Faşizm ve Kadınlar

“Kadınların ne varoluşu vardır,
ne de özü. Onlar yoktur;
hiçliktirler.” [2]

AKP’li yazar Ömer Turan geçenlerde şöyle bir dizi tweet atmıştı:
“Türkler çocuk yapsın, yoksa 40 senede Anadolu’da azınlık olacaklar. Erdoğan’ın üç çocuk ısrarı boşuna değil. Erdoğan bu tehlikeyi gördü… Türk milliyetçisi kızlara, kadınlara sesleniyorum: slogan atmayın gidin bol çocuk yapın. Sonra da onları Müslüman Türk şuuruyla yetiştirin… Şu aşamada en büyük Türk milliyetçiliği bol çocuk yapmak. Aile başına en az 4 çocuk olmalı. Yoksa Anadolu’daki Türk varlığı tehlikede… Alttan deist, agnostik, Kürtçü, LGBTsever bir operasyon kuşağı geliyor. Devlet şimdiden hazırlık yapmazsa bu kuşak devletin anasını ağlatır”[3]

İkinci Dünya Savaşı Avrupa faşizmiyle ne muhteşem bir rezonans, değil mi?

Biraz Hitler, Mussolini ve hempalarını yad edelim mi?

20. Yüzyıl Faşizminin Doğurganlık Saplantısı

Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ndeki vekili Rudolf Hess Führer’in görüşlerini şöyle yankılandırıyordu: “Bir kadının toplumuna yapabileceği en büyük hizmet, ulusun hayatta kalmasını sağlayacak, ırksal açıdan sağlıklı çocukları dünyaya getirmektir.”[4]

Ve “Il Duce”, 1927 Ekim’inde kendisini ziyaret eden Faşist Parti kadın kolları üyelerine şöyle sesleniyordu: “Evlerinize dönün ve kadınlara doğuma ihtiyacım olduğunu söyleyin. Bol bol doğursunlar.”[5]

“Ulusun selameti adına bol ve ‘safkan’ çocuklar doğurma: 20. yüzyıl ortaları faşizmin “ulusun kadınları”na yönelik birincil beklentisi, buydu. Ve faşizm, yüzyıl ortalarında bu beklentiyi karşılayacak bir dizi politikayı harekete geçirdi.

İtalya’da doğurganlık-yanlısı vurgu, Mussolini’nin söylemine 1920’lerin ikinci yarısında dahil olur. Mussolini 1927’deki bir söylevinde İtalya’daki doğurganlık oranlarının 1886’da binde 39’dan, 1926’da 27’ye düştüğünden yakınmakta, “hedonizm ve ahlâksal korkaklık alt edilmedikçe”, bu düşüşün daha da devam edeceği konusunda uyarmaktadır. Bir Alman yazarı sözünü bizzat Duçe’nin yazdığı kitabında doğum oranlarındaki düşüşten kadınların özgürleşmesini sorumlu tutarken, 20. yüzyıl Avrupalı faşistlerinin ortak duygusuna tercüman olmaktadır adeta. İtalyan faşistleri Slav, Britanya ve Fransız İmparatorlukları, Rus, Çinli, hatta Alman nüfusunun İtalya’yı geride bırakmasından rahatsızdırlar.

Bu bağlamda, her türlü doğum kontrol aracının satışı, 1926’da “kamu ahlâkına aykırılık” gerekçesiyle yasaklanır. 1931’de bir adım daha atılarak birini doğumu önlemeye teşvik, İtalyan Ceza yasası kapsamında cezaya tabi bir suç sayılacaktır. Kürtaj yaptıran kadınların ise beş yıla kadar hapisle cezalandırılması öngörülmektedir.

1925’te kurulan Anne ve Bebek Ulusal Ajansı “aile bağlarını en yüksek ölçüde güçlendirme” hedefini güdüyordu: görevleri arasında doğum-öncesi ve sonrası bakımı iyileştirmek üzere annelik merkezlerini kurmak, bekâr anne adaylarına yardımcı olmak bulunuyordu. Ajans, her yıl, “Ana ve Çocuk Günü” ilan edilen Noel günlerinde yeni evlenenlere, çocuk sahibi olanlara ve çocuklarını sağlıklı yetiştirenlere parasal ödüller dağıtmaktaydı…

Yanısıra, faşizm öncesi dönemden devralınan analık sigortasının kapsamı genişletilirken, çocuklu çiftlere kamu konutlarında öncelik tanınması, devlet memurlarına (1929) ve işçilere aile desteği (1934) gibi teşvikler nüfus politikasını desteklemek üzere devreye sokuldu. 1928’de çok çocuklu ailelere vergi indirimleri getirilecek, ertesi yıl kamu personeli istihdamında evli ve çocuklu erkeklere öncelik tanınmaya başlanacaktı. 1936-37’de aile yardımlarının kapsamı genişletilirken, “İtalya ailelerinin kurulmasını teşvik” amacıyla kredi uygulamasına geçildi: Çiftler birinci çocukları doğduğunda kredinin yüzde 10’unu, ikinci çocuklarında yüzde 20’sini, üçüncüde yüzde 30’unu ve dördüncü ve daha fazla çocuk dünyaya getirdiklerinde yüzde 40’ını geri ödemekten muaf tutulacaklardı. (Durham, 1998: 10)

Nüfusunun önemli bir bölümünü besleyemeyen, kırsal kesimde yoğun bir toprak sıkıntısı hissedilen ve 1920’de uygulamaya sokulan kotaya dek ABD’ye önemli miktarda göç vermiş bir ülke için, ilginç bir nüfus politikası! Mussolini’nin nüfus takıntısı, 1926-27 ekonomik krizinde tek eğlencesi çocuk yapmak olan İtalyan kırsal yoksullarının dikkatini kriz ve (ABD kapıları göçe kapandıktan sonra kentlere yönelen kırsal nüfus) işsizliğ(in)e karşı bir oyalama taktiği olarak değerlendirilmektedir. (de Grazia, 1992: 41-42)

Yine onca teşvik, işe yaramamışa benziyor: 1931-35 arasında binde 24 olan doğum oranı, 1936-40 arasında binde 23.4’e düşecekti. (Durham, 1998: 10)

“Çok çocuk” takıntısı, Nazi Almanyası’nda ise, “ırkın saflığı”na ilişkin öjenik kaygılara eklemlenir.[6]

Nazilerin iktidara geçer geçmez uygulamaya koyuldukları ilk önlemlerden biri, evlenmeyi düşünen çiftlere destek için, kadının çalışmaktan vazgeçmesi koşuluyla (koca adayına) faizsiz kredi verilmesini öngören Haziran 1933 tarihli “İşsizliği Önleme Yasası”ydı. Kredilerin yüzde 1’lik dilimler hâlinde aylık olarak geri ödenmesi öngörülüyordu; ilk çocuk doğduğunda kredinin yüzde 25’lik dilimi geri ödemeden muaf hâle gelecek, izleyen doğumlarda aynı oranda bağışıklığa yol açacaktı. Ancak hemen belirtmeli: bu kredi “herkes” için değildi: rejim muhalifleri, kalıtsal hastalık ya da kusurları olanlar krediden yararlanamıyordu!

Evlilik kredilerinin yanısıra, rejim çocuklu aileler için vergi bağışıklığı, aile yardımları gibi malî teşvikler ile ana-çocuk sağlığı kliniklerinin sayısını arttırma gayreti içine girdi. 1939’un Anneler Günü’nde dört ya da daha çok çocuk sahibi Aryen annelere Alman Analık madalyaları dağıtılmaya başlandı; bu anneler aynı zamanda Hitler gençliği tarafından selamlanma hakkını elde etmişlerdi!

Bu teşvikler ve onur beratları nüfus artışında belirli bir hızlanma sağlamış olsa da (1933’te binde 59; 1938 ve 39’da binde 81) yine de üreme hızı, yüzyıl başındakinin bir hayli altında kalıyordu.

Rejim 1933 Mayıs’ında kürtaj karşıtı yasayı takviye ederken doğum kontrol araçlarının teminini güçleştirdi. Bu önlemler savaş yıllarında zirve yapacak, gebelik önleyici araçların üretim ve satışı tümüyle yasaklanırken, kürtaj yapmak ölümle cezalandırılan bir suç sayılacaktı.

Ancak doğum, bedensel ya da zihinsel kalıtımsal bir engeli olmayan Aryen anneler için bir “hak”tı; İçişleri bakanı Wilhelm Erick, Haziran 1933’de bir milyonun üzerinde Alman’ın çocuk sahibi olmaya uygun olmadığını ilan ederek, “Halkımızı genetik değerine göre derecelendirme cesaretine sahip olmalıyız,” diyordu. Ertesi ay, “yaşam değeri olmayan yaşamlara” son verilmesini öngören bir yasa kabul edildi. Ve izleyen 12 yıl içerisinde, 200 bin kadar kadın, “volk’un bedeninin tedrici arındırılması” adına zorla kısırlaştırıldı.

“Öjeni” burada durmadı. Eylül 1935’te Alman Kanı ve Alman Onuru’nu Koruma Yasası gereği Aryenlerle Yahudiler arasındaki evlilikler ve cinsel ilişki yasaklandı; ertesi yıl kabul edilen Evlilik Sağlığı Yasası ise evlenecek çiftlerin çocuklara geçecek bir hastalık taşımadıklarına dair bir sağlık raporuyla müracaat etmeleri koşulu getirildi. (Bu kısıtlama, doğumları teşvik adına savaşın hemen öncesinde kaldırılacaktır.)

Nüfusu arttırma takıntısı, boşanmaları da etkilemekteydi: Nazi Almanyası 1938’de resmî boşanmanın çiftlerin üç yıl boyunca ayrı yaşadıklarını kanıtlama zorunluluğuna bağladı.

