Karl Marx, Kapitalist Sömürü ve Adalet Kavramı

Kapitalizmde adalet kavramına ilişkin halk arasında yaygın hakim iki kavrayış olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, hukuki söylemin bir parçası olan, “adalet tecelli etti” şeklinde dile getirilen, hukukun eninde sonunda varacağı yerin adalet olduğundan emin olan normatif yaklaşımdır. Burada hukuk ve adalet arasında gerilimli bir ilişki bulunmaktadır. İkinci yaklaşım, teolojik referanslarla örülü metafizik kavrayıştır. “İlahi adalet” olarak bu dünyanın ötesine işaret eden yaklaşımda, eninde sonunda adaletin yerini bulacağını düşünen hukuki söylemle ortak bir beklenti vardır. Söz konusu kavrayışlar, adalet kavramını şimdiki zamandan belirsiz gelecek zamana fırlatır ve muallakta bırakır.

Kitleleri adalet kavramına sürekli ‘olması gereken’ üzerinden bakmaya zorlayan bu iki kavrayışın gerekçesi kapitalizme karşı direnç noktalarını törpülemektir. Bu kavrayışların en büyük çıkmazı, adaleti sağlamak için gereken motivasyonu dışsal bir güce atfetmesidir. Ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan bir umudu sağlayan adalet kavrayışları kavramın içeriğini de boşaltır. Yaşamını yitiren kanser hastası genç bir kadına yapılan muameleyi beddualar eşliğinde “nasıl olsa” şeklinde dışsal bir güce havale etmek metafizik adaletin dışavurumudur. Hukuki söyleme indirgenmiş bir adalet ise, otobüste genç bir kadına saldıran dincinin mahkemeden “hak ettiği” cezayı alacağı kanaatini doğurur. Ne var ki, her iki kavrayışta da gerek dilenci muamelesi yapan, gerekse saldıran dinci gündelik yaşamına devam etmektedir.

Metafizik öğelerle adalet kavramını beraber düşünme alışkanlığı bir tür konfor da sağlar. Harekete geçmek için başka birisinin varoluş haline anlamsız ve boş bir güven duyulmasına yol açar. Bunun bir nedeni de adalet kavramının bir özne figürü tanımlamasıdır. Hukuki söylemi veya metafizik güçleri görev bağına çağırarak doğrudan eylemi kapının dışında bırakan özne tipini kurgular. Her manada skolastik bir adaletle baş başa kalan pasifleştirilmiş bir özne söz konusudur.

Ne var ki, kapitalist toplumun olağan akışı adalete dair hakim kavrayış biçimlerini de kilitler. Uzun süre iş bulamayan, yoksullukla boğuşan bir işçinin sesini yetkililere duyurmak için Meclis’in önünde kendisini ateşe vermesi; maaşını alamayan bir işçinin “açım” diye bağırarak soyunması ve “devleti protesto ediyorum” demesi; çaresizlik içindeki kanser hastası bir kadının bakanın yüzüne serzenişi, eve ekmek götüremediği için utanç duyan bir babanın kendisini asması, kapitalizmin bireyler üzerindeki yıkıcı etkileridir.

Adaletsiz olduğunu düşündükleri bir dünyada emekçilerin canına kıymaya yönelmesi kapitalist üretim ilişkilerinde varoluşları üzerine düştükleri “sonnot”tur. Karl Marx, intihar için kapitalizmin kara gerçekliğinden bir kaçıştır der. Bu bağlamda insanın kendi varoluşu üzerine söyleyebildiği sonsözdür. Kapitalizmin ve özel mülkiyet ilişkilerinin insani özgürleştirmeyi kısıtladığı ve bireylerin davranışlarını bastırdığı bir toplumsal yapı, dayanma ve direnme kapasitelerini daraltmaktadır. İnsanlar tam da bu noktada söz söylemek ister ve çıkışsızlık anları ise sonsözleri olarak belirir.

