Gökyüzünden Yeryüzüne İndirilen İnsan ve Bilinç

Giriş

Bu çalışma, A.Ü Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Anabilimdalı lisans üstü programı 2015-2016 öğretim yılı güz dönemi Siyasal Metinler-I dersi için hazırlanmıştır.

Çalışmanının temel problemi K. Marx ve F. Engelsin ortak çalışmaları olan Alman İdeolojisi  temelinde K. Marx’ın Genel olarak Alman idealizmi, özel olarak ise bu idealizmin temsilcilerinden Feuerbach’ı eleştirisi üzerine yazılmış 11 tezinin ikincisi olan ve tezde konu edildiği şekilde Marx’ın tartışmaya açtığı biliniç ve bilinçli eylem kavramlarını ele almaktadır. Çalışmanın ilk başlığı olan Alman İdealizmi ve Marx’ın Eleştirisinin Temel Dayanakları başlıklı bölümde Marx’ın genç Hegelcilerden kopuşu ve Alman idealizmine dair eleştirilerinin temel dayanakları aktarılmaktadır. Gökyüzünden Yeryüzüne İndirilen İnsan ve Bilinç başlıklı bölümde Marx’ın alternatif “bilinçli” insanı konu edilirken devamında yer alan Bilinç Bulanıklaşıyor  başlığı altında kapitalist üretim ilişkileri içinde yabancılaşan insanın gerçekliğe dair bulanıklaşan bilincine odaklanılıyor. İdeoloji, Pozitif mi Negatif mi? Bölümünde ise ideolojinin farklı tanımları üzerinden Marx’ın ideolojiyi kavrayışı ve Gramsci’ye atıfla pozitif bir ideoloji kavrayışı olarak Hegemonyadan söz edilmektedir. Devrim Bir Zorunluk mu Sonuç mu?  Başlığı ise Marx’ın bu soruya verdiği yanıtı içeriyor.

Çalışmanın sınırlılığı tüm bu sorulara yalnızca Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi adlı çalışmaları temelinde yanıt aramaya çalışırken, zamanın kısıtlılığı nedeniyle yan okumalarda da sınırlı kaynak taranarak çalışılmasından kaynaklanmaktadır. 

Alman İdealizmi ve Marx’ın Eleştirisinin Temel Dayanakları

Marx ve Engelsin 1845-46 arasında tamamladıkları ortak çalışmaları olan “Alman İdeolojisi” hem materyalist tarih anlayışı olarak bilinmeye başlayacak olan tarih anlayışını, hem de Genç Hegelcilerin idealizmine karşı güçlü bir polemik olur. Marx’ın bu çalışmalarında Hegeli ve Feuerbach’ı dönüştürmesi Genç Hegelcilerle kopuşunu kaçınılmaz hale getirir. Marx’ın ‘Feuerbach Üzerine Tezlerini’ anlamayı kolaylaştırması açısından için bu kopuşa biraz daha yakından bakmak yararlı olacaktır.