Nüfus sorunu, “bekar anneler”i de sorunsal kılmaktaydı. Nazi Almanyası, propagandistlerince “Yahudi ahlâkı”ndan duçar, yozlaşmış Weimar Cumhuriyeti’nden bir kopuş ilan edilmekteydi; Nazi iktidarının ilk uygulamalarından biri, “müstehcen” yayın, resim ve performansların yasaklanması olmuştu. Ancak evlilik-dışı çocuklara karşı hükümet ikilemdeydi: savaş yaklaştıkça, konu daha geniş bir hoşgörü kapsamında değerlendirilecek ve Alman kadınların en önemli hizmeti, ulusa “hayatta kalmasını sağlayacak, ırksal açıdan sağlıklı çocuklar armağan etmek” (Rudolf Hess) olarak formüle edilecekti. (Durham, 1998: 16-18)

Faşizm ve Kadın İstihdamı

Hem faşist İtalya hem de Nazi Almanya kadınların çalışması konusunda bir hayli gönülsüzdür. Bu, kısmen faşizmin işsizlik oranlarını katlayan ekonomik krize bir yanıtıdır: kadınları olabildiğince evlerine göndererek erkek istihdamının önünü açmak.

Ancak bu, faşist yönetimlerle genelde sıkı bir ittifak içerisindeki sanayicileri ucuz işgücünden yoksun bırakmak anlamına gelmeyecektir. Faşizm İtalya’da sanayicilere desteği, devrimci sendikacılığı ezerek, patronlarla işçileri uyumlu bir organizma olarak kurgulayan korporatizmi ve sendikacılığın korporatist/faşist bir versiyonunu devreye sokarak, grev ve işçi eylemlerini yasaklayarak sağlar. Verili bir noktada erkeklerin ücretleri o denli düşecektir ki, kadınlar ucuz işgücü kaynağı olmaktan çıkacaktır – özellikle de sanayide. Bol ve ucuz işgücü, sanayide makineleşme itimini de yavaşlatmaktadır.

İtalya’da kadınların çalışmasına karşı faşist rejimin tutumu, birkaç düzlemde açığa çıkar. Öncelikle, korporatist örgütlenmenin kadınlara yönelik ayağında: Ocak 1938’de Faşist Parti tarafından kurulan Fabrika ve Ev İşçileri Seksiyonu (SOLD), kadın faşistler tarafından kurulmuş ve yönetilmekteydi.

SOLD yalnızca bir işçi örgütü olarak işlememekteydi; daha çok İtalyan kadınları esas işlevleri olarak görülen ev kadınlığı ve analık görevlerine hazırlama misyonunu üstlenmiş gözüküyordu. Yalnız çalışan kadınları değil, işçi ailelerini de bünyesinde toplayan örgüt, kadınların ev-içi ve ev dışı görevlerini bağdaştırmak, analık görevi ve ev işlerinde onlara destek olmak, sosyal yardım gibi konularda odaklaşmaktaydı, bağımsız bir varlık olarak kadın işçiyi genel kadınlık söylemi içerisinde yok etmeyi hedefliyordu.

SOLD’un yanısıra, kadın işçilere yönelik koruyucu tüzük ve yönetmelikler de kadın istihdamını sınırlandıracak tarzda işlemekteydi. Nihai biçimini 1934 yılında alan Koruyucu Yönetmeliğin iki amacı vardı: küçüklerin ve çalışan annelerin korunması. Yönetmelik kadınlara her türlü gece çalışmasını ve 12 yaş altı çocukların çalışmasını, 12-15 yaş arası gençlerin ise tehlikeli ve sağlıksız işlerde çalıştırılmasını yasaklıyordu.

Ancak yönetmelik en çok çalışan annelerin korunmasını hedeflemekteydi: gebeliğin son ayı ve doğumdan sonra bir ayı kapsamak üzere zorunlu ve ücretli iki aylık doğum izni, annelerin istemeleri durumunda gebeliğin altıncı ayından itibaren doğumdan sonra 6 hafta (büro işçileri için 3 ay) ücretsiz izin hakkı, doğumla ilgili hastalık durumunda ekstra bir ay daha izin hakkı; elliden fazla kadının çalıştığı işyerlerinde emzirme odası zorunluluğu, emzikli kadınlara çocuk bir yaşına gelene kadar emzirme izni; doğum başına 150 liretlik doğum yardımı ile 400 lireti bulan (ortalama iki aylık ücret) işsizlik yardımları… 1938’de iktidar bu yardımları tarım emekçilerini de kapsayacak şekilde genişletecekti.

Dönemin Avrupalı feministlerinin dahi takdirini kazanan kadın-dostu önlemler. Ancak faşist yönetimin antifeminist söylemler, özellikle de kadın işçileri yükselen işsizlik karşısında evlerine dönerek işlerini erkeklere terk etmelerine yönelik resmî çağrılar eşliğinde gerçekleştikleri ölçüde, “ayırımcı koruma” olarak nitelenmeyi hak ediyorlar. Nitekim, koruyucu önlemler kadın emekçilerin maliyetini arttırdıkça, patronlar işe alırken tercihlerini erkeklerden yana kullanmaya başlayacaklardı. Öte yandan, bu söylem ve önlemler doğum yapan kadınları işten ayrılma eğilimine yöneltirken, geriye dönmek istediklerinde, ancak her türlü sosyal güvenceden yoksun, kayıt-dışı işler bulabileceklerdi. (de Grazia, 1992: 174-178)

Böylelikle kadın işgücünün toplam işgücü içerisindeki oranı tarım sektöründe 1911-1936 arasında göreli sabit kalırken (1911: % 43.2; 1936: % 41.3) sanayide dramatik bir düşüş kaydedilmiştir (1911: % 43,9; 1921: % 39.0; 1931: % 34,4; 1936: % 33,1; 1951: % 28) Buna karşılık hizmet sektöründe kadın emekçilerin payı, faşizmin karşı propagandasına ve engelleyici önlemlere karşı tedricen de olsa büyümeye devam etmiştir: 1911’deki % 39,5’ten 1936’da % 42,8’e.

İtalyan faşizmi, Duçe’sinin çalışmanın kadınları birincil görevlerinden, annelikten alakoyduğu, kadın doğasına ters olduğu, kadın çalışanlarla rekabetin erkek çalışanların erilliğine zarar verdiği yolundaki tüm söylemlerine karşın, kadınları bütün bütüne istihdam alanından uzaklaştır(a)mamıştır. Buna karşılık, “eril” addedilen mesleklerden men edilmişlerdir: kamusal hukuk, politika, askerlik… 1920’de kadınların gemi kaptanı, ticari tekne sahibi, üst düzey memur, diplomat ya da konsolosluk ataşesi olması yasaklandı. Yasak kısa sürede kadınların orta dereceli okullarda yöneticilik yapması, tarih, felsefe, Grekçe, Latince, İtalyanca öğretmesi yasaklandı. 1928’de hükümet tüm üst düzey kamu yöneticilerine işe alma ve terfilerde erkek aile reislerini tercih etmelerini tavsiye edecekti. Büyük Kriz’de ise kadınların kamu görevlerine müracaatları sınırlandırıldı; Mart 1934’te üst düzey kamu görevlisi kadınların oranı yüzde 5, tüm kamu görevlileri arasında ise yüzde 20 ile sınırlandırıldı. Bu oran bankacılık sektöründe yüzde 12, sigortacılıkta ise yüzde 15 ile sınırlandırılacaktı. Ve nihayet, 5 Eylül 1938 tarihli yasa, tüm büyük ve orta boy kamu ve özel işletmelerde kadın istihdamı yüzde 10 ile sınırlandırıldı. 10’dan az sayıda personel çalıştıran işletmelerde ise kadınların oranı, bu yasayla sıfırlanacaktı.

Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde bu yasa fazla uzun ömürlü olamayacaktı. Erkekler savaşa doğru çekildikçe tüm sektörler kadınlara ve gençlere açıldı.

Nazi Almanyası’nda da kadınların istihdamı konusu aynı ölçüde ikircimli gözükmektedir: Kadının esas görevinin ev işleri ve analık olduğu, rejimin temel düsturlarındandır ama ideoloji, I. Dünya Savaşı’nda milyonlarca erkeğin yaşamını yitirmesi sonrasında belki de hiç evlenemeyecek milyonlarca bekar ve dul kadın konusunda dilsiz kalmaktadır.

Hayatın katı koşulları, geçimini sağlamak için çalışmaktan başka çaresi olmayan milyonlarca savaş dulunun varlığı ve patronların ucuz, uysal kadın işgücüne talebi, Nazi “Kinder, Kuche, Kirsche” idealini aşındırıyordu; bunun yerine, rejim kadın işleriyle erkek işlerini birbirinden ayırma işine girişti. Kız öğrencilerin kadın öğretmenlerce yetiştirilmesi, kadın hastaların kadın doktorlara muayene olması bir yere kadar normal karşılanmalıydı; ancak bir ailede iki ekmek kazanıcısı olması fikri Nazileri yine de irkiltiyordu. Uygunu, kadının evlenir evlenmez işten ayrılmasıydı; bunu kimi memuriyet görevlerinin kadınlara kapanması, kadınların kimi ağır işlerde çalıştırılmasının yasaklanması gibi önlemlerle desteklemeye çabalıyorlardı. Hatta kadın işçiliğini patronların gözünde daha az çekici kılmak için “eşit işe eşit ücret” uygulaması bile denendi.

Böylelikle sınai istihdamda kadın işgücü 1933’de tüm işgücünün % 29.3’ü iken bu oran ertesi yılın sonunda % 25.5’e düşecekti. Ancak genel işsizlik oranlarındaki artış gözönünde bulundurulduğunda, kadın istihdamındaki bu düşüşü tümüyle Nazi ideolojisi ve uygulamalarına bağlamak zor. Durham (1998: 18) 1933 yılında 4,85 milyon olan sigortalı kadın sayısının, üç yıl sonra 5.63 milyona çıktığına dikkat çekiyor. 1934’de rejimin işçi örgütü Emek Cephesi’nin kadın seksiyonunun kurulması, kadın işçilerin geri dönüşsüz biçimde istihdam alanındaki varlığını doğrulamaktadır. Bu nedenle çabalar, kadınları işyerlerinden uzaklaştırmaktansa, çalışma ve aile yaşamlarını bağdaştıracak ve çalışmanın analık görevlerine zarar vermesini önleyecek önlemlere yönelecektir.

