Kapitalizm, Akademi, Esneklik, Göç ve ‘Aşınan Karakterler’*

Eric Alliez ve Maurizio Lazzarato, Savaşlar ve Sermaye (Wars and Capital) başlıklı çalışmalarında, liberalizmin başından itibaren bir topyekün savaş felsefesi olduğunu belirtirler. Finansal olağanüstü hal (“istikrar uzlaşması”) ile siyasi olağanüstü halin (“güvenlik uzlaşması”) aynı paranın iki yüzü olduğunu vurgulayan yazarlar, dünya ekonomisini sürekli bozan ve yeniden yapılandıran savaşlar ile sermaye akımlarının, bu ikisini entegre eden devletler ile birlikte, çağdaş kapitalizmin varlığının, üretiminin ve yeniden üretimin koşulu olduğunun altını çizerler. Yazarlara göre savaş, para ve devlet kapitalizmin kurucu öğesi, yapı taşı ya da ontolojik gücüdür[2] ve “devlet tarafından dışarıda ya da ülke sınırları içinde yürütülen savaşlar olmaksızın sermaye biriktirmek mümkün değildir”.[3]

Alliez ve Lazzarato’nun yazdıklarının görünür olduğu çok sayıda zaman dilimi yaşadı Anadolu toprakları. Kürt meselesinin silahsız çözümü için kurulan “barış (görüşmeleri) masası”nın, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) parlamentoya 80 milletvekili gönderme hakkı da elde ettiği Haziran 2015 seçimlerinin ardından, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tarafından devrilmesiyle başlayan savaş bunlardan birisiydi örneğin. Bu savaşa, ‘yeni-Osmanlıcılık’ ve “komşularla sıfır sorun” hülyaları eşliğinde başlandığını, varılan yerin ise, ’sıfır komşu’ ve ‘yeni-Türkçülük’ olduğunu geçerken hatırlatalım, HDP genel başkanı Selahattin Demirtaş’ın aynı dönemlerde gerçekleştirdiği “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışını da unutmadan.

Devletin zoru, sermayenin zoru!

‘Yurdun bekası’ ve “kamu güvenliği”, yani “güvenlik uzlaşması” adına masanın devrilmesinin sonucu ise yıkılan kentler, vurulduğu yerde kalan ölü bedenler, kolluk güçlerinin duvar yazılamaları! eşliğinde darmadağın ettiği evler, engellenen sağlık hizmetleri ve hepsinden önemlisi, kaybedilen canlardı. Nitekim, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Şubat 2017 tarihli raporuna göre, güvenlik güçlerinin 1 Temmuz 2015 – Aralık 2016 tarihleri arasında yürüttüğü operasyonlarda iki bin kişi hayatını kaybetti.[4]

Bu korkunç atmosfer içerisinde karşımıza çıkan bir başka olgu da, yukarıdaki tablonun müsebbiplerinin, bir süre sonra, “Sür’ü Toledo yapmak”tan, yani yıktıkları kentlerde ilan ettikleri “siyasi olağanüstü hal”i, bu kentleri sermayenin daha fazla birikeceği şekilde inşa etmenin bir aracı olan “finansal olağanüstü hal” ile tamamlamak istemeleri olacaktı. Hiç unutmadığımız ‘devlet zorunu’, çoğu zaman gözden kaçırdığımız ‘sermayenin zoru’ ile tamamlayarak.

Aynı dönemlerde, Barış İçin Akademisyenler’in (BAK) 1128 imza ile ilan ettiği “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı metin de, devletin ve sermayenin zorunun yarattığı tahribata hayır diyenlerin sürece müdahale girişimizdi. Sonrası mı: 407 Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç, 88 işten çıkarma, 72 zorla istifa, 27 zorla emeklilik, 505 disiplin soruşturması, 70 gözaltı, 4 tutuklama, 548 terör örgütü propagandasından dava ve yüzlerce sürgün.[5]

Mafya liderleri, mafya liderlerine özenen devlet, parti ya da akademi! bürokratları, aşırı sağcı sosyal medya gurupları vb. kesimler tarafından yaratılan şiddet ve tüm bunları öylesine izleyen “çalışma arkadaşları” tarafından yaratılan ‘sessizlik’ tehdidi altında, kimileri ülkede kalmayı kimileri de yurtdışına gitmeyi tercih etti; ya da, kimileri gitmek kimileri de kalmak zorunda kaldı, genel bir eğilimin parçası olarak. Nitekim, Dünya Bilimler Akademisi bülteninin “Savaştan Kaçış – Risk Altındaki Bilim İnsanlarının Yolculuğu” başlığıyla yayımlanan özel sayısında Scholar Rescue Fund (SRF) yetkilileri, 2015 – 2017 yılları arasında kendilerine yapılan başvurularda yüzde 50 artış olduğunu ve bu başvuruların çoğunlukla Irak, Suriye, Türkiye, Yemen gibi ülkelerden geldiğini belirtiyor. Aynı yayında Scholar at Risk (SAR) yetkilileri ise, Haziran 2018 itibarıyla 831 olan başvuru sayısıyla en fazla başvurunun Türkiyeli akademisyenlerden geldiğinin altını çiziyor.[6]

