Hayvan Kuramı – Eleştirel Bir Giriş

KAFESİN DIŞINDA DÜŞÜNMEK

Nénette, Théodora, Tamü ve Joey, Borneo orangutanları. Yaklaşık olarak, ağırlıkları 100 kg, boyları da 1.4 m. “Evleri” yağmur ormanlarında. Onlar “ormanın çocukları”.

Her yıl yarım milyon ziyaretçi, Paris’in merkezinde ikamet eden bu primatların ayrıntılı bilgilerini veren bir tabelanın önünde dikilir. Göreli olarak küçük bir hayvanat bahçesi olmasına rağmen, omurgasızlardan amfibyumlara, kuşlardan sürüngenlere, balıktan memelilere, aşağı yukarı 200 türe ait 1.800 hayvanı görme fırsatı sunar. İnsanların çoğunluğu için hayvanat bahçesi, yüksek ihtimalle başka türlü kanlı canlı göremeyecekleri bir dizi egzotik hayvanla karşılaşabilme imkânı anlamını taşır. Televizyonda, bilgisayar ekranında ya da bir kitabın sayfalarında hayvanlara bakmaktan farklı olarak, çevrili olan yerle dışarıda dikilen insan arasında duran tek şey cam ya da parmaklıklar ve hayvanın uzunluğuyla ağırlığı, yaşam çevresiyle boyu hakkında bilgi sunan tabeladır: Mavi zehirli ok kurbağaları 5 cm uzunluğundadır ve vatanları kuzey Brezilya’nın tropik ormanlarıdır; tek hörgüçlü develer 650 kg ağırlığında olup vatanları kuzey Afrika’yla güneydoğu Asya’nın çölleridir; kar leoparı 55 kg gelir, 1.30 m. uzunluğundadır, orta ve güney Asya’nın sıradağlarında yaşar; 30 cm’e 110 gr olan aksolotl[1], Meksika’nın Xochimilco Gölü’nü yurt bellemiştir. Ne var ki, aktarılan bütün bu bilgiye ve aradaki mesafenin azlığına rağmen, hayvanat bahçelerinde insanlarla hayvanların karşılaşmaları, çoğunlukla mesafe duygusu ve dikkat dağınıklığıyla maluldur. İçeride papağanlar fazlaca sakin tünemiş haldedir, tilkiler en uzak köşede toplanmış, küçük kara kaplumbağaları da camı tırmalamaktadır. Dışarıda biz bakış atar, işaret eder, çevrelenmiş bir alandan diğerine birbirimize sürtünerek hızla hareket ederiz. Orangutanlar bize arkalarını döner, biz de onlara…