Kadın çalışmasının vaz geçilmezliği, İkinci Dünya Savaşı’nın erkek işgücünü çekip almasıyla daha da vurgu kazanırken, bir Nazi kadın subayın 1940’ta sarf ettiği şu sözler, ideolojinin hayata uyum sağlayabilmek için nasıl eğilip bükülebileceğini de gözler önüne sermekteydi: “Kadının yerinin evi olduğu, inancımızın temel taşlarından biridir. Ama bütün Almanya evimiz olduğuna göre, en iyi nerede hizmet veriyorsak orada olmamız gerekir.” (Durham, 1998:19)

İdeologların Misogyny’si

İdeolojiler köşeli, hayat akışkandır. Ancak ideolojiler yine de hayata yön verme gayreti içindedir.

O zaman sormalı: nedir Alman ve İtalyan faşistlerini kadınların yaşamına bu denli müdahaleye iten? Biraz namlı faşist ideologların kadınlar konusundaki fikirlerine bakalım mı? Önce faşistlerin Kutsal Kitabı Kavgam’dan başlayalım, dilerseniz.

Kavgam’da kadın algısı, ulus safkanlığının güvencesi, ulus sürdürücülüğü ve zaafları nedeniyle ulus için taşıdığı tehditten ibarettir.

Kadın, tehdittir; çünkü her an bir Yahudi onu baştan çıkartıp ulusun kanını bozabilir:

“Siyah saçlı pis Yahudi, saatlerce tehlikeden habersiz olan genç kızı gözetler. Sonunda bu genç kızı kendi adi kanı ile kirletir. Onu mensup olduğu ırktan çekip alır… Yahudi, hâkimiyetine almak istediği ırkın dayandığı bütün temelleri kökünden yıkmak ister. Kadın ve genç kızların ahlâklarını bozduğu gibi, kendi ırkı ile diğer ırklar arasında ‘kan’ın yaptığı seti yıkmak ve ortadan kaldırmak için her türlü çareye başvurur. Zenciyi Almanya’ya getirenler Yahudilerdi. Hep aynı gizli gaye ve açık hedef için hâlâ getirmektedirler. Nefret ettikleri beyaz ırkı melezleşmeden çıkacak piçleşme ile yok etmek, onu eriştiği medeniyet ve siyaset seviyesinden indirmek ve ona hâkim olmak istemektedirler.”

Sadece Yahudi’den kaçınmak değil; kadınlar dünyaya sağlıklı çocuklar getirmekle yükümlüdürler. Hastalıklı çocuk da ulusun geleceği için bir tehdittir:

“Irkçı devlet, bugün bu konuda yapılması ihmal edilmiş veya bilhassa yerine getirilmemiş olan şeylerin tamamını tamir etmelidir. Irkçı devlet, ırkı toplum hayatının merkezi durumuna getirmeli ve ırkın halis kalmasına nezaret etmelidir. Aynı zamanda, bir milletin en değerli malının ‘çocuk’ olduğunu kabul ve ilân etmelidir. Yalnız, sağlam olanların çocuk yetiştirmelerini sağlamalıdır. Irkçı devlet şunu söylemelidir: Bir hastalığa tutulmuş iken ve birtakım büyük eksiklikleri haiz iken, çocuk yapmak en ayıp bir harekettir. Bu durumda en şerefli hareketin çocuk yapmaktan vazgeçmenin olacağı anlatılmalıdır. Devletin bu müdahale hakkı vardır. Çünkü devlete, bir milletin binlerce senelik bir geleceği teslim edilmiştir. Bu durum karsısında ferdin arzulan bir hiçten ibarettir. Ferde boyun eğmekten başka yapacak bir iş düşmez. Devlet, fikrini aydınlatmak için modern tıp ilminden istifade etmelidir, irsi bir sakatlığı bulunan ve bu hâli zürriyetine intikal edecek olanlara nesil yetiştirmek hakkına sahip olmadıkları anlatılmalıdır. Aynı zamanda devlet, sağlam bir kadının çok evlât yetiştirmek gibi Tanrı’nın bir lütfu olan kabiliyetinin, hükümet sisteminin mali siyasetiyle tahdit edilmemesine dikkat etmekle görevlidir. Devlet, çok evlât yetiştiren ailelerin teşekkülüne imkân hazırlayacak sosyal şartlara karşı gösterilmekte olan tembel tutuma ve lâkaytlığa son vermelidir.

Devlet kendini, değeri takdir edilemeyecek kadar yüksek bir milletin en büyük koruyucusu bilmelidir.

Devletin dikkati orta yaşlılardan ziyade çocukların üstünde olmalıdır. Fizik ve ahlâkça sağlam olmayan bir kimse çocuklarının vücudunda kendi sakatlığını devam ettirmemelidir. Devletin terbiye yönünden yerine getireceği büyük bir görevi vardır. Irkçı devlet, millete terbiye yoluyla, hastalıklı ve zayıf olmanın utanılacak bir hâl olmadığını, aksine kaçınılacak bir felâket olduğunu ve bencillik sevkiyle bu felâketi, masum bir çocuğa intikal ettirmenin ise cinayet olduğunu öğretmelidir. Devlet bu ilkelere göre hareket etmek için gayesinin anlaşılıp anlaşılmadığını, uygun veya uygunsuz bulunduğunu tahkik ile vakit geçirmemelidir.”

Dünyaya Yahudi dölü olmayan sağlıklı çocuklar getirmek ise, kadınların devletin gözetim ve desteğinde gerçekleştirmeleri gereken aslî görevidir:

“Irkçı devlet, erkek çocuklarla olduğu gibi kızlarla da meşgul olacaktır. Kızların da eğitimleri aynı ilkeler dahilinde idare edilecektir. Kızlar için en önemli nokta fiziki eğitim olmalıdır. Karakterin eğitim daha sonra gelir. Nihayet fikri eğitimlerin gelişmesi meselesi ele alınır. Kız eğitiminin tek gayesinin, kızı, geleceğin annesi olarak hazırlamaktan ibaret olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.”

“Irkçı devletin fert tipi mert, mağrur; enerji sahibi erkekler ve dünyaya gerçeği seven insanlar getirmeye kabiliyetli kadınlardır.”

Bu kadar… Kavgam’da kadınlar için tek öngörülen tek işlev, ırksal olarak saf, sağlıklı çocuklar doğurmaktan ibarettir. “Kadın” kavramının geçtiği diğer yerlerde ise, “subliminal” bir misogyny yükselir buram buram. Kadınlar zaaf yüklü, basit, alık, kolay kandırılabilir ve manipüle edilebilir varlıklardır… NOKTA.

“Halkın büyük bir çoğunluğu tıpkı bir kadın ruh hâli içindedir. Bunlar, fikir ve düşünceleri, fiil ve hareketlerden ziyade duyguların doğurduğu düşüncelerden çıkarırlar. Bu izlenimler karışık olmayıp, gayet basit ve sınırlıdır. Bunların arasında birtakım ince farklar yoktur, sadece sevgi veya kin, hak veya haksızlık, gerçek veya yalan, olumlu veya olumsuz konular vardır. Hiçbir zaman yarım hissiyata tesadüf edilmez, işte İngiltere’nin propagandasını idare edenler özellikle bu hususları gayet iyi anlamışlardır, İngiliz propagandasında şüphe doğuracak yarım tedbirlere rastlanmazdı.”

“Gerçekte ordu çağdaş devrin en çok ihtiyaç duyduğu şeyi yetiştiriyordu: İNSAN. Bir gevşeme hâlinden, yayılmakta olan bir kadınlaşma bataklığından, her yıl ordunun safları arasından 350.000 genç yetişiyordu ki, her birinden kuvvet fışkırıyordu.”

Kadınların konum ve işlevlerine ilişkin düşünceler Hitler’de doğrudan öjenik kaygılarla biçimlendirilmişse, Mussolini’de öjenik ilke görülmez; onun misojinisinde Katolisizm ve gelenekçiliğe belenmiş bir antifeminizm başattır:

“Kadın boyun eğmelidir… Onun devlet içindeki rolüne dair fikrim, her türlü feminizmle zıttır. Doğal olarak onun köle olmasını savunmuyorum, ama ona oy hakkı tanıyacak olsam, benimle alay edilir. Devletimizde onun herhangi bir konumu olmamalı…”

“Faşist İtalya’da İtalyan kadınlarının yapabileceği en faşist şey, çok sayıda çocuk yetiştirmektir.”

“Bir kadın çalışmakla düşüş hâlindeki bir aileyi, hatta kendini kurtarabilir; ancak genelde bakıldığında, çalışması siyasal ve ahlâksal bozulmanın kaynağıdır. Bir avuç kişinin kurtulması, büyük çoğunluğun kanı pahasına olur.” (de Grazia, 1992: 168)

“Kadından, bırakın bir tapınağı, bir kulübe inşa etmesini isteyin, beceremeyecektir.” (de Grazia, 1992:195)

Bunlar “sözler”. “Kuram” vb. değil. Ama faşist kuramcılar da var. Rejimlerinin hüküm sürdüğü ülkelerde kadınların “ne” olması, ne yapması gerektiğine ilişkin “doğrultuları” veren…

Bunlardan biri, İtalyan faşizminin en yetkin ideologlarından olan Giovanni Gentile’dir. 1922-24 yıllarında kamu eğitimi bakanlığı yapan Gentile, bakanlığı döneminde kadınlara karşı keskin bir ayırımcılığın başlangıcına işaret eden köklü bir eğitim reformunu başlattı.

Gentile’nin faşizme katkıları bakanlığıyla sınırlı kalmamıştır: 1923-29 arasında Büyük Faşist Konsey üyeliği yaptı; İtalyan Faşist Kültür Enstitüsü’nü kurup yönetti, 1920’li yıllarda faşist kültürün biçimlendirilip yayılması konusunda amiral gemisi rolünü üstlenen Giornale critico della filosofia italiana (Eleştirel İtalyan Felsefesi Dergisi)’nın yöneticiliğini yaptı; İtalyan Asiklopedisi’ni yayınladı. “Faşist Aydınlar Manifestosu”nu kaleme alan oydu (1925). Yaşamı boyunca Mussolini’ye sadık kalan Gentile’nin fikirleri, Duçe’yi fazlasıyla etkilemiştir. (Lucia Re)

Gentile’ye göre, feminizm, ne mutlu ki ölmüştü. Feminizm ölmüştü, çünkü üzerine temellendiği eşit haklar kavramının modası geçmişti. Eşit haklar hareketinin felsefî temelinin, yani kadın-erkek, tüm bireylerin bazı temel, doğal haklarla donanmış olduğu ve seçilmiş temsilcilerin görevinin de bu hakların korunması olduğu fikrinin bir yanılgı olduğu, kanıtlanmıştı. Dolayısıyla, kadınlar erkeklerden aşağıda varlıklar değildi; onlar erkeklerle eşitti: herhangi bir hakka sahip olmamakta eşit! Kadınlar ve erkeklerin hakları değil, ancak görevleri vardı, Devlet’e karşı görevler…

Ve Gentile’ye göre faşist devlet demokratik devletin bütün biçimlerinden üstündür ve olası tek modern devlet biçimidir. Gentile faşist ve modern terimlerini eşanlamlı olarak kullanmaktadır.