Esneklik, belirsizlik, istikrarsızlık…

Richard Sennet, Karakter Aşınması’nda, geçmişte, savaş ya da açlık gibi büyük tarihsel olguların yarattığı belirsizliklerden/istikrarsızlıklardan farklı olarak, günümüzde belirsizliğin korkunç ve tarihi bir felaket olmadan da var olduğunu, kapitalizmin gündelik işleyişine sindiğini, bu bağlamda normalleştiğini vurgular.[7] Sennet, kitabın bir başka bölümünde, bar işletmeciliğinden vazgeçip bir firmada ücretli olarak çalışmaya başlayan Rose’un mutsuzluğunu “…sürekli sınandığını hissediyor; ama hiçbir zaman iyi mi yoksa kötü mü not aldığını bilemiyordu” sözleriyle aktarırken[8], kendi tanımıyla “yeni kapitalizmin” dinamiklerinden birisini şu sözlerle dile getirir:  “Yeni kapitalizmin esnek ve kısa vadeli zaman anlayışı, kişinin işinden anlamlı bir anlatı ve dolayısıyla bir kariyer oluşturmasını engelliyor. Ancak bu koşulların içinde bir süreklilik ve amaç hissi damıtmayı başaramamamız, boşuna yaşadığımız anlamına gelecektir”.[9] Sennet’in ifadeleri “gidenlerin” hikayelerini oldukça iyi özetler nitelikte: Esneklik, belirsizlik, istikrarsızlık.

Bir emek süreci olarak bilgi üretimi

Alexander Gallas, Küresel Emek Dergisi’nin (Global Labour Journal) “akademik emek” temalı ve Ocak 2018 tarihli sayısında kaleme aldığı “Akademide Güvencesiz Emeğin Yaygınlaşması” başlıklı editoryal yazısında, Roy Bhaskar’ın “bilim, amacı bilgi üretimi olan bir sosyal süreçtir” ifadesini aktardıktan sonra, bir iş ya da ya da üretim pratiği olan bilimsel etkinligin, diğer üretken faaliyetler gibi, beyin, kas, sinirleri ve eller aracılığıyla gerçekleştirilen; adı bilgi olan çıktıyı meydana getirmeye dönük bir üretim süreci olduğunun altını çizer. Üstelik, bu üretim faaliyeti, çoğu zaman, adı üniversite olan bir işyerinde gerçekleşen bir istihdam ilişkisine dayanmaktadır. Bu anlamda, emek gücünü satarak yaşayanların icra ettiği bir emek sürecidir bahsedilen ve akademisyen de, emek gücünü satarak yaşayan diğer emekçilerin yaşadığı bir çok süreci deneyimler. Dönemsel / esnek çalışma, düşük ücret, tanımı olmayan iş sözleşmeleri, devlet (ya da sermaye) baskısı, göç ya da sürgün gibi… Ve bunlara karşı mücadele eder.[10]

  • ABD’de süregiden “eğreti fakülte” tartışması,
  • Daimi / tam zamanlı kadronun neredeyse imkansız olduğu, genellikle kendi istihdamını yaratan bir akademik kadroya dayanan Almanya’da örgütlenmeye çalışılan iş güvencesi kampanyası,
  • Türkiye’de 50/D mücadelesinden, öğrenci asistanlık konusuna, özel üniversite çalışanlarının çalışma koşullarına dayıla bir dizi pratik,
  • Ve nihayetinde ‘sürgündeki (Türkiyeli) akademisyenlere’ kadar bir dizi olgu bu bağlamdaki örneklerden bazılarıdır.

Bu noktada, belki de bir ara sonuç olarak şunu belirtmek gerekiyor: Kalifiye göçmen işçiler olan ve bulundukları ülkelerde de öyle görülen ‘sürgündeki akademisyenler’, yaşadıkları ülkelerde, en az kendi ülkelerindeki kadar esnek olan bir akademik işgücü piyasasına eklemlenmeye çalışıyorlar. Maruz kalınan devlet ve sermaye zorunun yarattığı şok atlatıldıktan bir süre sonra  başlayan, başta dil olmak üzere, çeşitli “entegrasyon sorunları” eşliğinde ve hiç de göçmen dostu olmayan bir idari-bürokratik yapılanma içerisinde gerçekleşen bir “eklemlenme” çabası bu.

