Hapishanedeki sanatçı

Yılmaz Çelik, Munzurların tam altındaki Pulur mıntıkasındaki Kedek’ten, bir kaç senedir yüzünü görmediği, çok uzaklarda işçilik yapan babası tarafından alınıp İsviçre’ye götürüldüğünde henüz on yaşındaydı. Anasından öğrendiği dil Kırmancki idi.

Ayrıldığı köyünde tek bildiği gökyüzünü kaplayan o sessiz dağ, göz alabildiğince uzun ova ve bir zamanlar kan kırmızı akmış o mavi ırmaktı, bir de dağlardan esen o serin rüzgarın uğultusu. Vardığı yerde dev binalar, tertemiz otobanlar, parlak ve gıcırtılı tren rayları, tepeden tırnağa makineleşmiş bir şehir vardı. Burada Munzur’a benzeyen dağlar olsa da on yaşındaki Yılmaz memleketini bir gün bile unutmadı. Fransızca, Almanca, İngilizce öğreneceğini, bu dillerdeki melodilerle köyünden koparılışının travmasını iyileştireceğini bilemezdi.

Babasının sesi güzeldi, düğünlerde söylerdi, bir de dostlar meclisinde. Yılmaz babadan o damarı aldı, ilk çalışmasını İsviçre’de yayımladığında on sekizinde değildi.

Dağı, ırmağı, rüzgarı, suyu ve ağacı bir çırpıda okudu, içinde altı yedi senede birikmiş ne varsa, bir selamla gönderdi ayrıldığı toprağa. O demden bu deme, on altısından ellisine, tam otuz beş senedir Kırmancki-Tırki türküler, kılamlar, ağıtlar okuyor Yılmaz.

Bu kılamlar, türküler, acılı sesler, son iki senedir kurduğu Domone Dersim adlı Kırmancki söyleyen çocuklar korosu, korkuttu malum birilerini, ona gecikmeden bir kumpas kurdular, kollarında polisler, alıp götürüp Xarput Hapishanesi’ne attılar bu defa. Yaşı ellilerin başındaydı, görüşçüsünden ilk istediği şey, günlerdir teline vurmadığı bağlamasıydı.

Her ülkenin sanatçısı vardır, her bölgenin, her şehrin, bu sonunculara nedense yerel adı verilmiştir.

Her dilin sanatçısı var, resmi dilin, inkâr edilmişin, yok olmanın eşiğindeki, oksjjen çadırındaki dilin sanatçısı var. Dünyada son konuşucusu kalmış bir dil düşünün, onun bile bir sanatçısı var, o son konuşucudur sanatçı, ıslık çalabilir o dille.

Sanatçılar çağdaş ülkelerde baş üstünde tutulurlar. Onlar, coşku ve umudun hikâyesini yaparlar. Topluma moral verirler, ülkenin işgali anında direnişi, doğal bir felakette dayanışmayı, normal bir zamanda iyiliği ve güzelliği anlatırlar. Medeni uluslar, siyasi liderlerinden çok, yetiştirdikleri sanatçılarıyla övünürler.

Bir kaç aydır Xarput Hapishanesi’nde sessizce yatmakta olan Yılmaz Çelik’i içeri atanlar, bununla yetinmediler; koğuşunu dağıtmak, fotoğraflarına el koymak, notlarını yerlere atmayı rutinleştirdiler; görüşçülerine bin bir türlü eziyetler etmeye yeltendiler. Ona bunu yapanlar, iki yüz elli gündür açlık grevi yapan Grup Yorum’dan İbrahim’e daha büyük eziyetler etmekteler.

Ülkenin üstünü karanlık bir perdeyle örtme peşindeler; övünecek tek bir tane sanatçıları yok, müzisyenleri, şairleri, yazarları, gazetecileri, edebiyatçıları, aydınları yok. Yirmi yılda ülkeyi çöle çevirdiler, dişiyle tırnağıyla ve uzun yıllar içinde olgunlaşmış sanatçıları hapislerde çürütmektir tek sanatları. Ama şairin dediği gibi, çürüyen diş, dökülen et gibi yıkılıp gidecekler, yakındır o günler.

 

Hüseyin AYGÜN