Devam edelim: Gentile feminizm ve eşit haklar hareketinin ölümünün modernitenin temel bir başarısı olduğunu iddia etmektedir; çünkü böylelikle feminizmin bulanıklaştırdığı erkek ile kadın arasındaki farklılık, kesin hatlarla tanımlanmıştır. Netlik, şeylerin zıtlıklar hâlinde kutuplaşması her zaman iyidir; muğlaklık, bulanıklık modern (= faşist) devleti, faşist değerler hiyerarşisini tehdit eden unsurlardır. Bir başka deyişle, sorun salt kadınların toplum içerisindeki yerine ilişkin ataerkil önyargıların kümelenişi değildir; faşizmin dizaynının tesisidir söz konusu olan. “Faşist ideolojik yapının bütününün cinsiyet farklılığı temeline yaslandığı söylenebilir.” (Lucia Re, s.83)

Ancak kadın ile erkek arasındaki farklılık biyolojik değil, kültürel bir inşadır: kadın cinsiyetinin sınırlarında yatar. Bu sınır, kadının erkeğe göre “öteki oluş hâli”dir; onu erkek nezdinde cazip kılan da bu “ötekilik”tir. Gentile’ye göre, “öteki” olarak kadın bedeni, ancak erkek tarafından arzulandığı zaman vardır. Kadın, bireyselliğini tam da onu elde ettiği an yitirir: çünkü kadın, ancak bir erkeğe ait olduğu ölçüde bireydir. Bireyselliği, bir erkeğin kadını olarak konumuna denk düşmektedir. Bütün sağlıklı ve düzenli toplumların temelinde aile ve din bulunmaktadır; ailenin etik ve kutsallığının güvencesi ise, kadındır.

Kadını insan ile Tanrı arasında özverili halka kılan kutsallık, analıktır. Analık kadına içkin, özgün ve özsel bir şeydir; öyle ki, her bakire, tanımı itibariyle anadır. Bakire Meryem tarafından temsil edilen “bakire analık”a saygı göstermeyenler, dünyadaki aşkı söndürmektedirler.” (Lucia Re, s.85)

Bir başka faşist ideolog, sosyolog Ferdinando Loffredo Politica della Famiglia’sının (1938) temel argümanı, kadınların özgürleşmesinin (eğitim görmeleri ve ev dışında çalışmaları) tüm modern toplumlar üzerindeki etkisi, yıkıcı olmuştur. Yalnızca doğum oranlarındaki dramatik düşüşler nedeniyle değil; aynı zamanda kadınların fiziksel ve ruhsal yabancılaşması, onların evlerine ve aile yaşamına yabancılaşmasını getirmiştir beraberinde. Loffredo’ya göre faşist İtalya da bu yıkımdan azade değildir; gerçi İtalya kadın özgürlüğü konusunda örneğin Fransa ve Sovyetler Birliği’ndeki kertede yıkıcı sonuçlarla karşılaşmak durumunda değildi; örneğin İtalyan bakanlarının kadın partililere seslenmek yükümlülüğü yoktu; ailenin hiyerarşik yapısı feminist örgütlerin tehdidi altında değildi; eşit haklar yasası gibi bir şey söz konusu olamazdı. Ama yine de, kadınlara tanınan sınırlı özgürlükler bile rejim için bir tehdit oluşturuyordu.

Loffredo’ya göre yılın dörtte üçü boyunca bedeninde bir bebeği büyüten, organizmasının salgısıyla onu besleyen, yeni yetmeliğe kadar çocuğu eğiten kadının erkekle aynı eğitimi alması, bir saçmalıktan ibaretti.

Loffredo kadının yerinin evi olması gerektiği konusunda o denli kararlıydı ki, daktilonun icadının aile yapısının çözülmesine yol açan en zararlı olaylardan biri olduğunu ileri sürmektedir. Ona kalırsa kadınlar aşırı beden düşkünlüğüne yol açan, üreme sistemine zarar veren, kadınların dikkatini çocuk bakımından başka yere yönelten ve kadını yuvadan dışarı çıkartan spor dahi zararlıydı.

Loffredo, bozulma ve yozlaşmanın önüne geçebilmek için faşist rejime bir dizi öneride bulunmaktadır: Kadın baba ya da koca, bir erkeğe mutlak tabiiyet içinde olmalıdır: manevî, kültürel ve iktisadî… Meslekî ve orta öğretim kapıları kadınlara kesin olarak kapanmalı, onları yetkin ev kadınları hâline getirecek özel eğitim programları dizayn edilmeliydi. Kadının evinin dışında çalışma hakkı, faşist devlet tarafından ev dışında çalışmama hakkı olarak revize edilmeli, kamuoyu, “zorunluluğu kanıtlanmış bir gerekçe olmadıkça, işe gitmek için evinden çıkan, erkeklerle rasgele ilişki içinde olan, sokaklarda dolaşan, tramvaya binen, fabrika ve bürolarda yaşayan kadınları lanetleyecek şekilde eğitilmelidir.” (Lucia Re, “Fascist Theories of ‘Woman’ and the Construction of Gender”, Robin Pickering-Iazzi (der.), Mothers of Invention, Women, Italian Fascism and Culture, University of Minnesota Press, 1995, ss.86-88)

Mussolini gibi Hitler de akıl hocalarından yoksun değildi. Örneğin devletin erkek savaşçılara dayandığını ve kadınların etkisinden uzak olması gerektiğini savunan Alfred Rosenberg; kendilerine en uygun görevler olan hizmetkarlığa dönebilmeleri için kadınların Yahudi eşitlik kavramından kurtarılması gerektiğini savunan Gottfried Feder; Hitler’in öjenik coşkusunu paylaşan Üçüncü Reich’ın köylü lideri ve tarım bakanı Walther Darré, “doğru” üremenin önemine dikkat çekerken, Alman kızların sağlıklı, safkan ve çok sayıda çocuk doğurmak üzere eğitilmesi gerektiğini söylüyor. (Durham, 1998: 13)

“Faşizm(ler)”de Kadın

  1. yüzyıl ortası İtalyan ve Alman faşizmlerinin kadınların toplum içerisindeki yerine ilişkin görüş ve uygulamalarının genelde ataerkil mantığa boyun eğmekle birlikte, hem hayata geçiriliş tarzları dolayısıyla da sonuçları, hem de dayandıkları rasyoneller açısından nüanslarla ayırt edildiklerini gördük. Nazizm’in kadınlardan birincil beklentisi “ırk”ı saf tutmaları, Alman ulusu için sağlıklı ve bol çocuk doğurmaları iken, faşizmin kaygısı daha çok feminizmin “yıkıcı” etkilerinin izale edilmesi gibi gözükmekteydi.

Nazi Almanyası ve İtalyan faşizmiyle eşzamanlı olmakla birlikte daha “liberal” bir gelenek içerisinde boy veren Britanya faşizmi ise, çağdaşlarına göre çok daha “feminizan” vurgular içermektedir.

Öncelikle, Britanyalı faşistlerin ilk örgütü, British Fascisti (BF), Bolşevik Devrimi’nden ürken ve İşçi Partisi’nin yükselişe geçmesinden kaygılanan muhafazakâr sağ bünyesinde, savaş sırasında ambulans hemşiresi olarak çalışan bir kadın, Rotha Linton Orman tarafından kurulmuştur (1923).

Ancak iki savaş arası Britanyası’nda en etkili faşist örgütlenme, muhafazakârlıktan tümüyle kopamamış olan BF değil, İşçi Partili eski bir bakan olan Oswald Mosley tarafından kurulan Ekim 1932’de kurulan çok daha vurgulu bir anti-semit ve korporatist hatta örgütlenen Britanya Faşistler Birliği (BUF)’dir.

İngiltere’deki çok-partili sistemi lağvetme ve korunmacı ekonomi politikalara dayalı korporatist bir sistem kurma emellerini gizlemeyen, Yahudilerin ekonomik ve kültürel yaşamdaki etkilerini kırmaya yeminli, Alman Nazizmi ve İtalyan faşizmine hayranlığını her vesileyle dile getiren (ve her ikisinden de malî yardım alan) BUF kurucusu Mosley’in kadınlar konusundaki görüşleri ikircimlidir. 1932’de partisinin “erkek gibi erkekler, kadın gibi kadınlar” istediğini vurgularken, 10 yıl sonra, tutuklandığında BUF’un tam bir kadın-erkek eşitliğinden yana olduğunu açıklayacaktı. (Durham, 1998: 21)

Tutukluluk koşullarının zorlaması, ya da seçimlerin sürdüğü, üstelik de güçlü bir Süfrajet hareketine yataklık yapmış bir ülkede kadınları “ürkütmemek” adına bir takıyye… Belki. Ancak BUF’un kadınların toplumsal yaşama, hatta karar alma mekanizmalarına katılması, çalışması ya da çocuk yapması konusundaki fikirleri, Alman ve İtalyan hempalarından oldukça farklıdır. Örneğin, partinin ülkedeki meslek dallarının 23 korporasyon hâlinde örgütlenmesi ve bu korporasyonların kendilerini ilgilendiren konulardaki karar mekanizmalarına katılmalarını öngören programında, ev kadınlarının da korporasyonlardan birini oluşturması ve diğer korporasyonların kendilerini ilgilendiren kararlarında (örn. et, süt fiyatları) söz sahibi olması öngörülmektedir.

