 Mayıs’ın muktedir Kurmay Albay’ı olarak siyasî yaşama adımını atar. Ama çok kısa bir süre sonra Milli Birlik Komitesi içeresindeki tasfiye sonrasında Hindistan Büyükelçiliği’ndeki görevine atanması ile birlikte Türkeş’in siyasî hayatı da başladığı gibi son bulur. Bu tarihler, aşağı yukarı, 1924 doğumlu Süleyman Demirel’in de siyasî kariyerine başladığı yıllardır. Gümüşpala’nın vefatının ardından AP Genel Başkanı seçildiği Kasım 1964’ten aylar sonra, Şubat 1964’te Türkiye’ye dönen Alparslan Türkeş, siyasete yeniden girer ve Mart 1965’te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne katılır. Aynı yıl içerisinde CKMP Genel Başkanı olur; ancak CKMP’nin adını ve ideolojisini baştan ayağa değiştirmesi CKMP’nin 1969’daki Adana Kongresi’nde olacaktır. Artık Türkiye siyasetinde bir Türkeş, onun Milliyetçi Hareket Partisi ve onun Dokuz Işık Doktrini vardır.

1926 doğumlu Necmettin Erbakan’ın siyasî yükselişi de Türkeş gibi 27 Mayıs ile birlikte başlar. Doç. Dr. Necmettin Erbakan, 27 Mayıs Darbesi’nin prestij projesi Devrim Arabaları’nın hem bir akademisyen hem de 1956’da kurulan ilk yerli motor fabrikası Gümüş Motor’un kurucusu olarak arkasındaki isimlerden birisidir; ancak siyasette Genel Başkan olarak yer alabilmesi için 1970 yılı Ocak ayını, Milli Nizam Partisi’nin kurularak Genel Başkanlığa kendisinin seçilmesini beklemek zorundadır. Bu arada, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Genel Sekreterliği gibi bir makamı işgal ettiğini,  Demirel’in AP’sinden milletvekili olmaya çalıştığını, Demirel tarafından veto edildikten sonra aynı seçimlere (1969) Konya’dan bağımsız milletvekili adayı olarak katıldığını da hatırlatmak gerekiyor. 1970 yılı başında Genel Başkan olarak siyasal yaşamın en tepe noktalarında yer almaya başlar; ancak 1971 Muhtırası sonrası partisinin kapatılması ve İsviçre’ye gitmesi ile Erbakan’ın siyasî kariyeri bir kez daha kesintiye uğrar.

Cumhuriyet’in ilk kuşağının siyasal sistemin tepe noktalarına taşınması sürecinde perde, 1972 yılı Mayıs’ındaki kurultayda İsmet İnönü’ye rağmen CHP Genel Başkan’ı seçilen Bülent Ecevit ile kapanır. 1970’lerin ortalarına gelindiğinde siyasal sistemin tepe noktalarında artık Osmanlı döneminin asker ve sivil bürokratları değil, Cumhuriyet’in ilk kuşağı yer almaktadır. 1964’te Demirel ile başlayan dönüşüm 1972’de Ecevit ile son bulur.

Cumhuriyet’in ilk kuşağının siyasal yaşamın tepe noktalarından çekilme süreci aynı sırayı izlemez. 1997’deki vefatıyla Alparslan Türkeş bu kuşağın sahneyi ilk terk eden üyesidir. 2006 yılında Bülent Ecevit, 2011 Şubat’ında da Necmettin Erbakan vefat ederler. Perdeyi açan Süleyman Demirel’e, perdeyi kapatma görevi de düşecektir.

Murat Arslan, Feroz Ahmad’ın danışmanlığında hazırladığı doktora tezini Süleyman Demirel: A Political Biography başlıklı tezini aynı isimle geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları’ndan kitap olarak yayınladı. Benim derlemekte olduğum Türkiye’nin 1970’li Yılları kitabında da Süleyman Demirel’in biyografisi üzerinde çalışan Arslan, Demirel’i pragmatist ve popülist olarak tanımlamakta. Arslan da  “Darbeler, sayısız koalisyon, yedi kez başbakanlık ve sonrasında cumhurbaşkanlığı ile” onun, “Türkiye siyasetinin en önemli aktörlerinden biri” olduğunun altını çizerkenSelefleri ve çağdaşlarının çoğunun aksine bütün bunları herhangi bir ayrıcalıklı sınıfın mensubu olmadan gerçekleştirmiş olması da aynı ölçüde dikkat çekici” olduğunu vurgulamaktadır.