1840’lı yıllarda ortaya çıkan ve Genç Hegelciler olarak bilinen Alman entellektüeller grubu Hegelci diyalektiği mutlaktan ayırıyor ancak bunu ne anlama geldiği noktasında birbirlerinden ayrılıyorlardı. Örneğin Bruno Bauer Mutlak Tinin insanın öz-bilinci için bir metafordan ibaret olduğunu iddia ediyordu. Bu anlamda Hegelin mutlak idealizmini, tarihi, ‘bilinç biçimlerinin birbirini izlemesi’ olarak kavrayan öznel idealizmin bir biçimiyle değiştiriyordu. Buna karşılık Feuerbach 19. Yüzyılın ortalarında Alman entellektüel kültüründe giderek etkili olmaya başlayan doğalcı materyalizmde temellenen yeni bir Hegel eleştirisi geliştiryordu. Feuerbach’ta bu eleştirinin araçları daha sonradan Marx’ın da devralacağı ‘evirme’ ve ‘yabancılaşma’ kavramlarıdır. Bu eleştiri değişik din biçimlerinin tamamen insanî olan güçleri yabancı ve kurgusal varlıklara aktardıklarını savunur. Feuerbach bu süreci bir ‘evirme’ süreci yani tarihin etkin ve yaratıcı öznesinin yüklem statüsüne indirilidiği ve bağımlı hale gelidiği bir süreç olarak ele alır. Bir başka ifadeyle aslında insan, kendi kurgusu olan Tanrının yaratısı konumuna gelir. Feuerbach bu evrilmenin yeniden evrilerek, insanın yeniden kendini bu sürercin gerçek öznesi olarak  kurması gerektiğini vurguluyordu. Ancak Feuerbach’ın ‘türsel varlık’ olarak kavramlaştırdığı öznesi, özünün temel nesnesi olan doğayla birliği ve bu birlik içinde ona olan bağımlılığıyla edilgen bir yapıdadır. Bununla da kalmaz Feuerbach’ın ‘türsel varlığı’ aklından çok duyu ve duygularına yaslanan bir özne olarak betimlenir. Böyle anlaşıldığında ‘türsel varlık’ soyut ve belirsizdir. Marx’ın klasik ekonomi Politik okumalarını içeren ilk temel çalışması 1844 İktisadî ve Felsefî  el yazmalarında ‘türsel varlık’ kavramını bu defa kökten farklı bir içerikle kullanır. Marx da insanların doğa ile olan ilişkilerini çok önemser ancak bu ilişki insanların çevrelerini dönüştürmelerini sağlayan üretici etkinlikleriyle tanımlanan etkin bir ilişkidir (Callinicos; 2013 :132-135).

1840’lı yıllarda yazılan bu yazıların geliştirdiği, inançlar ile temsiller ve toplumsal ilişkiler ile kurumlar arasındaki ilişkiye yönelik yeni görüş, düşüncelerin yalnızca doğrulıklarına göre değil yerine getirecekleri toplumsal rollere göre de değerlendirilmesi gerektiği fikrini içerir (Callinicos; 2013: 135-136). Marx ve Engels’in “Alman ideolojisi” adlı çalışması Marx’ın “Feuerbach Üzeirne Tezler”ile açılır[1]. Feuerbach Üzerine Tezlerde Marx hem Feuerbach’ın hem de öncesindeki materyalizmin tamamının edilgen, seyirci karakterini ve insanın pratik eleştirel etkinliğinin göz ardı edilişini temel bir problem olarak ortaya koyar:

(…) Gökyüzünden yeryüzüne inen Alman felsefesinin tam tersine, burada yeryüzünden gökyüzüne çıkılmaktadır. Yani etten ve kemikten insanlara ulaşmak için, ne insanların söylediklerinden, hayal ettiklerinden, kavradıklarından ne de anlatılanlardan yola çıkılır; aksine bu yaşam sürecinin ideolojik yankı ve yansımaları , gerçek faal insanlardan yola çıkarak ve onların kendi yaşam süreçleri temelinde ortaya konur (Marx; 2013).

Marx’ta bu perspektif yani, kurgusal olmayan ve  insanların pratik gelişim sürecinin pratik etkinlikleri içinde izinin sürüldüğü alan pozitif bilimin başladığı gerçek alandır. Alman ideolojisinde tarihsel materyalizmin başlangıç yöntemine ilişkin bu metinler belirgin bir tarihsel durumla belirlenmiş bireyler ve onların eylemi olan bu olguların “amprik gözlemi”ni içerir. Bununla birlikte olguları gösteren gözlemler aynı zamanda toplumsal ve siyasal yapı ile üretim arasındaki bağlantı noktalarını da  işaret eder ( Cottier; 2000:78).

Gökyüzünden Yeryüzüne İndirilen İnsan ve Bilinç

İnsana  tarihsel bir özne değil de soyut bir kavram olarak yaklaşan Feuerbach’ın aksine Marx, insanî özün gerçekte bir toplumsal ilişkiler bütünü olduğu tezini ortaya koyar. Peki Marx’la gökyüzünden yeryüzüne inen insanın bilincine, düşünce yapısına ve bu yapının yansıması olan fikirlerine dair ne söylenebilir? Marx “Feuerbach Üzerine Tezleri”nin ikincisinde şöyele der:

İnsan düşüncesinde nesnel hakikatın payı olup olmadığı, teorik değil pratik bir sorundur. İnsan hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya ait oluşunu pratikte kanıtlamak zorundadır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçek dışılığı üzerine yürütülen tartışma tamamıyle skolastik bir sorundur (Marx; 2013 s:15).