Akademi’de Güvencesizlik: ABD ve Almanya

Malum, kapitalist sistemin krize girdiği 1970’li yıllar sonrasında akademi de dahil olmak üzere, çok sayıda kurum neoliberalizm temelinde yeniden yapılanır. Metalaşma ve metalaşma olgusuna paralel giden esnekleşme bu yeniden yapılanmanın en önemli öğelerinden birisidir. Örneğin ABD’de 1975’te yüzde 45 olan tam zamanlı / daimi kadro sahibi akademik işgücünün oranı 2015’te yüzde 30’a geriler. Aynı süre zarfında, tam zamanlı çalışmakla birlikte daimi kadroya sahip olmayan akademisyenlerin oranı yüzde 34’ten yüzde 57’ye yükselirken, arada kalan boşluk çok daha esnek ve güvencesiz istihdam edilen lisans üstü öğrencilerle doldurulur. ABD’de 2015 yılında, öğretim üyelerinin güvencesiz pozisyonlara atanma oranı ise yüzde 70.[11]

Akademideki güvencesizliğin Almanya’daki boyutu daha az vahim değil. Almaya’da, Türkiye’deki karşılığı doçentlik ve profesörlük altı kadrolar olan orta düzey fakülte çalışanları, kamu üniversitelerinde doktoralarını tamamlamadan önce 6 yıl çalışabiliyorlar. Doktoradan sonra bir 6 yıl daha çalışma hakkına sahipler. Daimi pozisyon ise imkansız denebilecek kadar zor ve daimi bir kadroya sahip olmanın yegane yolu, profesörlük kadrosu almış olmak. Örneğin Almanya’da 45 yaşın altında olan orta düzey fakülte üyelerinin %93’u belirli süreli iş sözleşmesi ile çalışıyor. Profesörlük kadrosu almanın yollarından birisi, doktora sonrasında, Türkiye’de bir zamanlar varolan doçentlik tezine denk gelen ‘habilitasyon’ yapmak. Yani çalıştığınız konu ile ilgili bir kitap taslağı hazırlayacak kadar derinleşmek. Ancak, habilitasyon yaptığınız süre zarfında, ders vermek, öğrencilere danışmanlık yapmak, çalıştığınız kurumun araştırma projelerini yazmak ve yayın yapmak gibi mükellefiyetleriniz var. Öte yandan, profesörlük kadrosu almak da size iş güvencesi sağlamıyor; çünkü yukarıda bahsedilen 6+6 bittiğinde işiniz de bitmiş oluyor.  Tüm bunlar, Alman akademisinde çalışanlar arasındaki rekabetin de zeminini oluşturuyor. Bu rekabette rol oynayan bir başka faktör de doktora eğitimi için ayrılan kamu fonlarının artmasına rağmen, akademik kadroların aynı ölçüde artmıyor oluşu. Örneğin, doktorasını bitirenler içerisinde tam profesörlük elde edebilenlerin oranı yüzde 20.[12]

Alman akademisi feodaliteden kalan bir miras olan güçlü akademik hiyerarşi ile neoliberalizmin akademiye hediyesi olan “girişimci üniversite” kavramının eklemlendiği bir yapı. Üniversiteleri ‘girişimciliğe’ zorlayan faktörlerin başında ise devletin üniversitelere yaptığı öğrenci başı ödemenin son yıllardaki düşüşü. Bu düşüş, üniversitelerin, başta projeler olmak üzere, üçüncü taraflar tarafından sunulan kaynaklara yönelmesinde, dolayısıyla bilimsel faaliyetlerini bu kuruluşların gündemlerine göre yönlendirmesinde önemli rol oynuyor.  Örneğin Almanya’da, 2004 yılında yıllık 3.4 milyar Avro olan üçüncü taraflardan edinilen fon miktarı 2013 yılında 7.1 milyara ulaşmış durumda. Bu durum, üniversiteler arası fon rekabetini tetiklediği gibi, üniversitelerin personel politikaları üzerinde de önemli etkiye sahip. Üniversitelerin akademik personel yerine proje başvurularında ya da projelerin idari işlerinde çalışaçak personel istihdam etmesi ya da halihazırda güvencesiz çalışan akademik personeli, kendi işlerinin yanında bu işleri de yapmaya zorlaması / yönlendirmesi bu konudaki bazı örnekler.[13]

Sürgünde akademisyenlik ya da kalifiye göçmen işçilik!

