Kör değillerse görsünler…

Bu gün 4 Mart. Güzel bir gündü. Baharın artık ayak sesinin duyulmaya başlandığı, güzel güneşli bir gündü. Şiirin belki denizle, dağla ağacın yeşiliyle buluştuğu, kimi zaman öfkemizi, acılarımızı dile getirdiği bir sessizlikti bir yanımız.

Bu gün, o büyük ozan Hasan Hüseyin Korkmazgil’in doğum günüydü…

“İyi ki doğdun Hasan Hüseyin” dediğinizi duyar gibiyim.

Evet, bir kez daha hep birlikte yüksek sesle seslenelim. “İyi ki doğdun Hasan Hüseyin…”

Kısa çöp uzun çöpten henüz hakkını almadı üstat… Üstelik alacak da bir hayli çoğaldı. Bazen “gayri dayanacak gücümüz kalmadı” diyecek gibi oluyoruz. Hemen vazgeçip “gayri yeter” deyip ellerimizle ıslak kaldırımlara basıp doğrulmaya çalışıyoruz, hep yapmaya çalıştığımız gibi.

Ne zaman doğruluruz. Ne zaman iki ayak üzerinde durmayı beceririz bilmiyorum, ama bu uğraştan vazgeçmiş değiliz.

Eskiden yoksulluğun, sosyalizm mücadelesi için iyi bir veri oluşturduğunu düşünürdük. İşsizlik, yokluk yoksulluk, sosyalist mücadele için “objektif koşulların” oluşması olarak değerlendirilirdi. Halk yoksullaştıkça sola daha yakın olur düşüncesi ne yazık ki bizzat hayat tarafından yalanlandı.

Yoksulluğun bir noktadan sonra insanı mistisizme yakınlaştırdığını, elini eteğini dünyadan çektirdiğini göremedik. Halkımız yoksullaştıkça dindarlaştı. Cenneti bu dünyada aramak yerine, yalan cennetlere bel bağlamaya başladı. Toplumsal hayatın bu kadar dindarlaşmasını salt bir takım dindarların ve misyonerlerin dini propagandasına bağlamak bence pek doğru gözükmüyor. Yokların, yoksulluğun bundaki payı büyük.

Yoklukların, yoksulluğun getirdiği bir yığın şey gündelik hayatı çekilmez kılıyor. Bir yığın aşılması zor sorunu önümüze koyup hayatı ayakta durabilme kavgasına dönüştürüyor. Kaptı katçıların çoğalması, sokak çocukları, çocuk yaşta kızların sokağa düşmesi, rakı masalarında meze olması, bir çerez kabuğu gibi fırlatılıp atılması hep yokluktan, yoksulluktan.

Bu günleri görüp de mi yazdın üstat. “anam gider allah allah / kızım düşmüş sokağa” diye…

Güzel bir söze, gülen yüze hasret kaldık. Zehir zemberek sözler demleniyor dil ucunda. İçimizde kabaran öfke, doğruyu, güzeli kötüden ayırmayı zorlaştırıyor. Sevgi erişilmez mitsel bir söylence perisi gibi uzak duruyor bizden.

Oysa acıyı bal etmesini, öküzü dahi hoş tutmasını bilirdik.

Evet, her şey değişti işimiz zor; şimdinin öküzü ne çifte çubuğa koşulacak cinsten, ne de hoş tutmadan anlıyor…

Damda birlikte yattığımız, uzak ayrılıklarda selam saldığımız dostlarımızdan, bir de elleri beterin beteri kan içinde “kaşı destan / gözü destan” bebelerin güzelliğinden umudu, sevgiyi eğiriyoruz sabırla.

Kör değillerse görsünler…