 Marx’ın bilince materyalist bir içerik kazandırdığı bu tezinde düşünce kendi gerçekliğinin ispatını pratikte yapar. Tezin temel iddialarından ilki, gerçekliğe ilişkin edinilen bilginin teorik plandan pratik plana taşınması gerekliliğidir. Bu tezde hakikata giren terimler deterministtir: Gerçeklik, güç ve bu dünyaya ait oluş. Reel olana uygun olan  gerçeklik, eylemden türer ve gücünü praksisten alır (Cottier; 2000:75). Yani Düşüncenin kendisi pratiğin bir formudur. Düşünme gerçek beşeri bir eylemdir. Marx, Feuerbach’ın esas olarak ‘durağan ve mekanik materyalizmini’, kullandığı yaklaşım nedeniyle, ‘şeyin, gerçekliğin, duyusallığın, duyusal beşeri etkinlik/pratik olarak, öznel olarak değil yalnızca derin düşünce biçiminde algılandığı’ için eleştirir (Ransome; 2011: 156).

Gramsci Marx’ın tarihsel materyalizmine ilişkin şunları yazar:

Marx’la birlikte tarih, fikirlerin ruhun, tekil ya da birleşmiş bireylerin bilinçli etkinliğinin alanı olmaya devam eder. Ancak fikirler, ruh maddî temele kavuşur, keyfiliklerini yitirirler; onlar artık kurgusal dinsel ya da sosyolojik soyutlamalar değildir. Onların özü ekonomidedir, pratik etkinliktedir, üretim ve mübadele sistemleriyle ilişkilerindedir. Olup bittiği kadarıyla tarih salt pratik (ekonomik ve ahlakî) etkinliktir.[2]

Marx Alman idealizminde soyutlanmış insanı yeryüzüne bilinçlendirerek indirir. Düşsel bir yalıtılmışlık ve sabitlikten, belirli tarihsel koşullar içinde, gerçek, ampirik olarak kanıtlanabilir ve gelişim süreçleri içindeki insana geçilir. Marx ‘bilinci’ tek bir ayrım ya da adımla tanımlamaz. Marx’a göre bilinç insanı hayvandan ayıran temel özelliklerinden biridir. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz kendilerini hayvanlardan ayırır. İnsanların çevrelerini dönüştürme zorunluluğu kendi fiziksel yapılarından kaynaklanır ve insanlar kendi geçim araçlarını üretirken dolaylı olarak kendi maddî yaşamlarını da üretirler. Bireylerin gerçekleştirdikleri belirli bir faaliyet biçimi hayatlarını ifade etmelerinin bir biçimidir yani bir yaşam tarzıdır. Buradan devamla bireylerin yaşam tarzlarını ortaya koyuş biçimleri onların ne oldukları, ne ürettikleri ve nasıl ürettikleri ile de örtüşür (Marx; 2013: 30). Marx’a göre fikirlerin, tasavvurların ve bilincin üretimi başlangıçta insanların maddî faaliyetiyle ve aralarındaki temaslarla yani ‘yaşamın diliyle’ doğrudan ilişkilidir. Düşünme ve insanlar arası zihinsel ilişkiler onların maddî davranışlarının dolaysız ürünleridir. Bununla birlikte insanların maddî üretimleri ve devamında da temasları genişledikçe kendi gerçek dünyalarının yanısıra düşüncelerini ve düşüncelerinin ürünlerini de değiştirirler, kısacası Marx’ın ifadesiyle “yaşamı belirleyen bilinç değil bilinci belirleyen yaşamdır.” (Marx; 2013: 34-35). Tüm bunlardan hareketle, Marx’ın bir soyutlama düzeyinde ‘bilinci’ bir kendinde şey değil, bir süreç olarak tanımladığı söylenebilir. Zira Ollman’ın ifadesiyle Marx’ın soyutlamaları şeyler değil süreçlerdir.[3] Bilinç ölü bir olgu değil yaşamla içi içe geçmiş toplumsal bir üründür (Marx; 2013: 38).