Öte yandan, BUF ideologları, partilerinin kadınları “kuluçka makineleri” olarak görmediklerini ısrarla vurgulamaktadır: Kadınlar diliyorlarsa çalışmalıdırlar; kuşkusuz, kendilerine uygun işlerde, hem de erkeklerle eşit ücretlerle… Sorun, onların geçim sıkıntısı yüzünden çalışmak zorunda kalmamalarıdır: Korporat devlet, erkeklere daha yüksek bir geliri güvence altına alarak çalışmayı kadınlar için bir zorunluluk olmaktan, bir seçim olmaya yöneltecektir. Korporat devlet, ev kadınlarına çalışan kadınlarla eşit bir statü verecek ve kendi korporat örgütleri aracılığıyla parlamento dahil farklı düzlemlerde temsil edilmelerini sağlayacaktır. Ev kadınları korporasyonu, kadınların temsil organı olmanın yanısıra, kadınlara “ev sanatları”, analık, sağlık ve hijyen gibi konularda eğitim verecektir.

Yanısıra, BUF kadınların yoğun olarak çalıştıkları pamuklu ve yünlü dokuma sektörlerinde temsil edilmeleri sağlanacak, evlenen kadınların işten çıkartılamayacağını, doğum sonrası en az dört aylık ücretli izinden yararlanabileceklerini öngören bir İş Yasası hazırlanacaktı.

1935 tarihli bir başka broşürde (Women and Fascism- Kadınlar ve Faşizm) BUF ev kadınlarının korporasyonları aracılığıyla temsilini bir kez daha vurguluyor, kadınların yetenekleri ve ulusal gereksinimlerin gerektirdiği işlerde çalışmasının desteklendiğini belirtiyordu. Dahası, faşizm, tıp, mimarlık, mühendislik, çocuk bakımı, hukuk ve ev idaresi gibi mesleklerde daha fazla kadına gereksinim duyulduğunu kabul ediyor, kentlerin ve evlerin tasarımında kadınların oynayacağı rolü önemsediğini vurguluyordu…

Özetle, Britanya faşizmi ailenin gelir düzeyini yükselterek kadınları ekmeği kazanmak için çalışma zorunluluğundan kurtarırken, ev kadınlarının haklarını da korporatif örgütlenmeleri sayesinde korumayı vaad ediyordu. Buna karşılık, çalışmayı tercih eden kadınlara karşı herhangi bir ayırımcılık söz konusu olmayacak; eşit ücret, kadın doğasıyla uyumlu işler, hamilelik sırasında korunmadan yararlanacaklardı. Yetenekli genç kadınlar yönetici olarak eğitileceklerdi.

BUF’un doğum kontrolü karşısındaki tutumu da Alman ve İtalyan hempalarınınkinden farklıydı. 1936’da yayınlanan 100 Soruda Faşizm başlıklı broşürlerinde, doğum kontrolüne ilişkin bilimsel bilginin arzu eden herkesin erişimine açık olması gerektiğini -öjenik ve (doğum kontrolünün Britanya aile yapısını çökertmeye yönelik bir ‘Yahudi icadı’ olduğu yönündeki ifadeler gibi) antisemit tınılara karşın- belirtiyorlar, başka yerlerde de “doğum kontrolünü tümüyle kişisel bir sorun olarak gördüklerini, faşist yönetimde devletin doğum oranlarını yükseltmekten yana olmakla birlikte, “aile mahremiyetine müdahale etmeyeceği”nin güvencesini veriyorlardı. BUF’un nüfusu arttırma politikası, çok çocuklu ailelere maddî teşvikler biçimini almaktaydı.

Görüldüğü üzere, Britanya faşizminin kadınlar karşısındaki tutumu, Alman ve İtalyan kafadarlarınınkinden bir hayli farklıydı: Mary Allen ve Norah Elam gibi 20. yüzyıl başlarındaki süfrajet mücadelesinin öncü isimlerini faşist hareket saflarına çekecek kadar farklı. Öyle bir farklılık ki, eski bir süfrajet sempatizanı Mary Richardson’a süfrajet önder Sylvia Pankhurst’e mektubunda, İtalyan faşizminin kadınlara yönelik tutumunun Britanya faşizmiyle kıyaslanamayacağını, çünkü “İtalya’da kadınların durumunun hiçbir zaman Britanyalı kadınlarınkine benzemediğini” yazdıracak kadar farklı. Faşist kadın yazar Anne Brock Griggs de benzer bir tonda, Nazilerin kadın öğretmenleri görevden aldığı yolundaki haberler karşısında kaygılarını dile getiren bir BUF üyesini “farklı bir ırksal geleneğin, kadınlara yönelik”, İtalyan ve Alman tutumlarının Britanya’yla karşılaştırılmasını olanaksız kıldığı sözleriyle teskin ediyordu. (Durham, 1998: 20-24).

“Geri Dönen” Faşizm ve Kadınlar: Avrupa’nın Faşizm Hâlleri

  1. yüzyıl sonlarında Batı/Kuzey kapitalizmindeki neoliberal dönüşümlerle atbaşı muhafazakâr reaksiyon ile ırkçılığın yükselişe geçmesi ve bunun bir göstergesi olarak İkinci Dünya Savaşı Alman ve Hitler faşizmleriyle ünsiyetlerini gizlemeyen neo-faşist partilerin Avrupa’nın bağrında hızla yükselmesi, Avrupalı entelektüellere “Faşizm geri mi dönüyor?” sorusunu sordururken, Toplumsal Araştırmalar Yeni Okulu ve Eugene Lang College’da (New York) felsefe doçent doktoru Chiara Bottici bu soruya, “Aslında faşizm hiç gitmemişti ki…”, yanıtını veriyor:

“Faşizmden anladığımız, ideolojiye adını vermiş ve onu açıktan benimsemiş olan tarihi rejim ise, bundan, bu konseptin sadece İtalya’da 1922 ile 1943 arasında hüküm süren siyasi rejime uygulanabileceği sonucuna varmalıyız. Ancak bunu söylemek, laf kalabalığından ileri gitmez: ‘İtalyan faşist rejimi’ eşittir ‘İtalyan faşist rejimi.’ Yani ‘Tarih asla tekerrür etmez, dolayısıyla faşizm kategorisini bu bağlam dışında uygulamaya dönük her girişim başarısız olmaya yazgılıdır.’ Bunu söylemek, tarihçiler için yerinde bir uyarı olabilir ama ya toplum ve siyaset teorisyenleri için? Faşizm konsepti, farklı iktidar biçimleri üzerine düşünüp bunları karşılaştırmanın sezgisel bir aracı olabilir mi?

Eğer faşizmden anladığımız, 1922-43 arası İtalya krallığında cisimleşen ve görünür hâle gelen bir siyasi model ise, çok farklı bir sonuca ulaşırız. Bu iktidar biçimini karakterize eden özellikleri ele alalım: hiper milliyetçilik, ırkçılık, maçoluk, lider kültü, “çöküş ve yeni siyasal rejimde yeniden doğuş” miti, siyasi düşmanlara karşı şiddetin şu veya bu şekilde açıktan benimsenmesi ve devlet kültü. İşte o zaman bu iktidar biçiminin, 1943’te formel olarak ortadan kalkmasından sonra, farklı biçimlerde ve şekillerde, sadece Avrupa’da değil başka yerlerde de nasıl var olmaya devam ettiğini açık bir şekilde görebiliriz. Faşist partilerin nasıl varlığını sürdürdüğünü, faşist söylemlerin nasıl yayıldığını ve savaş sonrasında dünya çapında ortaya çıkan farklı rejimlerin, formel olarak faşizmi benimsemeksizin nasıl faşist özellikler sergilediğini görebiliriz.

Günümüze gelirsek, Trumpç’ılığın, temsili demokrasinin formel özelliklerine saygı, serbest piyasa ideolojisi ile popülist söylemin bir birleşimi ve bir yandan devletin aygıtlarına yoğun şekilde başvururken diğer yandan devleti eleştirme paradoksu gibi belirli hususiyetler ile birlikte, bir ideoloji olarak faşizmin neoliberal bir biçimini nasıl temsil ettiğini görebiliriz. Ancak aynı zamanda aşırı milliyetçilik, sistematik ırkçılık, maço-popülizm ve şiddetin örtük şekilde meşrulaştırılması gibi, faşizme mahsus özellikler de sergilemektedir. Toplamda, faşizmi, modern iktidarın bir eğilimi ve onun devlet egemenliği mantığını ise, Karstik bir nehir gibi, formel kurumların altından akan ama ne zaman bir açıklık bulsa daima en yıkıcı formunda patlak veren bir eğilim olarak değerlendirmeliyiz.”[7]

Sosyalist blokun 20. yüzyıl sonlarına doğru çözülüşü, sermaye hareketlerinin “küreselleşme” olarak vaftiz edilen dizginsizleşmesinden çok daha fazlasına yol açtı: sosyalizmin kendisine dayattığı sınırlardan bu yolla kurtulan kapitalizm, neoliberal formunda emeğe ve emeğin kazanımlarına karşı pervasız bir saldırı başlatırken, aynı zamanda bilinen “burjuva demokrasisi”nin de sonunu ilan ediyordu. Seçimler (en “demokratik” denilen ülkelerde dahi) Berlusconi, Sarkozy, Trump gibi arrivistlerin at koşturduğu bir “show business”a dönüşürken, “parlamenter demokrasi”nin kendini savunacağı ilkeler giderek aşınıyordu. Günümüz “sağ”ında popülizm, muhafazakârlık, aşırı sağ ve faşizm gibi kavramlar arasındaki sınırlar iyice muğlaklaşırken sağ politik zemin iyiden iyiye kayganlaşmıştır.

Ilımlıdan aşırıya, “demokrat”tan faşiste tüm sağı kaygan bir eğik düzlem içine çeken bu siyasal görüngü, tarihçi, arkeolog ve siyasal düşünür Neil Faulkner’a “1930’ların bu filminin ağır çekimde yeniden gösterimde olduğu da doğru görünüyor. Ekonomik durgunluk, artan toplumsal çürüme, uluslararası düzende bir kırılma, artan silahlanma ve savaş harcamaları ve eli kulağında bir iklim felaketi ile, belki de 1930’larınkinden daha zorlu bir dünya kapitalist krizi ile yüz yüzeyiz,” dedirten zeminde gerçekleşmektedir:

“Emek hareketleri -sendikalar ve kitlesel sosyalist partiler- 35 yıllık neoliberalizm sürecinde zayıfladılar. Krizin sillesini yiyen çoğu çalışan insan, kolektif mücadeleyle direnebilmelerini sağlayacak etkili mekanizmaların yokluğunu çekiyor. Toplumsal yaşam atomizasyon, yabancılaşma ve ümitsizlik ile karakterize oluyor. Bu, milliyetçilik, ırkçılık, faşizm ve savaş için verimli bir zemin yaratıyor.

