İmamoğlu Rüzgârı

Bir Ekrem İmamoğlu rüzgârıdır esiyor, umut dolu. Nazım Hikmet gibi oda güzel günler göreceğimizi sanıyor. Nazım vatandan uzak, fakirlik için de öldü. CHP’nin cephesinden bakıldığında, Nazım’ın tanıklık ettiği dönem, devletin en güzel günleriydi: Mustafa Kemal’in ölümünden sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti hem ekonomide, diplomaside, hem de Hukuk Devleti alanlarında dünyanın saygın ülkeleri arasındaydı. Asya dan uzattığı kısrak başını Avrupa’ya yöneltmişti. Karanlık geçmiş değil, aydınlık gelecek onu tanımlayacaktı.

Bireyler ve Kimlikler

CHP bu amaca ulaşmak için Osmanlı’nın din-u devlet denklemini birey ve toplum bileşenine dönüştürmek istedi. Bunun içinde toplum ve devleti bir araya getirmek istedi. Bu CHP’nin kuruluşundan beri onun en önemli amacı. CHP’nin cephesinden bakıldığında devlet-toplum ilişkisini güçlendirmek için demokrasi ve hukuk devletine geçiş gerekiyor. Buna birey-toplum ilişkilerini düzenlemede sosyal demokrasiye, uluslararası ilişkilerde Avrupa’ya yaklaşmakla, demokraside çok partili döneme geçişle ve hukuk alanında ise din ve etnik kimlikleri bir arada tutmaya çalışmakla uluşmak istedi. Ancak Türkiye bugün Avrupa Birliği üyesi değil. Demokrasiye, çok partili döneme geçiş bugüne kadar sağlanmış değil. Buna parti liderlerinin cezaevinde olması kuvvetli bir işaret. Hukuk devletinin önkoşulu olarak görülen birey, din ve diğer kimlikler ilişkisi hala siyasetin en çelişkili fayı. Günlük siyasette, CHP ne etnik, nede dini kimliklerin temsilcilerini onların arzu ettiği şekilde ve düzeyde içine çekebildi. CHP amacına ulaşmak için dönem dönem bu aktörlerden birine yaklaştı. Bu gerçeği Ecevit-Erbakan hükümetinde veya SHP ve HDP koalisyonunda görmek mümkün. Ama hiçbir dönem ikisine aynı anda yaklaşmayı denemedi, deneyemedi. CHP bu ara bu dönemden geçiyor. Kemal Kılıçdaroğlu, Muharrem İnce ve Ekrem İmamoğlu bu dönemin aktörleri.

Hak, Hukuk ve Demokrasi

Kılıçdaroğlu tam da Atatürk gibi bürokrasiden gelen elit bir siyaset adamı. Bu aktörleri Siyaset Mühendisi olarak tabir etmek lazım. Nizam-ül Mülk bu tiplemelerin ilk örneklerindendir. Bunlar, masa başında geliştirilen prensiplerle, planlarla, kurallarla hayatın değiştirilebileceğini bilen ve inanan insanlar. Kılıçdaroğlu, ideal yönetim anlayışında Hak ve Hukuk Devletini temsil eder. Hak ve Hukuk güç, ya da çoğunluğun değil, doğrunun, hakkaniyetin yönetmesi gerektiği anlayışıdır. Kılıçdaroğlu bu iddianın aktörü. Bu iddia onu siyaseten hem sosyal demokrasiye hem de demokratik hukuk devleti anlayışına yakın kılıyor.

Bunun tersine Muharrem İnce siyasi çizginin, veya siyasi bir partinin değil dostların, bir hareketin aktörü. Bunu sembolik olarak Muharrem İnce’nin traktöre, bisiklete binerek, şapka takarak, ya da bireylere dönük politik söylemleriyle Cumhurbaşkanı olma isteminde görmek mümkün. Bu kişiliklerin en önemli özellikleri karizmaları. İnce, CHP’nin en karizmatik ve aynı zamanda en tipik siyasetçilerinden; Laiklerle dost, Kürtlerle Cumhuriyetçi vatandaş, dindarla devletçi birey, Avrupalılarla ilerici Türk.