Arslan, Demirel ile ilgili olarak şu noktaları öne çıkarır: “Süleyman Demirel’i Cumhuriyet sonrası dönemin siyasal hayatında benzersiz kılan değişen koşullara uyum sağlayabilme kabiliyetiydi. 1964’te AP Genel Başkanı olmasından 2000 yılındaki emekliliğine uzanan dönemin tüm kritik dönemeçlerinden sıyrılmakla kalmamış, her defasında kendisini yeniden icat etmeyi bu şekilde başarmıştı. Zaman zaman prensipler ve pragmatizm arasında bir dalgalanma yaşamış olsa da terazide baskın olan taraf kuşkusuz pragmatizmdi. Hatta Demirel’in prensipli davranışı tercih ettiği düşünülen anlar dahi aslında ya başka bir seçeneği olmadığı ya da prensipli olanı seçmenin kendisine daha faydalı olacağını düşündüğü zamanlardı. Köylülüğüyle, mühendisliğiyle siyasî hayatı boyunca toplumun farklı kesimlerinin desteğine sahip olmasına rağmen, bir türlü tam anlamıyla benimsenmemesinin sebebi de büyük ölçüde bu zamana ve zemine uygun hareket etme çabasıydı.

Türkiye’nin 1970’li Yılları kitabında yer alan Yetmişli Yıllarda Halkçı ve Halktan Siyaset başlıklı makalesinde Celal Oral Özdemir de Demirel ve Ecevit’i popülizm kavramı etrafında analiz eden yazarlardan. Daha önce de Mülkiye (2017) dergisindeki Öfkeden Umuda: İspanya’da Popülist Siyaset ve Podemos başlıklı makalesinde popülizm kavramını tartışan Özdemir, 1970’lerin bu iki popülist lideri ile ilgili olarak şunları yazıyor: “Ecevit ve Demirel’in siyasî tarzlarının Erbakan ve Türkeş’in siyaset anlayışlarının tersi olduğunu söylemek mümkündür. AP ve CHP, parlamentodaki diğer partilerin aksine ideolojik sınırlarını aşmamak hususunda hassas değil, merkez sağ ve solda konumlanarak mümkün olan en geniş kitleyi kendi saflarına çekmek niyetindeki partilerdir. Bunun için de sistemin dışladıklarını içermeye yönelik, popülist bir siyaset anlayışı benimsemişlerdir. Halkçı ve halktan olma özellikleri ile siyaset sahnesinde yer alan bu iki lider ve partinin, Türkiye’nin 1970’li yıllarının seçkinci olmayan ve popülist siyasal yapısının oluşmasında kurucu rol oynadığını söylemek mümkündür. Özdemir Demirel ile ilgili olarak şu noktaların altını çiziyor: “Süleyman Demirel’in halktan birisi olma imajı, ona siyaseten geniş bir alan tanımıştır. Veciz sözlerinde, onun hem siyasal hem popülist kimliklerini bir arada bulmak mümkündür. Dünün dünde kaldığını, bugün söylediklerinin ciddiye alınması gerektiğini söyleyebilecek kadar pragmatik siyaset biçimini, samimiyetiyle birleştirerek Türkiye’nin 1970’li yıllarının nevi şahsına münhasır bir siyasî aktör olmuştur. Nitekim siyasî hayatındaki en büyük başarılarından birinin, siyasetindeki pragmatik ögeleri hitabetindeki samimiyet içerisinde gizleyebilen tavrı olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Hitabetindeki bu başarısı ile de 1970’li yılların en önemli liderlerinden birisi olmuştur. Demirel popülizmi ile Ecevit popülizmi arasındaki temel farklardan birini de buradan kurmak mümkündür. Demirel, sıradan insan görüntüsü ve basit, samimi dili ile talepleri eklemleyebilirken, sistemin ve düzenin çarpıklıklarına kısık sesle karşı gelmektedir. Darbeler ve muhtıralara maruz kalmış bir lider olması ve DP geleneğini sürdürmesi bakımından sistemin ötekileştirdiklerinden birisi olduğunu söyleyebileceğimiz Demirel’in siyasetinde sistem karşıtı mücadele, “şapkasını alıp gitme” hikâyeleri ile zayıf kalmıştır. Buna karşılık Demirel hükümetlerine yapılan askerî müdahaleler, onun doğal bir sistem karşıtı lider olarak kodlanmasına neden olmuştur. Hâlbuki Demirel’in 1970’li yıllarda askerler ile mesafeli olduğunu söylemek kolay değildir. Maruz kaldığı muhtıra sonrasında dahi askerlerin, Demirel ile aynı doğrultuda kararlar aldığını görmek mümkündür. Ancak son kertede Demirel, bilhassa askerî elitlerin müdahalelerine karşı sessizliğini her zaman bir çaresizlik olarak sunabilmiş, darbe süreçlerinin mağduru olabilmiş ve bu süreçlerde AP’nin askerî yönetimlerle iş birliği içerisinde olduğuna dair bir okuma yapılmasına olanak tanımamıştır. Bir diğer ifadeyle kendisini halkın ta kendisi olarak sunabilen Demirel, bu müdahalelere karşı sıradan bir yurttaş kadar çaresiz kaldığı hususunda kamuoyunu ikna edebilmiştir.