Sürgüne düşmüş bir akademisyenseniz, bir yandan, en büyük öğesini oturma izni sorununun oluşturduğu göçmen karşıtı idari mevzuat ile mücadele ederek, diğer yandan da dil ya da akademik kültür farklılığından kaynaklı sorunlarla boğuşarak eklemlenmeye çalışırsınız bu esnek çalışma koşullarına. Sennet’in belirttiği üzere, hep sınandığınızı hissederek; ama notunuzu asla kestiremeyerek… Keza belirsizliğin en az olduğu nokta her an anımsadığınız göçmenliğinizdir. Örnek olsun, bir trafik cezası yediğinizde, akademisyen de olsanız, ilk düşündüğünüz şey cezanın hangi bankaya yatırılacağı değil, bunun oturma izninize etki edip etmeyeceğidir.

Oturma izni mi? Çoğu zaman, risk altındaki akademisyenleri destekleyen kuruluşların, aylar süren başvuru sürecinin ardından, başarınızın dışında birçok faktörün belirleyiciliği altında, bu kurumlarla ve evsahibi kurumlarla yapılan sayfalarca yazışma eşliğinde ve muazzam bir bürokrasi içinde sundukları burslardan oluşan gelirinize bağlıdır. O geliriniz (bursunuz) yoksa oturma izniniz de yoktur. Ya da o geliriniz kısa süreliyse, ev kiralama ihtimaliniz ya çok düşüktür ya da olması gerekenden yüksek kira ödemek zorundasınızdır. Ve bir de bakarsınız ki, onca zaman, tüm bunlar arasında; ama aynı zamanda “projeci akademisyen” olmakla “kalifiye göçmen işçi” olmak arasında bir denge tutturma çabasıyla geçip gitmiş. Bu noktada yeniden Sennet’e dönmekte fayda var. Karakter Aşınması’nın “Başarısızlık” bölümünde “…dertten kurtulmanın yolu vazgeçmektir.

Vazgeçmek ise nesnel gerçekliği bütün ağırlığı ile kabullenmek anlamına gelir”[14] der Sennet.

Yukarıda aktarılmaya çalışılan koşullar sonrasında sürgündeki akademisyenlerin kaçı akademiden ‘vazgeçecek’ ya da vazgeçmek zorunda kalacak bilinmez. Ama şurası açık ki, sürgündeki akademisyenler, doğrunun söylenmesi nedeniyle cennetten kovulmanın günahkâr olmakla aynı anlama gelmediğinin bilincinde. Günahkâr savaş tanrılarının akademiden ihraç etme, yok etme girişimlerine rağmen akademide kalmanın bir direniş olduğunun ayırdında; direnerek, örgütlenerek, Türkiye’de ya da bulundukları ülkelerde örgütlenen meslektaşlarının örgütlenme çabalarına omuz vererek yaşamaya devam ediyorlar. Barış için, “düşman”a inat”.

ODTÜ’lüler Bülteni, 287, 80 – 83.

[*] Bu metin, 5 – 9 Eylül (2018) tarihleri arasinda gerceklestirilen 13. Karaburun Bilim Kongresi’nde skype araciligiyla yapilan sözlü sunumun yazili versiyonudur.


[2] Alliez, E. ve Lazzarato, M. (2018) Wars and Capital, California: Semiotext(e).

[3] a.g.e., s. 15.

[4] Office of the United Nations High Commissioner for Human Rights (2017) “Report on the Human Rights Situation in South-East Turkey July 2015 to December 2016”, http://www.ohchr.org/Documents/Countries/TR/OHCHR_South-East_TurkeyReport_10 March 2017.pdf.

[5] BAK (2018) Barış için Akademisyenlere Yönelik Hak İhlalleri, https:// barisicinakademisyenler.net/node/314

[6] Newsletter, 2017, 29(2/3), https://twas.org/sites/default/files/twas_nl2-3_17_web.pdf

[7] Sennet, R. (2017) Karanter Aşınması, Çev: B. Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı, s. 32.

[8] a.g.e., s. 89.

[9] a.g.e., s. 140.

[10] Gallas, A. (2018) “Introduction: Proliferation of Precarious Labour in Academia”, Global Labour Journal, 9 (1), s. 69.

[11] Atkins, C. (2018) “Organizing the Academic Precariat in the United States” Global Labour Journal, 9 (1), 76 – 81.

[12] Gallas, A. (2018b) “Precarious Academic Labour in Germany: Termed Contracts and a New Berufsverbot”, Global Labour Journal, 9 (1), 92 – 102.

[13] a.g.e

[14] Sennet, a.g.e., 154

Tolga TÖREN