Buna karşın Ekrem İmamoğlu tam bir politika adamı. Günlük hengamenin, çelişkili ilişkilerinin girdabında da yürüyebilen biri. O, Kılıçdaroğlu’ nun tersine ve İnce gibi masa başında değil, sağa da, sokak da, günlük eylemde rüştünü gösterir. İmamoğlu gibi aktörleri Politika Ustaları olarak tabir edebiliriz ve bu kişilikleri Türkiye’de AKP lideri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan temsil ediyor. Erdoğan’ının en önemli karakteristiği taraf olabilmesi ve aynı zamanda Nicolas Machiavelli’nin değimiyle fortune’ye, Türkçesiyle talihe, kısmete inanması. Bu anlayışa göre, başarı günlük fırsatları değerlendirerek iktidarı güçlendirmektedir. Yine bu anlayışa göre, İktidar İyi ve Güzel içindir. Neyin İyi ve Güzel olduğuna ise çoğunluk karar verir. Çoğunluğa rağmen İyi ve Güzel diktatörlüktür. Diğer bir deyişle, bu kişilikler, son tahlilde Hak ve Hukuk, ya da evrensel doğrulardan değil de, çoğunluğu temsil etme gücünden, belli bir alanda çoğunluk olmaktan, bu anlamıyla demokrasiden güç alırlar.

Çıkarsamalar

Yazılandan, Kılıçdaroğlu’ nun Muharrem İnce’den sonra umudu İmamoğlu’na bağladığını çıkarmak mümkün. Bu anlayışa göre, Kılıçdaroğlu Hak ve Hukuk’u temsil edebiliyor, ama çoğunluğu arkasına alarak iktidar olabilmesi için İmamoğlu’na bel bağlamak zorunda. Yazılandan, CHP’nin başarılı olabilmesi için hem politikacı İmamoğlu, dost İnce ve hemde siyasetçi Kılıçdaroğlu’na ihtiyaç olduğunu da çıkarsamak mümkün. Yani, bu insanları farklı birey olarak değil de, farklılıklarıyla teke dönüşmüş bir bütün olarak düşünmek gerektiği. Diğer bir söylemle, İnce’nin başarısızlığını CHP’yle, İmamoğlu’nun başarısını ise Kılıçdaroğlu’nun öngörüsüne ve Kılıçdaroğlu’nun dehasını ise İmamoğlu kabiliyetiyle açıklamak. Son bir çıkarsama ise, CHP’nin başarısını İmamoğlu’nun liderliğinde görmek.

Ayrışımlar

Öncelikle, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu’suz da dindar kesime ve etnik guruplara yaklaşabildi. Hak ve Hukuk evrensel doğruların olduğu ilkesi üzerine kurulu. Yani Kılıçdaroğlu, bireylerin kimlikleriyle demokrasiye katılımından yana. Diğer yandan Kılıçdaroğlu şu gerçeği de görüyor: özellikle de günümüz Türkiye’sinde, politika bireylerin ve onların tercihleri üzerine değil, tarafların kimlikleri üzerine kurulu. Bu ise siyasi partileri ya etnisite yada dinden yana taraf olmaya zorluyor. Sosyolojik olarak dikey, sınıfsal değil, yatay ayrışım siyaseti belirliyor. HDP, MHP ve İyi Parti etnik kimlikler, AKP ve Saadet Partisi ise din kimliği üzerine kurulu. Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP laiklik kimliği üzerine kurulu, sosyal demokrasiye ve aynı zamanda her iki yatay patikaya yaklaşmak istiyor.

Buna karşın, İmamoğlu liderliğinde ki bir CHP evet MHP, İyi Parti, AKP ve Saadet Parti’ye seslenebilir, ama böyle bir CHP hem HDP’nin sosyal demokrat tabanını hem de CHP’nin laik kesimini kaybetmesi anlamına gelir. Daha net bir söylemle; İmamoğlu en fazla Erdoğan, AKP kadar kimlikler üzerinden politika yapabilir. Böyle bir yakınlaşma Erdoğan, AKP örneğinde de görüldüğü gibi yapısal olarak belki Demokrasiyi, Çoğulculuğu ama Hukuk’u geliştirmiyor. Devlet ve iktidar bir yandan, Demokrasi ve Hukuk diğer yandan farklı ayaklar üzerinde kalmaya devam eder. İmamoğlu, toplumdaki ayrışmalara, kamplaşmalara sosyolojik yeni bir çözüm üretemez.

