‘Mahsus mahal’ Sansaryan

Sansaryan Han’da toplam 36 hücre vardı o günlerde. Bu hücrelerden 6’sı küçük de olsa bir penceresi bulunduğundan, diğerlerine oranla daha havadardı. İkisi dışında, öteki hücreler penceresizdi, hava alacak bir delik bile yoktu. Hücrelerden lağım ve zehirli su akıtıldığı da sır değil. Bodrum katta ve 8’inci kattaki tabutlukları ise oralara tıkılan sağdan soldan her tutuklunun anılarında vardır.

Kolumu sıkı sıkı tutan bıyıkları yeni terlemiş er kapının önündeki nöbetçiye “bu yeni” dedi. 1971’in Haziran’ıydı, gününü unuttum, dile kolay 49 yıl öncesini anlatıyorum. Hava sıcaktı, Nâzım’ın “sapı kanlı demiri kör bıçaktı sıcak” dediği türden, büyük avluda askerler talimdeydi. Kapı açıldı, hafif göbek bağlamış beyaz üniformalı deniz subayı, rütbesi neydi, kaç yıldızı vardı onu da unuttum, “birisi daha var komutanım” dedi içeriye doğru. Geniş masanın üzeri dosyalarla doluydu; şöyle bir baktı komutan, adımı sordu, “kim getirdi bunu?” dedi sonra. “Afiştekilerdenmiş” dedi er, siyasiden öyle geldi.” “Dosyası nerde peki?” Bilmiyordu zavallı er, “öyle teslim edip gittiler komutanım.” Bir küfür salladı subay, önündeki boş dosyalardan birinin üstüne adımı yazdı.

“Bunu dedi mevcutlu emniyete götürün baksınlar, ifadesini alsınlar dosyasıyla birlikte getirsinler.” “Emredersiniz komutanım” dedi rütbesi küçük olan subay. Dışarı çıktık. Sanki biraz acıyarak baktı yüzüme, “burada kalsan iyiydi ya” dedi, “irtibat memurunu çağırın” dedi sonra bir başka ere. “Bunu şubeye götürün dosyasıyla ifadesiyle birlikte getireceksiniz”.

Polis “Olur komutanım dedi, biri daha var, beş dakikaya çıkarız.”

Beş dakikaya çıktık.

Saçları uzundu cipte bekleyen gencin, elleri kelepçeliydi. 20 dakikada geçtik Avrupa yakasına… Uzun saçlı sordu; “Nereye gidiyoruz?” sırıttı memur, öteki memura, şoför olana, “bak nereye diye soruyor dedi, “cehenneme” dedi öteki.

İstanbul’da o günlerde tek bir cehennem vardı benim bildiğim; okuduğum kitaplarda, arkadaşların anlattığı hikâyelerde adı hep geçerdi. Sansaryan derlerdi adına.

CEHENNEMİN ÖTEKI ADI

Bizim Sarkis Usta’nın Çerkezyan’ın dediğine göre Sanasaryan’dı gerçek adı ama zaman içinde konuşma dilinin tasarruf kuralına göre “a” düşmüş, Sansaryan olmuştu. Bir cehennem olarak şöhrete kavuşmasının tarihi de epeyce eskiydi, 1930’larda 40’larda sık sık, kimi zaman da “ihtiyat tedbiri” olarak gözaltına alınan komünistler ve Kürtler burada “ağırlanırlardı”; kısa sürede bırakılan da olurdu, sorguları uzun süren de. Hitler’in savaşı yitirdiğinin anlaşıldığı aylarda toplanan Reha Oğuz Türkkan, Nihal Atsız gibi ırkçılar da buradaki tabutluklarda, anlatırım biraz sonra o tabutlukları, misafir edilmişlerdi. Ama sürekli “misafirler”, “müdavimler” solcular, komünistlerdi. 46’da 51’de, 71’de… Şefik Hüsnüler, sonra Zeki Baştımar, Mihri Belli, Ahmed Arif, öteki komünistler, sonra 68’in gençleri…

Hikâyemizi bitirelim artık. Kapıda bizi teslim alan izbandut “yürüyün bakalım” dedi. Nereye? Çatıya, siyasi şube oradadır; Birinci Şube yani. Çıktık kâgir merdivenlerden, kayıt kabul kısa sürdü, sonra kırk- elli kişinin neredeyse üst üste yığıldığı bir yere attılar bizi.

Sevindim doğrusu, ne çok tanıdık vardı.

Benim hikâyem burada biter; çok önemli de değildir, beş ya da altı gün sonra bir arkadaşla birlikte bizi Kışla’ya geri götürdüler, Selimiye’de 10 gün daha kaldık sonra dosdoğru Maltepe Askeri Tutukevi’ne. Ama pek çok devrimci genç, pek çok gençlik lideri uzun süreler, 90 güne kadar uzatılabiliyordu sorgular, Sansaryan’da kaldılar. Ağır işkence gördüler günlerce; ışıklar içindedir şimdi; Cihan, Tayfur. Yaşayan, 70’lerini sürenler dimdik bakarlar anılarına; Necmi, İlkay, Kadri, Necati ve daha niceleri geçti o tabutluklardan. Benim gördüğüm Sansaryan böyle bir yerdi. Sansaryan hikâyeleri çoktur, çoktur bizim hikâyelerimiz, uzundur.