Bayram Koca da Yetmişlerde Merkez Sağ: Milliyetçilik Ve Anti-Komünizm başlıklı makalesinde benzer noktaların altını çizer: “Demirel’in milliyetçiliğinde kalkınma vurgusu vardır ve barajlar, yollar, yapıldıkça millî heyecan gelişecektir. MHP’nin milliyetçiliğinde ise turan hayali, yabancı düşmanlığı vs. baskındır. Bu minvalde MC çatısı altında bir araya gelen bu partilerin milliyetçilikleri birbirinden farklıdır ve bunları esas bir arada tutan; sola karşı düzeni savunmaktır. Dolayısıyla 1970’lerde sağ partiler arasında sol karşıtlığı baskındır, sola karşı olarak milliyetçilik öne çıkartılır ve sağdaki bu milliyetçilik, sola karşı bir aradalığı vurgulayan bir siyasal araç gibidir. Yetmişlerde sağ içi rekabetin sonucu olarak Türk sağı milliyetçilik siyasal aracına daha fazla başvurmuştur: Anti-sol özelliğinden dolayı soldan oy alamayan Türk sağı partileri, kendi aralarındaki rekabette milliyetçiliğe daha fazla vurgu yapmış; “sola karşı devleti koruyan en milliyetçi parti” imajı çizmeye çalışmışlardır. Tüm bunlardan anlaşıldığı üzere 1970’lerde Türk sağı, milliyetçi tepkilere dayalı olarak hareket etmiştir. Nuray Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi adlı kitabında bu durumun, merkez sağı ayakta tutacak liberal, şehirli, ılımlı bir toplumsal bir zemin mevcut olmamasından kaynaklandığını ileri sürer. Bu sebeple Türk sağı, milliyetçi ve dinci çevrelere, iktidara gelebilmek ya da kalabilmek için yaslanmış ve bunun sonucu olarak 1970’lerde diğer dönemlerle kıyaslandığında en sağcı ve en militan bir Türk sağı vardır.”

Çoban Sülü, Başbuğ, Mücahit ve Karaoğlan: Dört Yapraklı Yonca ya da Mahşerin Dört Atlısı

Türkiye’nin 1970’li Yılları Türkiye’nin popülist liderler dönemidir. Döneme damgasını vuran bu liderleri dört yapraklı yonca esprisi ile anabiliriz. Evrimsel biyologlar genetik çeşitlilikten dolayı doğada160 bin üç yapraklı yoncaya karşılık dört yapraklısından sadece bir tane bulabileceğimizi söylüyorlar. Özetle doğada dört yapraklı yoncaya rast gelmeniz biraz şans işi. Türk sinemasının dört kadın starı, Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik ve Hülya Koçyiğit için de aynı söz kullanılır. Tabii mevzuu sinema olduğunda dört yapraklı yonca, her biri aynı dönemlerde meşhur olan, her birini seyretmekten zevk aldığımız, her birinin meftunu olduğumuz dört kadın artisti imgeliyor. Ancak konu siyaset olunca da aynı olumlu tavrı 1970’lerin siyasal yoncasının her bir yaprağı için gösterip göstermeyeceğimiz tartışılır. Hatta bunun Türk siyaseti için 160 bin de bir denk gelebilecek bir şans olduğunu düşünerek mutlu olmamız ise neredeyse imkansız. Acaba bu dört lideri dört yapraklı yonca ile değil de Hristiyanlık teolojisinin kıyamet günü görünecek olan Mahşerin Dört Atlısı ile mi tanımlasaydık; hani şu, en başta beyaz atıyla İsa’nın tasavvur edildiği, kıtlık, kan ve savaş; son olarak da salgın hastalıklar ve ölümü temsil eden kıyametin alameti dört at ve binicisi olan Mahşerin Dört Atlısı’yla?

Keyifli Pazarlar…

Mete Kaan KAYNAR