Diğer bir değişle, ayrışımlar dan yola çıkarak türevlenen çıkarsamalar dere, nehir, göl ve deniz’in farklı dünyalarda olduğu varsayımı üzerine kurulu. Çünkü bu denklemler diğer partileri, güçleri, çevreleri, gelecekteki gelişmeleri, fortune’yi görmemezlik geliyorlar. Bunu İmamoğlu rüzgârında görmek mümkün; İmamoğlu’nun başarısını Kılıçdaroğlu’yla, CHP’yle açıklamak Erdoğan gerçeğini görmemezlikten gelmektir. Dolayısıyla en önemli çıkarsama, görülenin olduğu gibi, olanın ise görüldüğü gibi olmadığı. Can Yücel’in söylemiyle, bir ihtimal daha var.

Futbol Analojisi

Bu durumu futboldan bir örnekle açıklamak isterim. Bilindiği gibi, Manchester United teknik direktörü Ole Gunnar Solskjær teknik direktörlüğünün ilk günleri başarı ve umut doluydu. Ancak soru, bu başarının kime ait olduğu; eski teknik direktör José Mourinho’ya mı yoksamı yeni antrenör Solskjær mı? Futbol takım, strateji ve birey’ in tekleştiği bir sistem. Bu yönüyle siyasi partilere benzer. Her teknik direktör kendi takımı, stratejisi ve oyuncularıyla başarılı ya da başarısızdır. Parti liderleri gibi. Bu acıdan bakıldığında, Solskjær Manchester United teknik direktörlüğüne başladığında, döneminin oyuncuları José Mourinho’dan o kadar mutsuzdular ki, Mourinho’dan sonra gelen her teknik direktör Manchester United başarısının ilk adımıydı. Mourinho’nun gidişi, oyuncular ve kulüp için başlı başına bir başarıydı. Solskjær’in oyunculara “siz iyisiniz” demesi onları motive etmeye yetti. Mourinho’nun başarısızlığı Solskjær başarısı oldu. Oysa başarı, ilk günlerin motivasyonunu işe, aşa, zora, güce, ilişkilere, gollere, ödüllere, kupalara, üne, paraya vs. dönüştürülebilmektir. Yani, José Mourinho’nun gölgesinde başarılı olmak, zor değil. Zor olan, José Mourinho gibi ama José Mourinho olmaksızın, ona dönüşmeksizin başarılı olmak.

Sonuç

Futbol analojisini politikaya dökersek: İmamoğlu’nun ekonominin her geçen gün kötüye gittiği, siyasetin kutuplaştığı ve ne Erdoğan’nın kendisinin nede iktidarının tehdit altında olduğu bir seçimi kazanması zordu, ama özelliklede Kılıçdaroğlu’na sorsaydık, ihtimal dahilindeydi. Bu ihtimalin gerçekleşmiş olması, İmamoğlu’nun siyasetine bağlamak, onunla açıklamak zor. Siyasetin siyasetiz kazılır olma ihtimali ise, toplumu bir birey den diğerine götürür. Siyasetin dokusunun değişmediği ama siyasetçiler değiştiği bir ortadam da Hak, Hukuk ve Demokrasi karizmanın değişim birimine dönüşür. Bunu Türkiye’de özelliklede son yıllarda daha da bir merkeziyetçileşen devletin kendisinde, günümüzün devlet, kimlikler ve toplum anlayışında ve bireylerin siyasetçilerden beklentilerde görmek mümkün. Bu, kamu alanının kimlikler, yatay taraftarlıklar üzerinden şekillendiği, seçmenin evet/hayır dışında başka bir tepki verme olanağının olmadığı bir ortamda, demokrasiyi kitlelere seslenebilme, karar alabilme, alınan karaları hayata geçirebilme yetisiyle aynılaştırma güdüsüne dönüşüyor.

Buradan bakıldığın da, her toplumun, siyasi partinin ve hatta her kurumun Hak/Hukuk/Doğru, ve İyi/Güzel/Çoğunluk/Demokrasi ikilemine cevap verebildiği oranda başarılı olabildiği gerçeği. Dolayısıyla bunlar çelişki değil de, Alman Sosyolog Niklas Luhmann’ değimiyle iletişimin ve/veya adil kalkınmanın olmazsa olmazlarıdır. Bunun da ilk adımı, her şey de olduğu gibi, farklıkları bileşenleriyle ayrıştırabilmekte. Elma armut değil, ancak her ikisinde meyve. Siyaset politika değil, ama politikasız siyasette olmaz.

Yani, Hak, Hukuk ve Demokrasi mücadelesi toplumsallaştırılabilinen çıkarlar üzerinden bir araya gelebilme yetisidir. Bu ise siyasi ve/veya İtalyan siyaset bilimci Antonio Gramsci’nin önerdiği tip koalisyonlarla mümkün.

 

*Dr., Siyaset Bilimci