“Gözyaşlarımızı ölülerimizin üstüne akıtmaya izin yok”
kriz
Türkiye agoni odasındadır. Evet, “her şey”; bireylerden kurumlara, örgütlerden siyasi partilere, kurumsal gibi olan her şey yok olmaya başlamıştır. Yok olmuştur. Aklımıza, aklınıza gelen ve gelmeyen “her şey” meşruiyetini, varoluş nedenini – varoluş gerçekliğini yitirmiş, hiçbir şey olma haklarını dahi kaybetmişlerdir. Buna sol’da dahildir. Bu gerçekle yüzleşilmeksizin “yeni” başlangıçlar, eskinin tekrarı ve bir dejavû durumu olmaktan öteye gidemeyecektir. “Yenilerek kaybolacaktır” bile diyemiyorum; yenilme fırsatı, şansı bile olmayacaktır!
Gezi’de tarihi bir şaşkınlık yaşayan sol ardından yıllarca ortalıkta görünememiş pandemi döneminde faşizan politikalara doğrudan ya da dolaylı yolla biat etmiştir. Dünya tarihinin en büyük ekonomik krizin yaşandığı, ülke insanlarının –sadece istatiksel değil- insanal olarak %80’inin yoksulluk-yoksuluk-açlık sınırının altında yaşadığı, %90’ının açıktan sömürüldüğü bir ülkede ortalıkta dahi görünememiştir. Bu geleneksel solun iflasının yadsınmaz bir doğrulanmasıdır.
Süresi, yönü/sonu belirsiz bir kriz yaşanıyor. (“Egemenler yönetemediği zaman devrim olur” ifadesi nostaljik bir söyleme dönüştü. Pandemide yönetemeden bile yönetebileceklerini öğrendiler.) Süregiden “krizin” geçmiş zaman -Gezi öncesi- ideologları tarafından tanımlananlardan çok ama çok farklı olacağının en azından, en azından içgüdüsel verilerine sahibiz! İçgüdülerini irade müdahalesi ile somutlayanlar krizden zaferle ve başı dik çıkacaklardır. Bu devrimdir. Er ya da geç olacaktır, ancak yinelenmek değil yenilenmek koşuluyla.
Çok fazla da söze, yazıya-çiziye gerek yok. Sözden çok eylemin zamanı. Eylem içinde sözün hızla anlamını yitirmesi ya da yetersiz kalması da zaten bu bağlamda krizin bir göstergesi değil mi. Krizin göstergelerinden biriside söze saplananların yok oluşu değil mi?
Kriz farklı bir doğuş için gerekli yok oluşun ölümün adıdır. Yeniden doğuş değil farklı bir doğuş!
Yalnızca devlet değil, “eskinin” üzerindeki her organizma bu yok oluştan payını alacaktır ve belki de “eskinin küllerine” bile gereksinim duyulmayacağı bir kaos, krizin mutlu sonunun yegâne habercisi olacaktır.
hugo haziran
“İç savaşta kıyamet parıltıları olur. İhtilaller birer sfenkstir. Bir barikattan geçen bir rüyadan geçmiş gibi hisseder kendini.”
*
Haziran’ın üzerinden daha günler geçmeden yazılıp çizilmeye başlandı; derin analizler eviriliyor çevriliyor. Kuşkusuz “yeni” bir şeyler söyleme iddiasında değilim. Burada, birkaç satırla da olsa Haziran’dan bana kalan heyecanımı, gözlemimi ve çıkarsamalarımı en azından kendimle, kendi tarihimle paylaşmayı da bu not defteri özelinde bir sorumluluk olarak addettiğimi söylemem gerekir.
“Sokak” hakkındaki görüşlerimin ve beklentilerimin doğrulanmasından haz aldığımı söylemek zorundayım. Artık sokağa bir adet “ve” eklendi. Haziran’da insanımız ve insanlığımız sokak gerçeğinin en net dışavurumu ile tanıştı. Kuşkusuz hazır değildi, şaşkındı. Ancak bu heyecanı yaşadı. Ve bu öylesine büyük bir heyecandı ki onu hiçbir zaman unutamayacağını öğrendi. (Umarım hoş bir anı olarak kalmaz bu unutulmazlık hali.) Bu bir bağımlılık ilişkisidir. Sokağa ait gerçekler bağımlılık yaratır! Hareketin, sokağın ve barikatın bireysel kinlerin örgütlenmesi için eşsiz olanaklar sunacağı görülmüş, öğrenilmiştir. Sokaklarda bihaber olunan sayısız Gavroche ile tanışılmıştır. Şimdi eski kuşaklara düşen görev “onların” önünde saygı ve coşkuyla eğilmek ve onların ve Gavroche’un bize vereceği görevleri yapmak üzere beklemektir. “Sokak” yeninin zaferi değildir yalnızca; eskinin derslerle dolu yenilgisinin de adı olmuştur.