Sağın hiçbir çözümü, önerecek hiçbir şeyi yok. Siyasetlerinin özü bu nedenle işçi sınıfını birbirine düşürmekten, kadınları, yoksulları, engellileri, etnik azınlıkları, Müslümanları, LGBT bireyleri, göçmenleri, mültecileri vb. günah keçisi yapmaktan ibaret. Farklı yerlerde farklı biçimler alıyorlar. ABD’de Trump. İngiltere’de Brexit. Fransa’da Le Pen. Almanya’da AfD. Ama mesajın özü aynı. Ve silahlı çetelerin sendikaları, solu ve azınlıkları bastırmaya dönük şiddeti ve baskısı ile bunun topyekûn faşizme dönme potansiyeli var.”[8]

Evet, günümüz faşizmi, sosyalist sistemin çöküşü ile birlikte kapitalist sistemin “tarihin sonu”nu ve kendisinin ebedîliğini ilan edişinden kısa bir süre sonra içine sürüklendiği ve neredeyse 10 yıldır debelendiği krize bir tepkidir: “Küresel kapitalizm 2008 Büyük Resesyonu ile derin bir yapısal krize girdi, 1930’dan beri en kötü kriz. ABD’de Trump’çılık, İngiltere’de Brexit, Avrupa çapında ve dünya genelinde (İsrail, Türkiye, Filipinler, Hindistan ve diğer yerler gibi) neo-faşist ve otoriter partilerin ve hareketlerin artan etkisi, küresel kapitalizmin krizine aşırı sağ bir yanıt arz ediyor,” diyor California Üniversitesi’nde Sosyoloji, Küresel Çalışmalar ve Latin Amerika Çalışmaları profesörü William I. Robinson. Kriz nedeniyle konumlarını yitirme, işsiz kalma, aşağı doğru mobilite tehdidiyle karşı karşıya kalan Kuzey’li emekçiler ve orta sınıflar, inandırıcı bir sol alternatifin yokluğunda[9], güvenliği neo-faşizan yabancı-düşmanı, İslâmofobik, muhafazakâr ve izolasyonist görüşlerinde aramaktadırlar: “Faşizm, akut kapitalist kriz döneminde, kitlesel korku ve endişeyi ABD ve Avrupa’da-göçmen işçiler, Müslümanlar ve mülteciler gibi-günah keçisi hâline getirilen topluluklara yönlendiren psikososyal mekanizmalara dayanıyor. Aşırı sağ güçler bunu, yabancı düşmanlığına dayanan bir söylem repertuvarı, ırk/kültür üstünlüğü içeren gizemli ideolojiler, idealize ve uydurma bir tarih anlatısı, binyılcılık, ve savaşı, toplumsal şiddeti ve tahakkümü adeta kutsayan militarist ve erkekçi bir kültür üzerinden yapıyor.”[10]

Göçmen karşıtı söylemlerin Fransa, Almanya, Belçika ve Hollanda’da neo-faşist partilerin seçmen tabanını genişletmesi, 1990’lardan itibaren yabancı (göçmen) düşmanlığının Avrupa’da (ve çok geçmeden ABD’nde de) neofaşizmin temel gündem maddesi hâline gelmesini sağladı. Milletvekilleri aracılığıyla Avrupa ülkelerinin parlamentolarında -ve Avrupa Parlamentosu’nda- özellikle Müslüman ülkelerden gelen göçe karşı daha sert önlemler talep eden sesler yükselirken -ve ırkçı partiler koalisyon ortakları olarak iktidarlara katıldıkları ölçüde bu önlemler devreye sokulurken- bu tutumun sokaklardaki yansımaları da kısa sürede kendini hissettirmeye başlayacaktı: Yalnızca Almanya’da, 1991’de Hoyerswerda’daki sığınmacı hostelinin kundaklanması; Ağustos 1992’de Rostock’da göçmen mahallesinde çıkartılan yangın; Mayıs 1993’te Solingen’de beş Türk’ün ölümüyle sonuçlanan kundaklamayı hatırlamak yeterlidir.

Neo-faşist şiddet, kısa sürede tüm Avrupa’yı sararken (ABD ve Rusya bundan muaf değildir, faşizan gençlik örgütleri hem yoksullaşan “beyaz” mahallelerden hem de sosyal medya üzerinden hızla büyürken, faşist partilere de ilgi artmaktadır.

Ancak 90’lı yıllardaki anket ve araştırmalar, aşırı sağa ilginin cinsiyet-temelli olarak farklılık gösterdiğini gözler önüne sermektedir:Örneğin, 1989 Berlin eyalet seçimlerinde eski bir SS askeri tarafından kurulan Republicaner (REP / Cumhuriyetçi) Parti, erkeklerin yüzde 10.8’inin, buna karşılık kadınların yüzde 5.9’unun oylarını alabilmişti. Fransa’da 1986 parlamento seçimlerinde erkeklerin yüzde 12’si Le Pen’in Ulusal Cephe’sini desteklerken bu oran kadınlarda yüzde 7’de seyrediyordu. Baba Le Pen seçmen tabanını genişletirken dahi, kadın oylarıyla erkek oyları arasındaki farklılık süregidiyordu: 1988 başkanlık seçimlerinde Le Pen erkek oylarının yüzde 13’ünü alırken, kadınlardan alabildiği oyun oranı yüzde 6’da kaldı. Ulusal Cephe Le Pen yönetiminde olduğu sürece, kadın oylarıyla erkeklerinkiler arasındaki bu açığı kapatamayacaktı. (Durham, 1998: 55-56)

İki olgu, bu durumu tersine çevirecektir: İlki, neo-nazi, neofaşist partilerin kadınlara yönelik söylemlerini gözden geçirerek kadın taleplerine daha duyarlı kılma yönünde çaba sarf etmeleri ve buna koşut olarak yönetimlerinde kadınların ağırlığının artması; ikincisi ise, 21. yüzyıl başlarından itibaren radikal İslâmcı şiddetin Batı dünyasında kendini yoğun bir biçimde hissettirmeye başlamasıyla birlikte, Müslüman ülkelerden gelen göçmenlere yönelik tepkinin İslâmofobi biçimini alması.

Önce ilkine bakalım: İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yani faşist rejimlerin yenilgiye uğratılmasından sonra çeşitli Avrupa ülkelerinde yeniden boy gösteren neo-nazi, neo-faşist yönelimli parti ve hareketlerin kadınlar konusunda başlangıçta seleflerinin misojinizminden öteye geçebildikleri söylenemez. Örneğin aşırı sağcı Alman Reich Partisi (DRP)’nin 1958 programında kadınların ancak acil durumlarda evleri dışında çalışabilecekleri kaydediliyor, parti gençleri Amerikan etkisine karşı uyarırken, genç erkekleri “cesur”, genç kızları ise “saf” olmaya çağırıyordu. Medyanın “ahlâksız” yayınlardan arındırılması, Alman neo-nazilerinde bir takıntı hâlindeydi; kürtaj karşıtı tutumları bir “ata mirası” olarak süregidiyordu; ta ki, Republikaner partili kadınlar parti programında 1990’daki “Kadınlarla erkekler eşit haklara sahiptir. Kendini gerçekleştirme hakkı hem kadınlar hem de erkekler için geçerlidir. Bu, özellikle meslek hayatı için geçerlidir,” yolundaki değişikliği dayatana dek.

Alman (neo-)Nazilerinin geleneksel (ve fakat kendi saflarındaki kadınlar tarafından kimi itirazlarla karşılanan) misojinist tutumları (kürtaj karşıtlığı, antifeminizm, kadınların analık rollerine vurgu, ev kadınlığı ve anneliğin devlet teşvikleri aracılığıyla desteklenmesi…) Avrupalı diğer hempalar tarafından da paylaşılıyordu[11].

Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde, bu alanda kimi önemli değişiklikler yaşandı. Avrupa’nın faşizan/faşist partilerinde kadınlar öne çıkmaya başladılar. Fransız Ulusal Cephe’yi babası Jean-Marie Le Pen’den devralan ve Fransa’daki 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda oyların yüzde 35’ini alan Marine Le Pen, belki de bu kadınlar arasında en yaygın bilineni. Marine Le Pen’in, babası döneminde Ulusal Cephe’nin oldukça düşük olan kadın desteğini yükselttiği ve aradaki farkı kapattığı biliniyor. Böylelikle, babası kadınların ancak yüzde 5-6’sının oyunu alabilirken, Marine Le Pen kadınlar arasındaki oy oranını yüzde 26’ya çıkarttı; üstelik kadın ve erkek oyları arasındaki farkı da kapattı. Marine Le Pen’in bunu “kadın hakları” ajandasını göçmen/İslâm karşıtlığıyla bağdaştırmasındaki başarıya bağlıyor çoğu yorumcu. 8 Mart’ta (2017) RTL’e verdiği röportajda İslâmcı köktenciliğin kontroluna karşı kadınların hakkını savunuyorum,” diyordu örneğin. “Kadınlar diledikleri gibi giyinebilmeli, etek ya da şort..”[12]

Üstelik Marine Le Pen tek değil. Ne Fransa’da ne de Avrupa’da. Yeğeni Marionne Maréchal-Le Pen, üçüncü kuşak Le Pen olarak 2012’de 23 yaşında iken seçildiği Fransız Parlamentosu’nda politik misyonunu sürdürürken, partisi Ulusal Cephe’de teyzesinin “fazla ılımlı” bulduğu politikalarına eleştirilerini dile getirmeye başladı.

Almanya’da Eylül 2017 seçimlerinde büyük başarı kazanıp üçüncü büyük parti olarak parlamentoya giren AfD (Almanya İçin Alternatif Partisi) eski eşbaşkanı Frauke Petry, seçimin hemen ardından partisinden istifa etmiş olsa da, eski eşbaşkan, LGBTI kimliğini gizlemeyen Alice Weidal ile birlikte, partinin seçmen tabanını, özellikle de kadın seçmenlerin sayısını dikkate değer ölçüde arttırabildi.