1793’te kurulmuş olan Ménagerie du Jardin des Plantes dünyanın en eski halka açık hayvanat bahçesidir. Fransız Devrimi sırasında, aristokrasinin tekelinde olagelmiş özel egzotik hayvan koleksiyonlarına karşı bir muhalefet yeşermeye başlar. Hayvanların türlü çeşit özel koleksiyonlarda sergilenmesi, gösteri ve sirkleri dolaşmaları -bugüne değin birçoğu varlığını devam ettirse de- meşruiyetini kaybeder; bunların yerine, herkese açık, ücretsiz hayvanat bahçeleri anlayışı doğar. Yazar ve bitki-bilimci Saint-Pierreli Jacques-Henri Bernardin için bu gelişme, bilim insanları için hayvanların davranışlarını canlı canlı gözlemleyip onlar hakkında bilgi sahibi olma fırsatıyken; başkaları için egzotik canlıları evcilleştirme şansı, halkı eğitme fırsatı ya da ekonomik getiri sağlama aracıdır (Baratay ve Hardouin-Fugier 2003: 75). Egzotik hayvanların tutsaklığı, bundan böyle, seçkin bireylerin konumunu değil, sömürgeci kudretlerini sergileme arayışındaki şehir ve ulusları güçlendirmeye hizmet edecektir (Ritvo 1987: 232; Berger 2009: 31). Paris’teki başarının da etkisiyle, 19. yüzyıl boyunca Londra’dan Dublin’e, Amsterdam’dan Kopenhag’a, Berlin’den Brüksel’e büyük şehirlerde hayvanat bahçeleri kurulmaya başlar. Giriş ücretleri artar. Avrupa’da, 20. yüzyılın başında elli olan büyük hayvanat bahçelerinin sayısı, yüzyıl sonunda 300’ü geçecektir (çok daha fazla sayıdaki küçük hayvanat bahçeleri de hesaba katıldığında bu sayı çok daha yükseğe fırlar). Bu büyük hayvanat bahçeleri her yıl tahmini olarak 150 milyon ziyaretçiye ev sahipliği yapar (Baratay ve Hardouin-Fugier 2003: 230; 203). İrili ufaklı bu hayvanat bahçelerinin sayısındaki artış, başka kıtalarda da tekrarlanır. Günümüzde dünyada 10.000 civarında hayvanat bahçesi var ve her yıl tahmini olarak 700 milyon ziyaretçiyi çekiyorlar. Özel koleksiyonlardan halka açık hayvanat bahçelerine doğru yaşanan bu değişimle beraber, söz konusu mekânların amacı ve kapsamı da değişti. Tutsak hayvanların sınırlı yaşam süresi beklentisi, yüksek ölüm oranları, koşulların hayvanların davranışlarında değişiklik yarattığı fikri ve tekil hayvanları çalışmanın bütün bir türü doğru biçimde temsil edemeyeceği düşüncesi, bu mekânlara dönük bilimsel hevesi yavaş yavaş kırdı. Buraların, soy tükenmesi tehdidi altında olan türlerin korunmasına destek sağlayacağı ve hayvanların yeniden ait oldukları yaşam alanlarına döndürülecekleri fikri de genel olarak düşünülenden çok daha düşük bir başarı düzeyini yakaladı (Jamieson 2006: 139–40). Bu gibi bilimsel hedeflerde uğranan hayal kırıklığıyla beraber hayvanat bahçeleri, odaklarını halk eğitimi ve eğlencesine çevirdiler (Baratay ve Hardouin-Fugier 2003: 123; 131; 146).

Ne var ki, eğitim ve eğlence arayanlar için de hayvanat bahçelerinin hayal kırıklığı yarattığı yönünde bir kanı var. Kafeslerinin dışında sergilenen rakamlar ve veriler aracılığıyla hayvanlar hakkında ne öğreniyoruz? Hayvanat bahçesi ziyaretçileri her bir kapalı bölme önünde ortalama olarak otuz saniye ila iki dakika kadar kalıyorlar (Mullan ve Marvin 1999: 133; DeMello 2012: 111), bu kapalı bölmelerin yanındaki tabela ve etiketler büyük ölçüde okunmuyor (DeMello 2012: 109–10) ve hayvanat bahçesine gidenler, hayvanlar hakkında, hiç gitmeyenlerle benzer önyargıları sık sık sergiliyorlar (Jamieson 2006: s. 135). Hayvanat bahçesine yapılan ziyaretlerden gerçekten ne kadar zevk alıyoruz? Guardian yakın zamanlarda, yaz mevsiminde cuma geceleri 8-10 saatleri arasında yapılan ve web sayfasında “Londra’nın En Vahşi Gece Gezmesi!” olarak tanımlanan “Geç Saatlerde Hayvanat Bahçesi” sırasında, “alkolün sebebiyet verdiği olaylar” dolayısıyla, Londra Hayvanat Bahçesi’nin soruşturma altında olduğuna dair bir haber yaptı. “Bir ayının bir kaplanın üzerine fırlatılması, sarhoş bir kadının -habere göre- bir aslanın bölmesine girmeye çalışması ve bir adamın soyunarak penguen havuzuna girme girişiminde bulunması” gibi örnekleri içeren bu olaylar (Vaughan 2014) hayvanat bahçesi ziyaretlerinin davranışları için norm olmayabilir; ama hikâye, eğlendirme dürtüsünün hayvanların hayatları ve çıkarlarından soyutlanabileceği düzeye dair bilhassa tedirgin edici bir örnek sunuyor. Hayvanat bahçelerine yapılan daha aklı başında gündelik ziyaretler de çoğunlukla, John Berger’in ezber bozan denemesi Hayvanlara Niçin Bakarız’da tarif ettiği fenomen olan, sessiz sedasız bir hayal kırıklığı duygusuyla sonuçlanır:

