Kendini bilmek tamam da, nasıl

Dolar denen baş belası illetin “Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik/Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!” marşı eşliğinde altı kağıda doğru dörtnala koştuğu akşam saatinde noktahaberyorum.com da karşıma “kendini bil” diye bir yazı çıkmaz mı!  Yunus Emre’yi görünce akan sular duruyor tabiatıyla ve ben yazıyı okumaya dalıyorum.

Yazarın şu cümleleri takılıyor gözüme; “Kendini bilmek bir anlamıyla da insanın kapasitesinden haberdar olması, bu sebeple boyunu aşan işlere girişmemesidir.” “Kendini bilmek, cahil cesaretinden mümkün mertebe uzak durmayı gerektirir ki bu memleketim insanı için ne de zor bir şeydir…” “Buradaki kendini bilmek elbette haddini bilmek biraz da…” ” Yani demem o ki “kendini bilmek lazım, kendini bileni sevmek lazım, kendini bileni seçmek lazım yoksa bir bilinmezlikler içinde geçer gider zaman yuvarlana yuvarlana”…”

Anlıyorum ki, kendini bilmek, biraz şu, biraz bu, ama daha çok da kendini bilmek meselesi.

Yönetmenin yazarlarına karşı müthiş bir korumacılık yaptığı hissiyatı içinde olduğumdan yazının eleştirisine cesaret edemiyorum doğallıkla. Ama sanırım Yunus Emre konusunda bizzat kendisiyle bir hesaplaşma ihtiyacı hasıl olmuştur. Şimdilik bunu yazalım bir kenara.

Ufkuna hayran olduğum günümüz dehalarından biri olan James Lovelock’un bir uyarısı vardı bugün. “Ey insanlar, dünyadaki vaktiniz doldu, haydi naş naş” diyor. Tükettiniz, tükendiniz artık diyor. Ve ben dehşet içinde, eyvah gidiyoruz anlaşılan, üstelik kendimizi bilmeden diye düşünüyorum.

Delfi tapınağının girişinde yazıyormuş, Yunus çağırıyormuş, Muhammed “kendini bilen rabbini bilir” diyormuş… İyi de kardeşim ben kendimi nasıl bileceğim. Manavdan kavun alırken onca yoklamama, onca mıncıklamama rağmen kavunu bile bilemezken ben garip nasıl bileceğim kendimi ve neyle?

Ancak benim gibi bir cahilin sorabileceği “peki ama nasıl” ile sık karşılaştığı anlaşılan, onun gibi nicelerinin aşikar etmeye çalıştıklarının anlaşılması yerine, anlatılarının ezbere dönüştüğünün farkında olan Mevlana belki de bu yüzden şöyle bir hikaye anlatır; Attar, esans şişesini düşürüp kıran papağana kızıp, sobanın üstündeki sıcak suyu üstüne saçar. Bu yüzden kafasında tüy kalmayan papağan dükkana gelen her saçsıza  “sen de esans şişesini döktün, değil mi?” demeye başlar. Biz de bu kuş misali, karşılaştığımız her durumu bildiklerimizle ölçüp biçmek gibi bir zaaftan kurtulamıyoruz. Bu yüzden, kendimizi bilmenin ruhsal dinginliği ve huzurunu da bir takım okumalar, çabalar ve bedeller karşılığında elde etmeyi umuyoruz. Kendimizi kaybetmemize sebep olan o tüm bildiklerimiz, ezberlerimiz, kanaat ve değer yargılarımızla kendimizi bulmaya ve bilmeye kalkışmak yani! Ne beyhude bir çaba!

İşte bu ölümcül fasit daireyi görmüş olan kadim üstatlar bu yüzden kendini bilmeye dair belli bir metot, yol, yordam dahilinde bir şeyler öğretmeye kalkmamışlardır. Yaptıkları bir şey varsa o da öğrendiğiniz ve bildiğiniz ne varsa sizi onlardan soğutmaya çalışmak. Biz ki felsefe, sosyoloji, psikoloji, siyaset, mantık vs.vs. onca şey okumuş, kitaba, dergiye yatırım yapmış, eşe, dosta “bak neler neler biliyorum” demekten haz duyan kişileriz, herifler bizim alıntısız, dipnotsuz ve referanssız bir hayat yaşamamızı kendimizi bu yolla bilmemizi istiyorlar iyi mi!

Buna rağmen haklarını yememek lazım ki,  Mevlana’nın, Şebusteri’nin, Feriduttin Attar’ın, Yunus’un, Hallacı Mansur’un ima ettikleri, söylemek istedikleri hayırlı bir şey var. “Kendini bil” deyip, nutuklar çekmek yerine, kendinin keşfinde yatan tarifsiz huzura, kendini bilmenin zenginliğine işaret etmek yoluna giderler.

Çünkü benim gibi çok bilmiş cahilin biri, “Ne yani? Ben kendimi bilmiyor muyum?” diye itiraz eder, derken üç gün sonra her şey sizlere ömür.

Hani bilirsiniz. Makam, mevki, para sahibi biri, biniş kartı düzenleyen bankodaki görevliye kızıp, “Ben kimim biliyor musun” diye bağırır. Görevli de sakince eline mikrofonu alıp “bu bankoda kendinin kim olduğunu bilmeyen biri var. Yardımcı olacak kimse yok mu” diye anons eder. Böyle bir durumda herkes yardıma koşar belki ama kadim bilgelik pınarları kılını bile kıpırdatmaz.

Kendini bilmek, şanını, şöhretini, makamını, inanç ve bilgilerini, toplumsal statü ve itibarını, başarı ve başarısızlıklarını, hayal kırıklıklarını, pişmanlıklarını, yoksulluğunu, varsıllığını, kusur ve meziyetlerini bilmek ve bunlara bir değer biçmek, bu değerlere yeni değerler eklemek değildir herhalde.

Kendini bilmek bu konuda yazılmışları okuyup, bunları kütüphanenin göze çarpan bir rafına özenle yerleştirmek te değildir. Kendini bilmek, tüm bu toz toprağın altında duran o masum, savunmasız ve kimsesiz ile yüz yüze gelmek, o masumiyetin taşıdığı dinginlik ve korkusuzlukla buluşabilmek olsa gerek. Kendini bilmek savunmasız kalmayı göze almak ve kendini bulmanın sevinç gözyaşlarına boğulmaktır herhalde. Ancak bu, her ne biliyorsanız, her neye inanıyorsanız ondan vazgeçmeyi, iyi diye bellediğinizi de, kötü diye bellediğinizi de, sevginizi de, nefretinizi de bir tarafa bırakma cesaretini, vazgeçme cömertliğini gerektirir sanırım.

Anlayacağınız bu kendini bilme işi, hele de doların böyle şahlandığı bir zamanda öyle ucuza getirilebilecek bir iş değil. Baksanıza, kendini bilmek istiyorsan önce çorba tenceresini devir diyor mübarekler.

Kısacası bu kendini bilme işinden bize bir şey çıkmaz. Biz, James Lovelock bizi kovmadan dişe dokunur mevzu bulalım.

M. Şirin ÖZTÜRK
Latest posts by M. Şirin ÖZTÜRK (see all)