Sokaklar savaşların direnerek ya da “direne direne” kazanılamayacağının ancak ve ancak savaşarak kazanılabileceğinin öğrenildiği yerler olmuştur.
“Gavrouche mutluluktan uçuyordu ve herkesi heveslendirmeye çalışıyordu. Geliyor, gidiyor, çıkıyor, iniyordu. Bir içgüdüsü mü vardı? Evet, sefalet. Kanatları mı? Evet, sevinci. Gavrouche fırtına gibiydi. Her an onu görüyor, her yerden sesini duyuyorlardı. Havayı dolduruyor her yanda beliriyordu. Onun bu heryerdeliği sıkıcı olmaya başlamıştı, ona durak yoktu. O büyük barikat onu sırtında hissediyordu. İpsiz sapsızları tedirgin ediyor, uyuşukları kışkırtıyor, yorulanları güçlendiriyordu. Düşünenlerin sabırlarını taşırıyordu fakat bazısını keyiflendiriyor, bazısını güçlendiriyor ve öfkelendiriyordu. Bir öğrenciyi eleştiriyor, bir işçiyi ısırıyor, duruyor, bekliyor ve tekrar oradan buradan seğirtiyordu… Gürültü ve gayretin üzerinde uçarak vızıldıyor, herkesi sarıyordu. Devrim isimli o posta arabasının sineği gibiydi. O sonsuz hareketlilik, onun o küçük kollarında ve küçük ciğerlerinde gibiydi…”
*
Sadece sokağa değil kin duygusunun değerine ilişkin inancımda güçlendi Haziran’da. Kin krizde beslenir; bireysel kinlerimizin birlikteliğinin nicel toplamının nerelere ulaşabileceğinin tahmin dahi edilemeyeceği görülmüştür. Kin duygusunun yüceliğine ve biricikliğine olan inancım ve öngörüm doğrulanmıştır.
Ne var ki Haziran sadece somut barikatları ve soyut kin duygusunu göstermekle kalmamış bunlardan bihaber örgütlerin, partilerin, sendikaların vesairelerin ve vesaire bireylerin ve vesaire aydınların, entelektüellerin ve okumuşlarında sonunu getirmiş onları toplu mezarlara neşeli şarkılarıyla defnetmiştir. Türkiye’nin “siyasi ölüler mezarlığı” (ve sol zombiler) epeyce bi kalabalıklaşmıştır!
“Böyle bir olgunun ortaya çıkması epey ağır sonuçlar doğurur. Acı öfkeyi doğurur, bu arada bolluk bereket içinde yaşayan sınıf, hiçbir şeyin ayrımında olmadan uyuduğu süre boyunca, şu zavallı sınıfların kinlerinden oluşan bir meşale, mutsuz ya da hatalı düşünen bir aklı tutuşturuyor ve onun bir kenara çekilip, toplumu incelemesine neden oluyordu. Kinin incelenmesi, ne müthiş şey!”
Eski okumaların yeniden okunması gerektiğini gösterdi Haziran. Ve bu okumalara ait yorum hakkının kimlerde olduğunu da. Eskilerde ve eskimişlerde olmadığını da. Kendi adıma, bende böyle bir hakka sahip olmadığımı düşünüyorum
*
“Bu hayattan hem daha fazla, hem de daha eksik bir etki. Barikattan kurtulan biri, yaşadıklarını bilemez. Orada müthiş bir zaman yaşanır fakat hatırlanmaz…
İnsan suretinde savaşçı düşüncelerle karşılaşıldı, beyinlerde gelecek ışıdı. Yere uzanmış cesetler ve ayakta hortlaklar görüldü. Zaman geçiyor, sonsuza değin sürecek kadar uzuyor, bitmiyordu. Ölümler yaşandı. Gölgeler gelip geçti. Kimdiler? Kana bulanmış eller vardı, sağır edici bir şamata ve korkunç bir sessizlik. İnsan bilinmeyen derinliklerin sızıntısına dokunduğunu hissederdi.”
Belki de en güzel olanı onun nereye gideceği konusundaki belirsizlikti. Örgütsüzlük büyük bir sorundu ancak hiç de paradoksal olmayan bir biçimde örgütsüzlük aynı zamanda onun muhteşem güzelliğiydi. KAOS işte budur, güzel olan…
Daha ötelere sıçrayabilmenin yollarından birinin de kimliksiz/kimlik bağlarından kurtulmuş siyasi coşku olduğunu gösterdi O.