Hayvanlar nadiren yetişkinlerin anılarıyla uyumludur ve çocuklara da pek çoğunlukla, beklenmedik biçimde uyuşuk ve sıkıcı görünürler. (Hayvanat bahçesinde hayvanların bağırtıları kadar sık duyulan, çocukların ağlamaları ve çığlıklarıdır: Nerede? Neden hareket etmiyor? Ölmüş mü?) Ve böylece, çoğu ziyaretçinin hissettiği ama her zaman ifade etmediği soru özetlenebilir: Neden bu hayvanlar benim varsaydığımdan daha azı? . . . Ziyaretçiler hayvanat bahçesini hayvanlara bakmak için ziyaret ederler. Bir sanat galerisini ziyaret eden ve bir tablonun önünde duran, sonra bir diğerine ya da bir diğerinden sonrakine ilerleyen insanlardan farksız biçimde, kafesten kafese ilerlerler. Ne var ki hayvanat bahçesinde görüntü her zaman yanlıştır. Odak dışına kaymış bir imaj gibi. Buna öylesine alışılmıştır ki, artık fark edilmez bile (2009: 33).

Berger, hayvanat bahçelerinde, sadece hayvanlarla karşılaşma biçimimizi değil aynı zamanda ne tür hayvanlarla karşılaştığımıza dair önemli bir soruyu da gündeme getirir. Zira “bu hayvanlara nasıl bakıyor olursanız olun, hayvan ister parmaklıkların tam karşısında dursun ister sizden bir adımdan daha az mesafede olsun, isterse insanların olduğu yere, dışarı doğru bakıyor olsun, mutlak olarak marjinal kılınmış bir şeye bakıyorsunuzdur ve ne kadar yoğunlaşırsanız yoğunlaşın, bu onu merkezlemeye asla yetmeyecektir” (s. 34). Hayvanat bahçelerinin sadece bilimsel faziletleri değil, aynı zamanda hayvanları eğitim ve eğlence amaçlarıyla tutmanın faydaları da abartılmıştır.

Halka açık hayvanat bahçelerinin ortaya çıkışının hem insanların hayvanlara duyduğu ilgiyi hem de hayvan sömürüsünü karakterize etmesinden bir paradoks doğar. Jacques Derrida, bu gibi hayvanat bahçeleri aynı zamanda sorunlu iktidar yapıları üzerinde temellenmeye devam ederken, nasıl olup da “Jardin des Plantes’a hayran” kalabildiği (2009: 275) üzerine düşündüğü The Beast and the Sovereign’de [Hayvan ve Egemen] bunun bir açıklamasını getirir:

lüks ve faydasız harcamalardan, tüketilen hayvanlardan yararlı hayvanlara, canlı ve kârlı bir hayvanat bahçesine geçiş yapılır: bilgi için faydalı ama aynı zamanda ekonomi için . . . kârlı. . . hayvanat bahçesinin, hayvan-bilimsel [zoolojik] bahçenin ve genel olarak hayvan-biliminin bu reformunda – . . . sirklerin ve özel evlerin reformundan bahsetmeye gerek bile yok-, . . . hükmedici ve egemen iktidarın; evcilleştirme, hayvan kuramı eğitimi, hayvan yetiştiriciliği . . . . (yakalama, avlama, yetiştirme, ticaret ve kapatma yoluyla) hayvanlara sahip olunması, temellük edilmesi ve mülkiyete geçirilmesi ve bunun gibi birçok yöntemini [görürüz]  (s. 283).