Bilinç Bulanıklaşıyor

Ancak bu ilişkinin bilinçte çarpıklaştığı ve bilinci anlam kaymalarıyla erozyana uğrattığı bir an vardır. Bilincin bulanıklaşması Alman İdeolojisinde üç momentte; üretim gücü, toplumun durumu ve bilincin birbirleriyle çelişmesiyle başlar. Kast edilen ise artan işbölümü ile birlikte, zihinsel ve maddî etkinliğin, üretim ile tüketimin, eğlence ile çalışmanın eşitsiz bölüşümüdür. Bu eşitsiz bölüşüm insan bilincini değişikliğe uğratır.  Eagleton’ın aktardığı şekliyle Marx 1844 Eknomi ve Felsefe El Yazmaları adlı eserinde Alman İdeolojisinde yapılandırmaya başladığı ideoloji ve yabancılaşma kuramını genişletir. Buna göre Marx bazı toplumsal koşullarda insanî güç, ürün ve öznenin beşerî öznenin kontrolünden çıktığını ve sanki özerk bir varoluşu varmış gibi görünmeye başladığını öne sürer; böylece insanlar aslında kendi etkinliklerinin ürünü olan şeylere kendilerine yabancı bir güçmüş gibi teslim olurlar (Eagleton; 2011: 103). Daha açık ifade etmek gerekirse, üretim ilişkilerinin asimetrisi ve üretimin eşitsiz bölüşümü yabancılaşan öznenin bilincini de bulanıklaştırır. Bir kez daha Marx ‘yalnış bilincin’ hatalı düşünmenin veya düşünsel sürecin kendine özgü özelliklerinin sonucu olmadığını, daha çok gerçek dünyadaki fiilî toplumsal çelişkilerin doğrudan bir sonucu olduğunu vurgulama gereği duyar. Marx’a göre bütün düşüncelerin pratik üzerinden açıklanması gerektiği için, bütün düşünce koleksyonlarının ya da ideolojilerin de aynı şekilde açıklanması gerekir (Ransome; 2011: 156).

Bilinç asla bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz; insanların varlığı da onların gerçek yaşam süreçleridir. Eğer bütün ideolojilerde insanlar ve onların ilişkileri bir camera obscuradaki gibi baş aşağı duruyor görünüyorsa, bu olguda tıpkı nesnelerin gözün ağ tabakası üzerinde ters çevrilmesininonların doğrudan fiziksel yaşam süreçlerinden ileri gelmesi gibi insanların tarihsel süreçlerinden ileri gelir (Marx; 2013: 35).

Marx şeylerin neden değiştiği üzerinde çalışmamıştır, çünkü bu yaklaşım, değişimin şeylere dışsal olduğunu varsayar. Değişimi her zaman şeylerin bir parçası olarak gören Marxın araştırdığı temel sorun şeylerin nasıl ve ne zaman ve neye doğru değiştiğidir (Ollman; 2015: 58). Dolayısı ile Marx yalnış bilincin (ideoloji) tarihsel nedenlerine ve işlevlerine bakar (Eagleton; 2011: 105).  Marx Yalnış bilincin (İdeoloji) üretimini şöyle açıklar : Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir. Yani toplumun maddî egemen gücü olan sınıf aynı zamanda egemen fikrî güçtür. Maddî üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf bu sayede zihinsel üretim araçları üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de, genel olarak kendine tabi kılar. Yine bu sınıfın düşünce üreticileri kendi çağlarının düşünce üretimini ve yayılımını düzenlerler.[4]

Öyle ise buradan hareketle bilginin gelişiminin de eşitsiz, sınıfsal ve ekonomik çıkarlar doğrultusunda geliştiği düşünülebilir. Başka bir deyişle Marx’ın bilgi biçimleri ile toplum arasında diyalektik değil fonksyonel bir ilişkiye işaret ettiği söylenebilir. Bunula birlikte Marxta ideoloji ekonomik ve sınıfsal çıkarlarla doğrudan ilişkili bir gölge fenomendir; ideolojinin işlevi çelişkileri gizleyen, toplumsal ilişkileri mistifiye eden ve görünümler dünyasını fetişleştiren bir işlevdir. Swingewood’un Marx’tan alıntıladığı şekliyle: Görünüş ile gerçeklik her zaman çakıssaydı bütün bilim gereksiz hale gelirdi. Toplum biliminin görevi tam da temeldeki biçimleri, görünümler yasasını doğuran toplumun yapılarını keşfedip analiz etmekte yatmaktadır (Swingewood; 2010: 84-85)

İdeoloji, Pozitif mi? Negatif mi?