İşçilerin seslerini, şikayetlerini, taleplerini duyurmak için bedenlerini kullanarak doğrudan eyleme geçmesi, bir protesto biçimi olarak bedenin mücadelenin ve eylemin bir enstrümanına dönüştürülmesi temsili demokrasinin yetersizliğine de işaret eder. Kendi sözlerini ve isteklerini dillendirmediğini düşündükleri siyasal kurumları doğrudan eylemle aşmaya çalışırlar. Gerek yaşamına son veren, gerekse canına kıymanın eşiğine gelen, bedenlerini açlığa yatıran emekçilerin eylemleri adalet ve eşitlik talebiyle biçimlenmektedir. Tam da böyle bir direniş ve eylem momentinde adalet ve eşitlik kavramını kapitalist dünyanın maddi ilişkileri üzerinden kavramak gereklidir.

Kapitalist düzende adalet ilkesinden söz edilemez. Çünkü kapitalizmin özü sömürü (birinin kazanması, diğerinin kaybetmesi) ve özel mülkiyet (ilksel birikim ve mülksüzleşme) üzerine kuruludur. Kapitalist üretim ilişkileri farklı siyasal suretler altında dahi çok basit bir “hırsızlık” ilkesine dayanır. Kapital’in ilk cildinde dile getirildiği üzere yıl içerisinde oluşan artı ürünün karşılığı ödenmeksizin alındığı için çalıntı olan büyük bölümü sermaye olarak kullanılır. Artık-değere el konulması bir çalma eylemidir.

İşçilerin çığlıklarının altında ise son derece nesnel ve yadsınamaz bir hareket yasası bulunmaktadır. Marx’ın Kapital’in ilk cildine meta bölümü ile başlaması tesadüf değildir çünkü kapitalist üretim tarzı meta üretimi ve mübadelesi üzerine kuruludur. Bir metanın mübadele değeri, o metayı üretmek için gerekli olan, toplumsal olarak zorunlu ortalama emek süresinin miktarına bağlıdır. George Brenkert’in belirttiği üzere, bu, bilgi, teknoloji, üretimin coğrafi ve çevresel koşulları, toplumun tarihsel evreleriyle de belirlenir. Kapitalist, metaları insanları mutlu etmek, işçilere ekmek vermek, yığınların arzularını tatmin etmek amacıyla üretmez ve üretilmesini sağlamaz. Kapitalist, kâr elde etmek için üretir.

Kapitalistin kârının kaynağında işçiye ait başka bir meta bulunmaktadır: İşgücü. Marx’ın Kapital’de göstermeye çalıştığı şeylerden birisi tam olarak budur: İşgücü başka bir meta gibi kullanım-değeri ve mübadele-değerine sahiptir, kârın kaynağında da bu bulunur. İşgücünün mübadele değerini oluşturan saatlerin sayısı –zorunlu emek saatlerinin sayısı– işgücünün üretim yapabileceği saatlerin sayısından daha azdır. İşçi, üretim esnasında kendi işgücünü üretmek için harcadığı süreden daha uzun bir süre harcadığı için artı emek üretir. Ürünlerin değerini oluşturan emek olduğu için, işçi, bu fazla saatlerde çalışarak artık-değer üretir.

Kapitalist, işçinin işgücünü satın alırken, yemek ve mola saatlerini azaltarak işte geçen süreyi uzatır, normal bir işgünü sınırlarından daha fazlasını elde etmeye çalışır. Mutlak ve göreli artık değer sömürüsü yoğunlaşır. Kapitalist, sermaye ilişkisinin kişileşmiş formu olmasından ötürü kendi kendisine “oh, tamam, bu yeterli” gibi bir telkinde bulunmaz; artık-değer sömürü arayışını sürdürür ve daha fazlasını elde etmenin, birikim olanaklarını çoğaltmanın yollarını aramaya devam eder. Marx’ın yine Kapital’de belirttiği üzere kapitalist (dehümanize bir karakter kazanarak) işçinin yaşam koşullarını, “temiz hava ve gün ışığından yararlanması için gerekli zamanı” bile gasp eder. İşçinin bedensel ve sinirsel fizyolojik bütünlüğünü, yemek zamanından uyku sürelerine dek yaşamının her alanını disiplin altına almaya çalışır, örneğin “sağlıklı bir uyku yerini ertesi gün işbaşı yapmasına yetecek kadar uyuklamaya” bırakır. Kapitalist, işçinin ne kadar ezildiğini, hırpalandığını, acı çektiğini umursamaz.