Özel koleksiyondan halka açık hayvanat bahçesine geçiş, hayvan sömürüsüne dikkat çekmede başarısız kalmıştır, çünkü ikincisinin “gerçekliği”, “modelin yapıbozumu” olmaksızın “ortadan kaldırılmıştır”. Derrida bu modeli “otopsik” olarak adlandırır: Bu modelde insan-olmayan hayatlar nötralize edilip nesneleştirilir, hayvanlar “yaşamdan arındırılır”; model, “kapatma, hareket serbestisinden ve dolayısıyla özgürlükten, güçten, görme ve bilme gücünden, belli sınırların ötesine sahip olabilme yetisinden ve dolayısıyla egemenlikten yoksun bırakma”ya dayalıdır (s. 296; 300). Derrida’nın hayvanlık durumuna uzun soluklu ilgisi ve özellikle The Animal That Therefore I Am [Hayvan Dolayısıyla Ben] [2] gibi daha sonraki çalışmalarıyla The Beast and the Sovereign’in her iki cildi, bu iktidar ilişkilerini yapıbozuma uğratmanın, kuramsal modellerimizde esaslı bir dönüşümü zorunlu kılan bir iş olduğunu zengin örneklerle gösterir. Hayvan koleksiyonunun özel alandan kamusal alana “devrimsel” geçişi, hayvanların daha iyi muamele görmesi yönünde bir değişim yaratmamış ya da insanla hayvan arasındaki varsayılan ayrıma dair bir itirazı beraberinde getirmemiştir, çünkü bu geçişe, bir düşüncede devrim yeteri ölçüde eşlik etmemiştir.

Hayvan Kuramı, özel olarak hayvanat bahçeleri hakkında bir kitap olmaktan ziyade, düşünce dünyamızda birçok hayvanla yaşadığımız karşılaşmalara dair bir kitap. Hayvanat bahçesi ziyaretleri, modern dünyada hayvanlarla karşılaşma biçimlerimize ve bu gibi karşılaşmalar sırasında ne düşünüp ne düşünmediğimize dair önemli soruları beraberinde getirdiği için anlamlı. Zira insanlarla hayvanlar arasında –hayvanat bahçesinde olsun, gündelik deneyimlerimizi paylaştığımız evcil hayvanlar ya da masalarımıza gelen etle olsun– insanların sahip olduğu düşünülen türden yeterlilikler ya da değerden hayvanların yoksun olduğuna ilişkin düşüncenin uzun bir tarihi var. İnsanların çoğunluğu hayvanat bahçesinden, insanlarla hayvanlar arasındaki ayrıma dair varsayımları ciddi biçimde değişmeksizin ayrılır. Fakat tür bariyerini esasta yaratan, (bizim) insanlığımız ile (onların) hayvanlığı arasındaki kapatılamaz farktan –bu fark her ne ise– ziyade, bizatihi karşılaşmanın doğasıdır. Hayvanat bahçelerinde, insan olmayan hayvanlarla insan ziyaretçiler arasında duranlar –rakamlar ve veriler, cam duvarlar ve parmaklıklar– bir tarafında insanlar tarafından yakalanmış, kategorize edilmiş ve kafese kapatılmış insan olmayan hayvanların durduğu bu gibi türler arası karşılaşmaların asimetrisini sembolik ve maddi olarak işaretler. Hayvanları ve hayvanlık durumunu kuramsallaştırma girişimlerine dönecek olursak, bu kitap, bu apaçık bölünmenin arasında olanı araştırmaktadır. Hayvanlarla hayatın içindeki karşılaşmalarımızı daha iyi anlayabilmek için düşünce dünyamızda hayvanlarla karşılaşmalarımızın asimetrik doğasını daha iyi kavramayı amaçlamaktadır.