Feuerbach üzerine II. Tezde konu edildiği şekliyle bilinç ve ideoloji sorunsalına geri dönülecek olursak, bilinç (yeniden üretici veya devrimci) pratik tarafından belirleniyorsa sınırlı veya çelişkili pratik, sınırlı veya çarpıtılmış bilinç biçimlerine yol açacaktır. Düşünce, bilinci temsil eden bir araçsa o zaman düşünce ya gerçekliğin doğru ve ‘gerçek’ bir temsilini sunabilir ya da çarpıtılmış ve ‘yanıltıcı’ bir temsilini. Burada iki problemden söz ötemek gerekiyor. İlk olarak bütün bireyler kendi fiziksel eylemlerinin ve deneyimlerinin düşünsel yorumunu doğal olarak inşa ettiklerine göre, düşüncelerle genel olarak düşünce bileşimlerini ve düşüncelerle ideolojik olan bileşimleri birbirinden ayırmak gerekir. Marx’ın savına göre bir düşüncenin ideolojik olup olmadığını anlamanın en etkili yolu o düşüncenin asıl kaynağı olan maddî dünyaya bakmaktır. Düşünce gerçek dünyanın kesinlikle doğru bir temsilini sunuyorsa o zaman onun ideolojik olmadığı söylenebilir. Ama dünyayı yalnış temsil ediyorsa, o zaman bu dünyaya ilişkin eksik ya da ideolojik bir kavrayış/açıklama olarak nitelendirilebilir. İkinci olarak, hem işçiler hem  kapitalistler dünyaya ilişkin ideolojik anlayışlar geliştirdiğine göre ve işçi sınıfı ideolojisinin bazı yönlerden burjuva ideolojisinden daha pozitif olduğu yönünde bir varsayım olduğuna göre, bir ideolojiye pozitif dolayısıyla topluma yararlı, veya negatif dolayısı ile toplumu ayrıştırıcı gözüyle bakmamızı sağlayacak ölçütü belirlememiz gerekir. Yine Marx’ın savunduğu üzere, pozitif ideolojiyle negatif ideoloji arasındaki en önemli fark; ‘negatif’ ideolojinin toplumun belli bir grubunun özel çıkarlarını destekleme eğilimi ile, ‘pozitif’ ideolojilerin amacının tümel çıkarları desteklemesidir. Dolayısı ile negatif burjuva ideolojisi ile pozitif işçi sınıfı ideolojisinin arasındaki temel fark birinicisinin azınlığının çıkarlarını temsil etmesiyken ikincisinin çoğunluğun çıkarlarını temsil etmesidir. Kısacası ileri sürülen şey şudur: Kapitalizimde, çarpıtılmış düşünceler ya da ideolojiler yalnızca avantajlı azınlığın çıkarlarına hizmet etme eğiliminde olur (Ransome; 2011: S:158-160).