Kapitalizmin varoluşunun bizzat adaletsiz oluşu, üzerinde yükseldiği artık-değer sömürüsüyle ilişkilidir. İktisadi alanı besleyen ve onun sürdürülebilirliğini garanti altına alan siyasal biçimler ise kapitalist devlet biçimi altında adaletsizliği her gün yeniden üretmeye devam eder. İşsizlik de, açlık da, pahalı olması nedeniyle tedavi olamamak da kapitalist üretim tarzının ‘doğal’ sonuçlarıdır. Sermaye birikimi olmadan varlığını devam ettiremeyecek olan sömürücü sınıflar, düzenin adalet üzerine kurulu olup olmadığı veya işsizlikten intihar edenler için adaletin tecelli etmesi gibi bir düşünce üzerine kafa yormazlar. Kapitalistlerin işçileri asgari ücretle veya sigorta gibi sistemle “korumasındaki” temel neden, işçinin ertesi gün işyerinde olmasını garanti altına almaktır. Yoksa aslında bir kapitalist için ideal ücret yazıyla sıfır, rakamla “0” ücrettir.

Kapitalizmin materyalist karakteri gereğince, patronların hukuki söylem aracılığıyla adalete ilişkin şu türlü beklentileri vardır: Özel mülklerinin  ve özel mülkiyet hakkının güvence altına alınması alınması, kapitalizm koşullarında ihalelerde “şeffaflık” ve tüm sermaye gruplarına “eşit” davranılması…

Bir işçi ile bir kapitalist arasındaki adalete ilişkin kavrayış farklılıklarının, adaletsizliğe karşı tepkilerin dışavurumundaki farkın kökeninde sınıfsal ayrışma bulunur. İşçinin, geçim mücadelesi veren bir ailenin ve işsiz bir kişinin adaletten anladığı ile yeni yatırım alanları bulmak zorunda olan bir kapitalistin adaletten anladığı farklıdır. Kurulu düzende adaletin ölçüsünü belirleyen ve adaleti uygulayan ise devlettir. Hukukun veya dini kurumların devletin ideolojik aygıtı olduğunu göz önünde bulundurursak, devletin sınıfsal karakterinin adalete ilişkin hukuki söylemi ve metafizik kavrayışları da şekillendireceği açıktır. Tam da bu aşamada bir işçinin protesto ve yardım için kendisini yakması veya sokak ortasında soyunması kurulu adalete doğrudan en büyük itirazdır.

Toplumda adaletsizliğe karşı olan tepkileri soğuran mekanizmalar eskisi gibi fonksiyonel olmaktan uzaklaşmaktadır. İşçilerin işyerlerinde örgütlenmesini engelleyen, grev gibi anayasal haklarını kısıtlayan, hak arayışlarını yasaklayan zorunlu devlet müdahaleleri işlevsizleşen soğurma mekanizmalarının yerini almaktadır ama bu da tek başına yeterli değildir. Kapitalist üretimin yol açtığı sorunlar biriktikçe örgütlü ve örgütsüz tepkiler de artmaktadır. Burada önemli olan bu tepkileri iktidarın sınıfsal karakterine doğru yoğunlaştıracak, isyan edenleri sınıfsal talepler etrafında  birleştirecek ve örgütleyecek bir odak oluşturabilmektir.


Yararlanılan kaynaklar:

Karl Marx, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt I, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, İstanbul: Yordam Kitap, 2011.

George G. Brenkert, Marx’ın Özgürlük Etiği, çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998.

Allen Wood, “The Marxian Critique of Justice”, Philosophy and Public Affairs, Cilt 1, 1972.

Kansu YILDIRIM