*
“Bir barikatta duygular ve tutkular karışımı arasında her şey vardır: gözü karalık ve gençlik; onur, coşku ve ideal, inanç; kumarbazın inadı ve özellikle arada bir parlayan umutlar…”
toplum versus halk
Anımsadıklarımla devam ediyorum. Alabildiğine öznel ve neredeyse her satırında “daha önce de dediğim gibi” diyerek. Öznel okuma denen şey böyle oluyor herhalde.
“Toplumsal ilerleme” her ne demekse, ya da “devrim”, anlamını hiçbir zaman tümüyle öğrenemeyecek olsak da kesinlikle görülmesi gereken bir şey var, “orada” gördüğümüz gibi, halk hepsinin önündeki engeldir, halk tümünün düşmanıdır. Halk topluma karşıdır; toplum da halka karşı olmak zorundadır. Gördüklerim duyduklarım ve yaşadıklarım “iyi şeyler” söylememe engel oluyor. Halk sonuç itibariyle gerici otoriter irade(ler) tarafından oluşturulmuş bir besi yeridir; kötü’ye ait ne varsa her şeyin üretildiği bir besi yeri. Yegâne ideolojisi/fikri “toplum düşmanlığı”dır. Sahibinin/otoritenin hazlarına tutunmak başlıca yaşam amacıdır, hazzıdır. Tekrarla; halkın insan ve insanlığa, bireye ve topluma olan düşmanlığı Haziran’da bir kez daha görülmüştür. Kimilerinde var olan fetişizasyon çökmüştür; hala “halk” kavramıyla yürümeye çalışanlara diyecek bir sözüm yok. Ama beyinlerinin bir köşesinde “toplum versus halk” aforizmasına yer ayırmalarını da öneririm.
O zamanlarda sokakta olan halk değil toplumdur. (Halkın elinde palayla sokaktaki gençlere saldıran esnaf temsil eder.) Ülkeyi ve dünyayı sarsalayan ise sessiz çoğunluk denen sürü (=halk) değil “sesli azınlıktır”. Sesli azınlık ya da sesli toplum yığınların/sürünün bir hiç olduğunu büyük bir cesaretle göstermiştir. Ve bu durum kavramların bile ölümünü hızlandırmıştır.
Demokrasi kavramı bunların başında gelir ki artık bildiğimiz türde hiçbir “demokrasinin” hükmü kalmamıştır; sesli azınlık/toplum hiçbir demokrasi argümanına sığınmadan sessiz milyonları milyarları / sürüyü / koyun sürüsünden hiç de hallice iyi olmayan aksine topluma protein katkısı sunmaktan bile aciz sürüyü yönetecek güç, irade, cesaret ve akla sahip olduğunu göstermiştir.
Bildiğimiz yaşadığımız anlamda demokrasi faşizminin kaynağıdır. Görülmüştür. Ve sıkça tartışıldığı gibi ve garip bir sıklıkta “sol” tarafından gündeme getirildiği gibi seçim, faşizmin meşruluk argümanıdır.
O gücü, cesareti ve niteliği –aynı zamanda niceliği- ile olmuş ve olacak tüm seçimleri yok’a indirgemiştir. Bundan böyle olmuş ve olacak tüm seçimler yok hükmündedir. Koyunların ahmaklığı toplumun engeli olamaz. İnsanlığın yazgısının seçim adı verilen ahmaklıkla değil, yüzdelerle değil, sesli azınlık/ toplum iradesi tarafından ancak belirlenebileceğini Haziran küçük bir örnek vererek göstermiştir. Şimdi iş Haziran’ın tüm bir yaşama evrilmesini sağlamaktır.
Peki, Haziran’da “sınıfın” nerede olduğunu gören var mı? Ben bu süreçte “sınıfın” her benzer dönemde olduğu ve olacağı gibi –beklentimiz olmasın ki şaşırmayalım, beklentimiz olmasın ki strateji bu beklentisizliğe göre belirlensin- yerlerde süründüğünü –ağır kaçacağı için- söylemeyeceğim ama sokakta olmadığını, bizim tarafta olmadığını net bir şekilde söyleyebilirim.
Sokakta ve barikatta olan SINIFSIZ olandı, bu bağlamda MÜLKSÜZLÜK oradaydı. Bunun görülmesi gerekir. Yinede tekrar sorayım: sınıf neredeydi?
son bir nokta
Sokakta “etnisite ve kültürler de” yoktu; onlar ucuz bir çıkarcılık siyaseti için rejimin yanında yer almakta sakınca görmediler ve orada kaldılar.
Sokakta herhangi bir “kimliğin” olmaması; işte en önemli olan “şey” buydu.
Alıntılar, kolayca anlaşılabileceğini umduğum gibi, Victor Hugo – Sefiller- … İlk alıntı hariç!
- Dipnotlar – Tolga Ersoy - 1 Ocak 2025
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (5) - 21 Ekim 2024
- Çöküşe Rıza (s)10 - 3 Ekim 2024