Marx’ın ideoloji kavramının çok boyutlandırılmış sonraki hallerinden biri olarak Gramsci’nin ideoloji kavrayışı, ideolojiyle ilintilendirilen olumsuz yan anlamları ortadan kaldırır. Bir devrim stratejisi geliştirme çabası olarak değerlendirilebilecek ideoloji kavramı olarak kullanılan hegemonya terimi, iktidarı elde etmek ve bırakmak istemeyen her toplumsal grubun sahip olması gereken dünya görüşünün tanımlamanın bir yolu olarak ortaya çıkar (Ransome; 2011: 171) Gramsci ‘siyasal’ yani negatif ideolojiyi Praksis felsefesinde tersine çevirerek pozitif yani olumlu bir kavrama dönüştürür. Croce’nin tanımladığı biçimiyle siyasal ideolojiler pratik yapılardır ve önderliğin enstrumanlarından biridir. Siyasal ideolojiler için söylenebilecek bir diğer şey ise, bu ideolojilerin yönetilenler açısından onları aldatmaya yarayan bir illüzyon oldukları, yönetenler açısından ise bilerek ve isteyerek gerçekleştirilen bir aldatmaya hizmet etmeleridir. Oysa Praksis felsefesine ilişkin ideolojiler ise siyasal mücadeleye ilişkin nedenlerden ötürü keyfî olmaktan bütünüyle uzaktır. Hegemonya, yönetilenleri düşünsel açıdan yönetenlerden bağımsız kılmak için  dönüştürücü praksiste bir uğraktır. Gramsci praksis felsefesinin kendisini de bir üst yapı olarak değerlendirir. Bu üst yapısal alanda belirli toplumsal gruplar, kendi toplumsal varlıklarının, oluşlarının, kendi güçlerinin ve görevlerinin bilincine varırlar (Forgacs; 2010: 239). Gramsci ideolojilerin pejoratif bir anlam kazandığının farkındadır ancak bunun bir anlam kaymasından kaynaklandığını düşünür(Ransome; 2011: 172) :

(…) Bana öyle geliyorki ideolojilerin değerini değerlendirmedeki bir yanılgı öğesi, hem belli bir yapının üst yapısına, hem de tikel bireylerin lafazanlıklarına arızî olmaktan uzak bir şekilde, ideoloji adının verilmesinden kaynaklanmaktadır. Kelime bu kötü anlamıyla yaygınlaşmış, sonuçda da ideolloji kavramının kuramsal analizi değişikliğe uğramış ve gerçek doğası bozulmuştur. Bu yanılgıya yol açan süreç kolaylıkla yeniden inşa edilebilir.[5] 

Gramscinin perspektifinden, tarihsel açıdan verili bir yapı için zorunlu olan organik ideolojilerle, keyfî, ussalcı ve istenilen biçimde kurulan ideolojiler arasında bir ayrım yapmak zorunluluğu vardır. İdeolojiler tarihsel açıdan zorunlu oldukları ölçüde bir geçerliliğe sahip olurlar; insan kitlelerini örgütlerler ve kendi mücadelelerine ilişkin bilince ulaştıkları alanı oluştururlar (Forgacks; 2011: 243,Gramsci; SPN 376-377). Gramsci için toplumsal yapının bütüncül kavranışına ulaşmak, yalnızca kapitalist toplumun ekonomik göstergelerinin de doğruladığı eşitsizliklerin farkına varmaya ve üstesinden gelmeye değil, aynı zamanda siyasal ve ideolojik pratikleri de içeren toplumsal pratiğin diğer alanlarını da anlamaya bağlıdır.

Marx’ın Feuerbach üzerine II. tezinde ‘insan’ın hakikati yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya ait oluşunu, pratikte kanıtlaması gerektiği tezi Gramsci’nin hegemonya fikriyle ilişkilendirilebilir. İlk olarak Hegemonya aslında bir mücedele sürecidir, ikincisi hegemonyanın temsilcileri bilinçli ve düşünce üreten kimselerdir; dolayısı ile hegemonya toplumsal öznelerin denetiminin ötesinde mistik bir metafizik güç değil; gerçek bireyler tarafından bilfiil yaratılır korunur ve yeniden üretilir. Üçüncüsü hegemonya bilinçli bir zihinsel etkinliktir. Derinlemesine düşünme ve sentez sürecini içerir ki bu süreç maddî gerçekliğin daha fazla anlaşılmasına ve siyasal starteji ve eylemin yeni bir biçiminin gelişmesine öncülük eder. Bu anlamda hegemonya bir praksis biçimidir (Ransome; 2011:176). İradenin pratiğe taşınmasıdır:

Marxist anlamda irade hedeflere ilişkin farkındalık demektir, bu da kişinin kendi gücünün tam bilgisi ve onu eylemde ifade etme aracı demektir. Dolayısı ile irade, her şeyden önce sınıfın belirgin ve  kendileşmiş olması, kendi özgül amaçları doğrultusunda sıkıca örgütlenmesi ve disiplin altına girmesi demektir.