HİKÂYENİN RESMİ OLANI

Ama önce resmi hikâyeyi anlatmayalım mı? Sanasaryan Han-Sansaryan Han, Sirkeci’de Mimar Kemalettin Caddesi üzerinde, 4. Vakıf Han’ın bitişiğindedir. 1895 yılında Erzurumlu tüccar Mıgırdiç Sanasaryan tarafından Mimar Hovsep Aznavur’a yaptırılmış. İstanbul’da yaşadığı yıllarda Cibali Tütün Fabrikası, Sveti Stefan Kilisesi, İstiklal Caddesi’ndeki Mısır Apartmanı, Tepebaşı’nda yanıp kül olan Dram Tiyatrosu gibi yapıların planları bu yetenekli mimarındır.

Biri bodrum kat olmak üzere altı katlı kâgir bir yapı olan, alınlıklı, sütunlu pencereleriyle dikkat çeken Sansaryan Han, giriş holünden sonra geniş bir iç avluya açılır. Üst katlarına kâgir merdivenlerle çıkılan hanın, avluya bakan çepeçevre açık koridorları vardır. Odalar bu koridorlara çıkar.

Buraya gayri resmi bir ek yapalım: Sansaryan Han’da toplam 36 hücre vardı o günlerde. Bu hücrelerden 6’sı küçük de olsa bir penceresi bulunduğundan, diğerlerine oranla daha havadardı. İkisi dışında, öteki hücreler penceresizdi, hava alacak bir delik bile yoktu. Hücrelerden lağım ve zehirli su akıtıldığı da sır değil. Bodrum katta ve 8’inci kattaki tabutlukları ise oralara tıkılan sağdan soldan her tutuklunun anılarında vardır. Devam edebiliriz artık resmi bilgilere.

1915’te Osmanlı Devleti tarafından el konulan hanın geliri, 1920-28 yılları arasında Patrikhane’ye verilmiş. 1928’de İstanbul Valiliği’nin bir kolu olan İdare-i Hususiye el koymuş, 1932 yılında Patrikhane açtığı davayı kazanmışsa da 1935’te İdare-i Hususiye karşı dava açmış ve Sansaryan Han’ın mülkiyeti tekrar devlete geçmiştir. Hâlâ tartışılıyor olmasından daha doğal ne olabilir? Yeniden ihaleye çıkıyormuş şimdilerde; 5 yıldızlı işkencehane 5 yıldızlı otel olacak diyorlar…

HİKÂYELERDEN YALNIZCA BİRİ

Yerimiz dar; Sansaryan hikâyeleri ise çok acılı ve büyüktür. Birini seçelim; hepsini anlatsın. Ünlü 1951 Komünist Partisi tutuklamalarından bir parçayı ama çok önemli bir parçayı seçelim. Ruhi Su ve Harbiye zindanında Behice Boran ve Nevzat Hatko’nun tanıklığıyla evleneceği Sıdıka Umut’un hikâyesini anlatalım.

11 Kasım 1952, soğuk bir kış sabahı, Ankara’yı buz tutmuş. Dil ve Tarih’te Felsefe öğrencisi Sıdıka Umut’un evinin önü polis arabalarıyla kuşatılmış, alıp götürüyorlar Sıdıka’yı. Yavuklusu Ruhi Su’dur; o da arananlar listesindedir. Sıdıka önce Ankara 1. Şube ve ardından İstanbul Sansaryan Han’a götürülür. Aynı gün polisler Ruhi’nin Kaledibi’ndeki evine giderler ama bulamazlar Ruhi’yi. Sıdıka’nın alındığını öğrenen Ruhi çalıştığı operaya eşyalarını toplamak için uğrar ama kapıdan çıktığında bir meslektaşının ihbarını hızla değerlendiren polisler de oradadır. Uzun bir seyahat, sonra Sansaryan. Ruhi Su iki aya yakın bir süre ağır işkence görecektir. En zoru da “tabutluktur.” Tabutluk mu? Bir insanın çömelerek sığabileceği kadar küçük bir sandık sanki. Sonraki yıllarda fotoğraflarını gördü de kahretti insanlar, yani insan olanlar. Ruhi Su müzisyen; operada bariton, saz da çalıyor, bitmez tükenmez zaman içinde hep hücrede. Sıdıka, kadınlar bölümünde… İncecik bir kız… Aylardır kanaması var, doktora çıkartırlar mecburen. Doktor hücrelere yakın bir odada muayene eder Sıdıka’yı. Şikâyetini söyler biraz yüksek sesle Sıdıka. “Kanamam var, kolumu kaldıramıyorum.” “Sus” der doktor “sakin ol”. Hemen yan taraftaki hücrededir Ruhi Su tanır yavuklusunun, “beyaz unun, ak güvercinin” sesini.

Mırıldanmaya başlar usuldan, ağır ağır yükselir o müthiş isyan türküsü…

Sonra tüm Sansaryan duyar…

Sonra herkes duyar…

Sonra cümle âlem duyar:

“Mahsus Mahal derler, kaldım zindanda / Kalırım kalırım, dostlar yandadır / İki elleri kızıl kandadır kanda / Ölürüm ölürüm kardeş, aklım sendedir” “Artar eksilmeyiz, zindanlarında / Kolay değil derdin, ucu derinde / Kumhan Irmağı’nda, Karaburun’da /Bulurum bulurum kardeş, öfkem kındadır” “Dirliğim düzenim, dermanım canım / Solum sol tarafım, imânım dinim / Benim beyaz unum, ak güvercinim/ Bilirim bilirim kardeş, gelen gündedir” Gelen günde midir? Öyledir, gelen gündedir…

5 Ocak 2020, BirGün Pazar