Irkçı vurgularıyla öne çıkan Norveç İlerici Parti’nın lideri, bir dönemin maliye bakanı Siv Jensen de, kendisini Thatcher tarzı bir serbest piyasa muhafazakârı, partisini “klasik liberal, hatta çok demokrat” olarak tanımlasa da, “sinsi” İslâmileşme karşısında yurttaşları uyarmayı bir parti politikası olarak benimsemesi ve İsrail’e verdiği ateşli destekle “anaakım sağ”dan yolunu ayırıyor.

Danimarka Halk Partisi lideri Pia Kjaersgaard da muadilleri gibi sıkı anti-göçmen politikalarıyla temayüz ediyor, 2000 yılında Danimarka’nın euro’yu para birimi olarak benimsemesine karşı yürüttüğü başarılı kampanyayla anımsanıyor.[13]

Britanya’nın faşist partisi Britain First’ün kadın lideri Jayda Fransen ise tavizsiz ırkçı ve İslâm karşıtı görüşleriyle tanınıyor.

Faşizmin “kadın yüzü”, hiç kuşku yok ki “aşırı sağın şiddete eğilimli, eril yüzü”nden rahatsız olan kadın seçmenleri[14] aşırı sağa ikna etmeye yöneliktir.[15] Ve aşırı sağa destek veren kadın oylarındaki yükselme trendi, bu tip parti ve hareketlerin saçaklardan merkeze doğru taşınmasında etken oluyor.

Bu nedenle de bu hareketler, açık ayırımcı, kadın düşmanı söylemleri geri çekmekte, kadınların aktif siyasete girmeleri desteklenmekte, çalışma, çocuk sahibi olma gibi konularda “tercih” vurgusu ön plana çıkmakta, hatta LGBTI hakları gündeme getirilmektedir. 2015 seçimlerinde 4 milyon oy alan Brexit yanlısı ırkçı UKIP bünyesinde örneğin, bir LGBT grubu bulunuyor. Hem partilileri LGBT’ye ilişkin konularda eğitmek, hem de dışa karşı partinin “homofobik” olmadığını kanıtlamak için.[16]

Kadınların son yıllarda ırkçı, faşist partilere ilgisinin artmasının ikinci etkeni ise, hiç kuşkusuz, giderek yaygınlaşan İslâmofobi. Ya da “yabancı/göçmen düşmanlığı”, ırkçılık gibi ayırımcılık biçimlerinin Avrupa ülkelerindeki “Müslüman öteki”ne yönelmesi. İşin ilginç yanı, örneğin Fransız ya da Alman, İngiliz vb. erkeklerin kadınlara yönelik şiddet ve cinsel saldırıları karşısında genellikle sessiz kalan faşistlerin[17], saldırgan Müslüman ülke kökenli biri olduğunda, feminist kesilmeleri. 2015 yılbaşı gecesi Köln’de yaşanan toplu tacizi bahane ederek göç konusunda bir referandum çağrısı yapan Marine Le Pen, “Korkarım ki göçmen krizi kadın haklarında sonun başlangıcını işaret ediyor,”[18] diyor örneğin Opinion dergisine verdiği röportajda. Bu konuda yalnız değil; “Avrupa sağı uzun süredir hicab’ı ataerki simgesi olarak görüyor. Daha yakın zamanlarda ise Müslümanların mahallelerinde eşcinsel ve kadınlara yönelik saldırıların Avrupa değerleri açısından bir tehdit teşkil ettiğini vurgulamaya başladı.”[19]

Peki ya ABD?

Avrupa sağı üzerinde bu kadar durup da Trump’ın ABD’sinden söz etmemek olmaz.

Neoliberalizm 1980’lerde Reaga-Thatcher ikilisi eliyle kesin zaferini ilan ettiğinde, emekçilerin, yoksulların ve kadınların ellerinden tüm kazanımlarını geri almaya yönelik bir toplumsal-kültürel dalganın yükselişine de tanık olduk. Kendilerini “yeni-muhafazakâr” (neo-con) olarak tanımlayan yeni tip ideologlar, serbest piyasaya tam iman etmişken, ateizm, feminizm ve aşırı liberalizm elinde fazlasıyla aşındığını düşündükleri ahlâksal değerlere dönüş çağrısı yapıyorlardı topluma: kürtaj karşıtlığı, evlilik ve aile bağlarının kutsanması, genç kızların evliliğe kadar bekaretlerini muhafaza etmeleri, çok çocuklu ailelere dönüş, kiliseye dönüş, LGBTI düşmanlığı, göçmen karşıtlığı…

İşin ilginç yanı, kadınların bu hareketler içinde başat bir yer tutmalarıydı. “İlginç”, lafın gelişi. Yoksa ABD’nde kadınlar öteden beri sağcı taban örgütlerinde başat rol oynayagelmişlerdir: ABD feminizminin köklerinde kısmen orta sınıf kadın örgütlerinin alkolün yasaklanması, fuhşun önlenmesi vb. konusundaki eylemlerini kapsayan “Ahlâkî Diriliş” hareketinin yattığı göz önünde bulundurulduğunda, bunda şaşılacak bir şey yoktur.

“Kadınlar en azından McCarthy döneminden bu yana sağ kanat hareketlerde başat olageldiler,” diyor Michelle Goldberg. Ve sosyalbilimci Abby Scher’den aktarıyor: “1950’lerin başları boyunca taban antikomünist aktivistlerin büyük bölümü, kadınlardı.” 1980-90’larda hareketin sürmesini olanaklı kılan yerel eylemcilerin çoğunluğunu da kadınlar oluşturmaktaydı.[20] “Kartal Forumu”yla Eşit Haklar Yasası’na (ERA) karşı amansız bir haçlı seferi başlatan Phyllis Schlaffly, kadınlara evlerine dönüp yuvalarının uysal melekleri, müşfik anaları olma işini yeniden öğretme misyonunu üstlenen Ruth Carter Stapleton, Anita Bryant, Marabel Morgan sağcı kadınların “antifeminist” cihadının 1980-90’lı yıllardaki başkomutanlarıydı.[21] Bu kez “ABD Başkanları’nın en cinsiyetçisi” ödülünü hak eden Donald Trump’a yedeklenen ABD’li neo-con kadınlar muhafazakâr vaazları ile “feministçe” yaşam tarzları arasında keskin bir çelişki sergileseler de[22], ana argümanlarını feminizm karşıtlığı üzerinde temellendirmektedirler. Phyllis Schlaffly, örneğin, 1970’lerin sonları, 80’lerin başlarında Eşit Haklar Yasası’na karşı savaşım yürütürken, yasanın kadınlara zorunlu askerlik getireceği ve kocaları eşleri ve çocuklarına olan malî yükümlülükten kurtararak kadınlara zarar vereceği tezlerini işlemekteydi. İzinden giden neo-con kadınlar da argümanlarını feminist taleplerin kadınlara zararlı olduğu savına dayandırıyorlar:

• Kürtajın kadınlara zarar verdiği: Amerika’nın Kaygı Duyan Kadınları örgütü, örneğin, kürtajın depresyon, kaygı ve meme kanserine yol açtığı, serbest bırakılmasının bu semptomların yaygınlaşmasına yol açtığını ileri sürüyor.

• Silahları sınırlandırmaya yönelik yasanın kadınlara zararlı olacağı: Bağımsız Kadınlar Forumu sözcüsü, Ocak 2013’te silah bulundurmayı sınırlandırmaya yönelik yasanın cinsiyetler arasındaki kuvvet dengesini, silahlı bir kadının saldırganlara karşı daha avantajlı olduğunu ileri sürmüştü.

• Genç üniversiteli kadınların feministlere karşı çıkma ve kadın araştırmaları müfredatını sorgulamaya teşvik edilmesi: ClareBooth Luce Politika Enstitüsü, örneğin, muhafazakâr kadın öğrencileri eğitiyor ve feminist Vajina Monologları’nın sahnelenmesinin engellenmesi konusunda teşvik ediyor. Feminist yaklaşımın kadınları “cinsel organlarına indirgerken”, kadınları gerçekten güçlendirmenin yolunun “yürekte ve akılda” yattığını öne sürüyorlar.

• Kadınlara Karşı Şiddet Yasası’nın eleştirisi: Bağımsız Kadınlar Forumu, kuruluşundan bu yana, “aile-içi şiddetin temel nedeninin cinsiyetçilik olduğu varsayımıyla bağdaşmadıkları için, uyuşturucu kullanımı, psikolojik bozukluklar ve evlilik sorunları gibi kanıtlanmış şiddet nedenlerine çok az fon ayrılmasını öngören” bu yasaya karşı çıkıyor.[23]

Sonuç Olarak…

Görüldüğü üzere yeni-muhafazakârlık, ahlâkçılık, din, milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, İslâmofobi gibi girdilerden beslenen neo-faşist hareketlerin kadınlarla ilişkisi oldukça karmaşık. Bizatihî kadınları, üstelik de neredeyse iki yüzyıllık bir “kadın mücadeleleri” tarihinin kazanımlarının meyvalarını devşirmiş kadınları içermeyi arzuladıkları ölçüde, geleneksel misojin karakterlerini zaman zaman bir hayli esnetmek, eğip bükmek zorunda kalıyorlar. Öte yandan, orta-alt sınıf kadınların neoliberal dönüşümlerin yıkıcı sonuçlarından kaynaklanan kaygılarını, hoşnutsuzluklarını (çeperlerden merkeze yönelik göç dalgası, işsizlik, yoğunlaşan geçim sıkıntısı, kadın ticareti, uyuşturucu kullanımı, sokak şiddeti ve suç oranlarındaki artış…) manipüle ederken, kadınların mobilizasyonundan da büyük ölçüde yararlanmazlık edemiyorlar. Faşizmin gövdesi, böylelikle kadınlaşıyor. Kadınlaşırken de kadınlara itici gelmeyecek söylemleri benimsiyor… Ya da benimser gözüküyor.