Devrim, Bir Zorunluluk mu? Sonuç mu?

Eğer tarihsel yaşamın gerçek kaynağı fikirler ise yanlış fikirlerin yerine doğru olanları yerleştirme mücadelesi vererek toplumun değişebileceğini tasavvur etmek mümkündür. Tam da bu Marx ve Engelsin reddettiği rasyonalizm-idealizm bileşimidir. Onlara göre toplumsal yanılsamaların kökleri gerçek çelişkilerde yatar ve bu nedenle toplumsal yanılsamalar, çelişkileri dönüştürmeye yönelik pratik etkinlik ile ortadan kaldırılabilir. Dolayısı ile materyalist bir ideoloji kuramı devrimci bir siyasetten ayrı düşünülemez (Eagleton; 2011: 105). Ancak Marx Alman ideolojisinde komünizmin oluşturulması gereken bir durum olmadığını, günümüz koşullarını ortadan kaldıran gerçek  hareketi komünizm olarak niteler. Marx’a göre bu hareketin koşulları bugün mevcut olan öncüllerinden doğmaktadır.[6]

Ollman’ın da ifede ettiği şekliyle[7], Marx ısrarla komünizmin kapitalizmin içinde “gizlenmiş” bir şekilde var olduğunu ifade etmekte ve kendi analiziyle de bunu açığa çıkarabilmektedir. Her ne kadar sosyalizm ve komünizm üzerine tek bir çalışma yapmasa bile onun küçük veya büyük eseri yoktur ki bize  sosyalist bir geleceğin neye benzeyeceği konusunda ip uçları sunmasın :

Bireyin gerçek entellektüel zenginliği tamamen onun gerçek işkilerinin zenginliğine bağlıdır. Tek tek bireyler ancak bu yolla çeşitli ulusal ve yerel engellerden özgürleşecek (entelektüel üretim de dahil olmak üzere) bütün dünyanın üretimiyle pratik ilişki içine girecek, tüm yeryüzünün bu her yönlü üretiminden (insanın yaratımları) yararlanma yeteneğine kavuşacak konuma gelecektir. Bireylerin evrensel tarihsel el birliğinin ilk doğal biçimi olan her bakımdan bağımlılığı bu komünist devrim yoluyla, insanların birbirleriyle etkilşimlerinden doğan bugüne dek kendilerine tamamen yabancı görüp korktukları ve boyun eğdikleri güçler üzerindeki denetime ve bilinçli egemenliğe dönüşecektir[8].

Öyle ise devrim bir “zorunluluk” değil kapitalizmin çelişkilerinin içinden geçerek varılacak nihaî noktadır.  Marx tarafından haritalandırılmış bir çıkış yolunda ilerlenecek ve “gerçekliğe” doğru yürünecekse, praksis bu yolu kat edebilmenin tek koşulu olarak görünmektedir.


[1] Bkz. Marx, K; Engels, F. Alman İdeolojisi (2013);(Çev)Ok, T; Geridönmez, O. Evrensel Basım Yayın. S:15

[2]  Forgacs, D. (2010). Gramsci Kitabı Seçme Yazılar 1916-1935. Dipnot Yay. S:45-46

[3] Bkz. Ollman, B., & Saraçoğlu, C. (2015). Diyalektiğin dansı: Marx’ın yönteminde adımlar. Yordam Kitap (S:61).

[4] Bkz Marx, K., & Engels, F. (2014). Alman ideolojisi. Evrensel Basım Yayın (S:52).

[5] Forgacs, D. (2010). Gramsci Kitabı Seçme Yazılar 1916-1935. S: 243 Gramsci; SPN, 367-377.

[6] Bkz. Marx, K., & Engels, F. (2014). Alman ideolojisi. Evrensel Basım Yayın. S: 43.

[7] Ollman, B., & Saraçoğlu, C. (2015). Diyalektiğin dansı: Marx’ın yönteminde adımlar. Yordam Kitap. S:195

[8] Bkz. Marx, K., & Engels, F. (2014). Alman ideolojisi. Evrensel Basım Yayın. S: 44.