Hızıre Sata Tenge’yi (Dar Zamanların Hızırı)

Fatma, eÅŸi öldükten sonra Kameri Sadık ile evlenmiÅŸ, Hakk hariç hem kim yalnız kalmış, Pırrdo Sur’un tepesindeki Mazra’daki eve yerleÅŸmiÅŸ. Kameri Sadık’ın evinin salonundaki duvarında bin çiçekli halı, üstünde Ali, halı üstünde iki çifte çapraz asılıymış. Kameri Sadık çok cesur, çok acımasızmış. Fatma’nın yoksul mutfağında murad diye kankırmızı elmalar, ta kırkların meclisinde meydana atılmış kuru üzümler vardı. Ben ve Hatice, o eski eve vardığımızda yıl seksen iki, mevsim kıştı, evde Fatma-Kameri Sadık evliliÄŸinin meyvası, bizden büyük Sakina, bir de o gün Erzincan’a gitmiÅŸ Fehmi vardı. O gün, gece ansızın bastırdı, daÄŸda kurtlar hep bir ağızdan uuu, kapı önünde cesur köpek havhav dedi, Hatice aÄŸladı, ben korktum, Kameri Sadık sessizce duvardaki çifteye uzandı. Tahta kapının altında, kurtların, köpeÄŸin, kurbaÄŸanın, daÄŸdan gelen ve tüm sesleri bastıran rüzgârın sesi duyuluyordu. Fatma karanlıkta bize ÅŸefkâtle, korkmayın korkmayın dedi, ağır ellerini tahta kapıya çevirdi, bir kaç defa, Pısımlay Pısımlay, Ya Xızırê Sate Tenge*, ocağımızı karartma, bu karda-kışta kimsenin gözünü yol-yolakta bırakma, dedi. Xızır’ın adı, kulaklarımıza, ev içine, daÄŸa ulaşınca, önce Hatice, sonra kurtlar, sonra kapıdaki köpek, sonra kurbaÄŸalar, sonra öfkeli rüzgar, sustu. Hatice, ben, Sakina hep beraber güldük. O an kapı birden güm-güm dövüldü, başında kar, bıyığında buz, ayağında lekanlar, Erzincan’dan Fehmi, çıkıp geldi. Fatma, annemin masum annesi, Xızır dara düşenlerin sahibiydi.

Derler ki melekler, dara her düşenin Tanrı’yı deÄŸil Xızır’ı çağırmasından aşırı rahatsız olmuÅŸ, bazı insanların haÅŸa Tanrı’dan bile kuvvetli gördüğü bu kiÅŸiyi Tanrı’ya ÅŸikayete karar vermiÅŸ. Tanrı öfkelenmiÅŸ, Cebrail’i göndermiÅŸ, Xızır’ı getirtmiÅŸ, duyduklarım doÄŸru mu demiÅŸ, Xızır doÄŸrulamış ve o anda eliyle ani bir hareket yapmış. Tanrı ne yaptığını sormuÅŸ, Xızır, fırtınaya tutulan ve batmakta olan bir gemi benden yardım istedi, kurtardım demiÅŸ. Tanrı bakmış ki, bir gemi çarÅŸaf dalgalar içinde güvenle gidiyor, meleklerine dönmüş, Xızır serbesttir, istediÄŸini yapabilir, demiÅŸ. Xızır, o gün bugün ölümsüz olmuÅŸ.

İşte bu Xızır adına, o dağlardaki üşümüş yapayalnız komlarda, unutulmuş mezralarda, gaz lambasıyla aydınlanan evlerin duvarları kilimli odalarında her kış, dört hafta boyunca bir oruç tutulurmuş. Ocak ayının sonunda başlayan bu oruç Şubat sonunda bitermiş. Her aşiret ayrı bir haftada bu orucu tutarmış, çünkü Xızır hepsine ayrı tarihlerde misafir olmuş. Xızır orucu gün batınca değil, kararınca bozulurmuş. Xızır karda, fırtınada, karanlıkta darda kalanları kurtarmaya uğraşırmış. Bu yüzden onun gelmesi, sofrada hazır bulunması, orucun öylece açılması gerekirmiş.