Çünkü faşizm pragmatik, akışkan ve demagojik bir görüngüdür. Umberto Eco, onun “düş kırıklığı ve çaresizlik duygusu içindeki bir ‘orta sınıfa’, ekonomik bunalımdan ya da politik aşağılanmadan mustarip ve alt toplumsal katmanların baskısından korkan bir sınıfa çağrıda bulunduğunu vurgularken ana karakteristiklerini “gelenek kültü, issasyonalite, eylem-merkezcilik, anti-entelektüalizm, farklılık korkusu, milliyetçilik, aşağılanmışlık duygusu, savaş ruhu, popülist seçkincilik, machismo, parlamentoya inançsızlık, basitleştirici bir yeni söylem” [24] olarak sıralar. Öyle gözüküyor ki faşizm, bu karakteristikleri, içinde boyverdiği dönemin koşullarına göre serbest nazım yeniden ve yeniden dizayn edebilmektedir. Nitekim, ortalama insanın en yontulmamış hissiyatına seslenen demagojik (ve irrasyonel) özelliği, kendisini çelişkilerini açıklamak ya da özeleştiriye tabi tutmak gibi çapraşık işlemlerden azade kılmaktadır.

Nitekim, akademik, feminizan, LGBTI-duyarlı, hatta çevreci vurgularla yola koyulan ve başlangıçta “profesörler partisi” olarak adlandırılan Alman neo-faşist AfD, sığınmacılar krizinin patlak vermesiyle birlikte, toplumsal tabanını değiştirerek yeni bir söyleme yönelecekti: Yıldızoğlu’nun deyişiyle, parti, “geleneksel faşist partilerin kültürlerine çok benzeyen eklektik, ırkçı, yabancı düşmanı, giderek daha çok ataerkil (LGBT evliliklerine karşı) bir kültür ve rakip siyasi liderlere hakaret etmeyi doğal sayan, şiddet öğeleri içeren, 1930’lardan bu yana duyulmamış bir dili birleştiriyor. Nazi, SA kadrolarının taşıdığı hançerinin kabzasına kazılı “Her şey Almanya için” sloganı, AfD toplantılarında da duyuluyor.”[25]

“AB’ye tam üyelik” perspektifiyle Türkiye’yi “vesayet rejimi”nden kurtararak demokratikleştirmek ve özgürleştirmek, Kürt sorununu çözüme kavuşturmak söylemleriyle yola çıkan bir partinin nelere dönüşebileceğine birinci elden tanık olan bizler için bu dönüşümü anlayabilmek, hiç de zor değil!

 


[1] Newroz, Ocak 2018… İstanbul Özgür Üniversite’de 13 Ocak 2018’de yapılan konuşma…
[2] Otto Weininger
[3] Sol Haber Portalı, “AKP’li Yazar: Bu Kuşak Devletin Anasını Ağlatır”, 10 Eylül 2017… http://haber.sol.org.tr/toplum/akpli-yazar-bu-kusak-devletin-anasini-aglatir-209058
[4] Aktaran: Martin Durham, Women and Fascism, Londra-New York, Routledge, 1998: 18.
[5] Aktaran: Victoria de Grazia, How Fascism Ruled Women, Italy 1922-1945. University of California Press, 1992: 41.
[6] Hitler, Kavgam’da “ırk”ı bozan tehditlerden biri olarak gördüğü fuhuş ve cinsel aşırılıklara karşı mücadele için gençlerin olabildiğince erken evlendirilmesini va’zeder. Evliliğin amacı, türü ve ırkı korumaktır. Ancak tek başına evlilik yeterli değildir; aynı zamanda cinselliğin erken uyanmasını önlemek için eğitim de gereklidir. Ve hiç kuşkusuz, yozlaşmış, müstehcen kültüre karşı mücadele… “Tiyatro, sanat, edebiyat, sinema, basın, afişler ve vitrinler çürüyen dünyamızın bütün tezahürlerinden arındırılmalı ve ahlaksal, siyasal ve kültürel fikirlerimizin hizmetine sokulmalıdır. (…) Kişisel özgürlük hakkı, ırkı koruma görevinin önünde geriler.” (Mein Kampf, 1969: 234) Ahlaksal çürümenin sorumlusu ise, tabii ki Yahudilerdir: “Modern Almanya’da yüzbinlerce kişi, şeytani bir neşeyle, kanıyla kirleterek halkından çalacağı saf kızlar için pusuya yatmış Yahudiler tarafından baştan çıkartılıyor.” Hitler’e göre tek bir kutsal hak vardı: kanı en saf hâliyle koruma hakkı.” Köşe başlarında satılan doğum kontrol hapları, en sağlıklı Almanların çoğalma haklarını ellerinden almaktaydı. Ve geleceğin devleti, ırkı merkeze yerleştirerek yalnızca sağlıklı olanların çocuk sahibi olmasını sağlayacak, sağlıksızların dünyaya çocuk getirmesi, sağlıklıların ise getirmemesi bir onursuzluk addedilecekti. (Mein Kampf, 1969: 365-7)
[7] Cihan Aksan-Jon Bailes, “Faşizm Geri mi Dönüyor?”, 15 Aralık 2017… http://yenidenatilim.com/fasizm-geri-mi-donuyor-cihan-aksan-ve-jon-bailes/3251/
[8] a.y.
[9] “Demokrat/sol/sosyal demokrat/sosyalist yaftalı partilerin Kuzey Amerika ve Avrupa’da neoliberal politikaların şampiyonluğunu yaptığı unutulmamalı.
[10] a.y.
[11] Kürtaj karşıtlığı sık sık, göçmenlerin hızlı üremesi korkusu karşısında “ulusal kimliği koruma” tınısıyla yüklenir. Jean-Marie Le Pen, 1986’da Daily Mail’e verdiği röportajda: “Çok daha fazla Fransız annenin Fransız bebekler doğurup ülkeyi Fransızlarla doldurmasını istiyoruz ve evlerinde oturup gururlu, sağlıklı insanlar yetiştirmeleri için onlara para ödeyeceğiz,” diyordu. (Durham, 1998:66)
[12] Aamna Mohdin, “Marine Le Pen’s plan to lure French women to the far right is working”, Quartz, 8 Mart 2017… https://qz.com/926336/le-pen-is-slowly-destroying-the-consensus-that-soft-hearted-women-vote-left/
[13] “Women of the Far Right”, Vogue,10 Nisan 2017… http://www.vogue.co.uk/gallery/women-of-the-far-right-politics-europe.
[14] İsveç ve Hollandalı toplumbilimcilerin 17 Avrupa ülkesinde yürüttüğü ve 2015 sonlarında Patterns of Prejudice dergisinde yayınlanan bir araştırma, kadınların aşırı sağa oy vermedeki gönülsüzlüklerinin, başka etkenlerin yanı sıra, bu partilerin tarihsel olarak şiddete yatkınlıklarından kaynaklandığını ortaya koymuştu. (Somini Sengupta, “On Europe’s Far Right, Female Leaders Look to Female Voters”, The New York Times, 2 Mart 2017… https://www.nytimes.com/2017/03/02/world/europe/political-strategy-for-europes-far-right-female-leaders-wooing-female-voters.html.)
[15] Yine de bütün kadınların “şiddetten arınmış” bir görüntüyü arzuladıklarını söylemek olanaksız. Alman neo-nazileri arasında 1991’de kurulan Alman Dazlak Kızlar Cephesi (SFD) mensubu kadınlar, ırkçı saldırılarda aktif rol almakta, örneğin. (Durham, 1998: 63)
[16] “Far-right Millennials: What Drives Young Women To Extreme Politics?” Marie-Claire… http://www.marieclaire.co.uk/reports/far-right-millennials-507601.
[17] Britain First liderlerinden Jayda Fransen’in parti lideri Paul Golding’in adının karıştığı bir cinsel taciz vakasını örtbas etmeye çalıştığı yakın zaman önce medyaya yansımıştı. (“Britain First’s Jayda Fransen ‘tried to halt sex assault complaint’, The Guardian, 2 Aralık 2017. )
[18] Somini Sengupta, “On Europe’s Far Right, Female Leaders Look to Female Voters”, The New York Times, 2 Mart 2017… https://www.nytimes.com/2017/03/02/world/europe/political-strategy-for-europes-far-right-female-leaders-wooing-female-voters.html.)
[19] a.y.
[20] Michelle Goldberg, “Women in Conservative Politics: The Original Mama Grizzlies”… https://www.thedailybeast.com/women-in-conservative-politics-the-original-mama-grizzlies
[21] 20. yüzyıl sonlarına doğru “Neo-con” Amerikan sağının antifeminist “cihad”ı konusunda bkz: Andrea Dworkin, Right Wing Women, Perigee Books, 1982.
[22] Yeni neo-con “star”lardan Christine O’Donnell örneğin… Şöyle tanımlanıyor: “Yalnızca lezbiyen bir kız kardeşi olan LGBTI-karşıtı bir eylemci değil. Aynı zamanda bekar, çocuksuz ve Hıristiyan rock şarkıcısı David Hust’la aynı evi paylaşan bir aile değerleri şampiyonu. Hükümetin toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama yönündeki girişimlerinin önünü kesmek için çabalayan bir örgüt için canla başla çalışıp, kadınların “zarafetle kocalarına teslim olmaları”nı va’zediyor. Ancak Intercollegiate İncelemeler Enstitüsü’nde (ISI) işe girip cinsiyeti nedeniyle ayırımcılığa uğradığı hissine kapılınca Medenî Kanun’un XII. maddesi gereği 6.9 milyon dolarlık bir tazminat davası açmakta duraksamadı. Avukatı dava dilekçesinde şöyle yazıyordu: “ISI’nin toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin belirli bir yorumu benimseyen muhafazakâr inançlarına göre, Bayan O’Donnell’in kurumda çalıştığı sırada ISI kadınların bir erkeğin gözetimi altında çalışması ve bir erkeğin yönetim ya da yetkesi altında olmaksızın yetke sahibi kılınmaması gerektiğine ilişkin kurumsal inancını ifade etmiştir.” (Michelle Goldberg, a.y.)
[23] Ronnie Schreiber, “How Conservative Women’s Organizations Challenge Feminists in U. S. Politics”… www.scholarsstrategynetwork.org
[24] Umberto Eco, “Ur-Faşizm ya da Sonsuz Faşizm”, B. Brecht, U. Eco, I. Ehrenburg, Faşizm Yazıları, Ütopya Yay., 2001, ss.47-53.
[25] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Zamanın Ruhu’ Olarak Almanya”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2017.