Xızır her yerde, her dondaymış. Bizim o daÄŸlarda en çok delilerdeydi. Adına Sey Uşên derler, saç-sakal birbirine girmiÅŸ divane bir adam vardı. AÅŸk yüzünden aklını kaçırdığı, deli divane olduÄŸu söylenirdi. Bu kısa boylu, ocakzade fakir adam tek bir gün dilenmedi, tek bir defa karda üşümedi, bir tek gün yaz sıcağında çatlamadı. DaÄŸları, yolları, vadileri gezdi, yapayalnızdı. Ona eÅŸlik eden sadece kendi kendine söylediÄŸi Zazaca deyiÅŸlerdi. Halk ona Xızır dedi, duasını istedi, elini öptü, para verdi, o tek bir lira almadı. Kıyamadı bu adama halk, dili varmadı hiç kimsenin, ona KureyÅŸ’in Budelâsı adını verdi. Medeti, ÅŸifayı, kerameti ondan bekledi. Ölünce de heykelini dikti.

Xızır, hep fakirlerin yakarmasında, emanetinde, duasında varmış. Fakirlerin Xızır’ı da hep fakirmiÅŸ. Deliler, çocuklar, hastalar, yaÅŸlılar, kimliÄŸi bilinmeyen yolcular, hep bir umudun adıymış. Bu kiÅŸiler diledikleri vakit, kendilerine bedel yaratabilirler, diledikleri yerde görünürlermiÅŸ. Bir vakitte, yedi, on, yahut kırk yerde birden görünürmüş. Bedel yaratan, beÅŸeri huylarını Tanrıya tebdil eden bu kiÅŸilere, iÅŸte bu yüzden Ebdal veya Budelâ denmiÅŸ. Rum Abdallarından Kalenderi Abdallarına iÅŸte hep bunlarmış. Bizim, Xızır bilinen Budelâ Sey Uşên iÅŸte bu Abdallar geleneÄŸindenmiÅŸ.

Tarih boyunca bu topraklar, hep bir kurtarıcı beklemiÅŸ. Pir Sultan, Erdebil’in Güzel Åžah’ının gelmesini, Urum’a yürümesini, Osmanlı’nın tazyik siyasetine son vermesini, Ä°stanbul tahtına geçmesini, yeryüzünü kızıl taçların bürümesini bekliyor, Teber çekip ÅŸu maÄŸaradan dışarı, Çıkalım bakalım nic’olsa olsun, demiÅŸ. Kalender Çelebi’den Celâl’e, herkes Mehdi’yi beklermiÅŸ. Kimilerine göre Mehdi, On Ä°kinci Ä°mammış, o bir gün muhakkak zuhur edecek, o zaman yeryüzünde bir din kalacak, harp kalkacak, bir dil kabul edilecek, adalet yayılacak, herkes bir olacak, zulüm son bulacakmış.

Bu güzel, bu kanlı, bu zulüm, bu iyilik, bu kötülük dolu topraklar, yüceden yüce daÄŸlar, ıssız vadiler, uÄŸuldayan aÄŸaçlar, sesi bastırılmış ÅŸehirler, boÅŸ meydanlar, hocaları alınmış üniversiteler, koÄŸuÅŸları tıkabasa dolu hapishaneler, Xızır’a yine bir oruç tutulan bu haftalarda bir son hesaplaÅŸmaya hazırlanıyor, yine bir kurtarıcı bekliyor. Oysa ne Xızır, ne Mehdi, ne beklenen o on ikinci imam gelecek batından, canlı ve kanlı sıradan insanlar, öğrenciler, iÅŸten atılmış hocalar, tertemiz gençler, emeÄŸiyle yaÅŸayanlar, tıpkı dört yıl evvelin Haziran’ındaki gibi bir kere daha elbirliÄŸi edecek, fırtınaya tutulan gemiyi tutup çıkaracak karanlık sulardan, hep birlikte kuracak bir aydınlık ülkeyi.

BirGün, 18.2.2017

Hüseyin AYGÜN