Erdoğan’ın Tek Yön Bileti: Türkiye’de Otoriter Konsolidasyon Girişimi

Mevcut iktidarın ömrünü tükettiği, hatta uzatmaları oynadığı muhalifler arasında oldukça yaygın bir görüş. Ancak bu yaygın kanının dayanakları genellikle dikkatli bir şekilde ortaya konulmuyor. Analitik neden sonuç zincirinden kopuk görüşler, temenni olarak görülebilir. Ancak bu görüşlere dayanılarak yaratılan temelsiz umut, aksi gelişmelerde hızla ölçüsüz hayal kırıklıklarının yaşanmasına neden oluyor. Daha önemlisi, AKP’den ayrılarak kurulan iki yeni oluşumun, iktidarın sonunu getirmeye yeterli olacağı düşüncesi, yine aynı çevrelerde yaygın bir kabul halini almaya başlıyor.

Bu yazı ile geçtiğimiz ayki ‘Otoriter Konsolidasyon Kapısı Aralandı’ başlıklı yazımın devamı olarak, yukarıda özetlediğim görüşten farklı düşündüğümü vurgulamak ve geçen ay kaldığım yerden kendi pozisyonumu sistematik olarak açıklamayı sürdürmek istiyorum.

Otoriter Konsolidasyon Ne Değil?

Geçtiğimiz ayki yazıda, iktidarın 2020-2023 stratejisinin yeni bir erken seçime gitmek yerine yeni rejimin sağlamlaştırılması, tahkim edilmesi olabileceğine işaret etmiştim. Bunu açıklamak için kullandığım ‘otoriter konsolidasyon’ kavramının ne olmadığı ile iki netleştirme ile başlayayım.

İlk olarak otoriter konsolidasyon ile partilerin ya da ittifak bloklarının kendi seçmen tabanlarını güçlendirmek için uyguladıkları siyasi stratejileri kast etmiyorum. İktidar koalisyonundaki partilerin tabanlarını güçlendirmeleri ya da deyim yerindeyse ‘safları sıklaştırmaları’, otoriter konsolidasyonun plebisiter bir bileşeni olabilir. Ancak bu kavram ile bizzat yapısal krizle bağlantılı bir süreçte belirginleşen otoriter tahkimatı kast ediyorum.

İkinci olarak, otoriter konsolidasyon seçimlerin ve siyasi partilerin tamamen ortadan kaldırılması da değildir. Aksine, seçimler otoriter konsolidasyonun önemli bir bileşeni olabilir.

Zira 2013 sonrasına denk gelen yapısal kriz konjonktüründeki tüm seçimler, yeni rejimin kurulmasında kritik işlev görmüştür.

Yapısal kriz konjonktüründe iktidarın oy kaybetmesi kaçınılmaz. Ancak seçmen düzeyinde iktidar koalisyonunun desteğinin azalması, otomatik olarak muhalefet bloğunun genişlemesi anlamına gelmeyebilir. Örneğin Konda Araştırma Şirketi genel müdürü Bekir Ağırdır geçen hafta yaptığı bir değerlendirmede kararsızların oransal olarak dikkat çekici bir şekilde yükseldiğine (her 100 seçmenin 37’si) işaret ediyor. Otoriter tahkimat için önemli olan, iktidar bloğuna olan desteğin azalması durumunun muhalefete olan desteğin artmasına dönüşmemesidir. İktidarın 2020-2023 stratejisi tamamen bunun üzerine kurulmuştur.

Otoriter Tahkimatın Bileşenleri

Christian Göbel (2011: 182) otoriter konsolidasyonu ‘yönetici elitlerin kendi konumlarını güvence altına almak amacıyla yönlendirdikleri bir devlet projesi’ olarak tanımlıyor[1]. Göbel, yönetici sınıfların despotik güç, altyapısal ya da söylemsel güç kullanarak iktidarlarını sürdürmeye çalıştıklarını, ancak otoriter konsolidasyonun tamamlanması için despotik gücün altyapısal ve söylemsel güç ile tamamlanması gerektiğine işaret etmektedir. Bu üçlü ayrım üzerinden düşünürsek, despotik gücü, devletin baskı aygıtlarının güçlendirilmesi; altyapısal gücü devletin kurumsal kapasitesinin geliştirilmesi ve söylemsel gücü ise, iktidarın söylem kurma kapasitesi, medya üzerindeki hakimiyeti ya da daha genel olarak ideolojik hegemonya sağlama gücü olarak görebiliriz.

Elbette bu tip bir ayrımı Türkiye’deki otoriter konsolidasyon süreci açısından değerlendirdiğimizde, iktidarın en zayıf olduğu alanın altyapısal gücü olduğu kolaylıkla göze çarpıyor. Bunun üç nedeni var. İlki, devlet kapasitesinin zaten otoriter konsolidasyon girişimi öncesinde de zayıf olmasıdır. Bu bazılarına şaşırtıcı gelebilir. Bunun nedeni liberal analizler tarafından hatalı bir şekilde ileri sürülen ‘güçlü devlet tezi’dir. İkincisi ise, yeni rejimin kurumsal mimarisinin henüz oturmamış olmasıdır. İkinciyle bağlantılı olan üçüncü neden, devlet krizinin çözülememiş olmasıdır.

Otoriter Tahkimatın Koşulları

Ancak bu üç güç tipinin otoriter tahkimatı sağlayacak şekilde çalışmasının koşulları var. Bunlardan ilki ekonomik büyümenin sürmesi, ikincisi de yapısal krizin önemli bir bileşeni olan birikim rejimi krizinin aşılması konusunda yeni bir birikim stratejisi üzerinde hakim sermaye fraksiyonlarını da içeren bir yeni uzlaşma.

Üçüncüsü de mevcut iktidar bloğu içindeki dengenin sürdürülmesi. Daha önceki bir yazımda Türkiye’deki mevcut iktidar bloğu hakim sermaye fraksiyonu, devlet bürokrasisi ve siyasi partileri kapsadığına işaret etmiştim. Üç ayak üzerinde yükselen bu yapının dış kabuğu iktidarın ulusalcı/milliyetçi-muhafazakar ideolojisi ile örülü. Erdoğan yönetiminin önce Suriye, ardından da Libya’daki dış politika aktivizmi ile içeride HDP’nin kriminalize edilmesi stratejisi, iktidar bloğunun bütünlüğünün sağlaması amacıyla hayata geçiriliyor.

Dikkat edilirse, sıraladığım üçüncü koşulun hayata geçmesi, ilk ikisine bağlı. O nedenle ekonomik gelişmelere biraz daha detaylı bakmakta fayda var.

Utangaç Kalkınmacılıktan Post-Neoliberalizme

2015 yılına gelindiğinde, 2013 sonrasındaki yapısal kriz konjonktürünün belli başlı tüm belirtileri ortaya çıkmış ve 2001 sonrası kurulan büyüme modelinin sonuna gelinmişti. 2016’da daha da belirginleşen utangaç kalkınmacılık, 2017 itibariyle yeni rejimin kurucu bir unsuru haline gelmişti.

2013 sonrasında AKP iktidarının yapısal krizi kısmen el yordamıyla geliştirdiği, büyük oranda da yapmak zorunda kaldığı uygulamalar, 2018 krizi sonrasında giderek daha da şekillenmeye başladı. 2018-2019 krizi, utangaç kalkınmacılıktan post-neoliberalizme geçişi hızlandırdı. 2018’deki döviz krizinden sonra, neoliberal paketin temel özelliklerinden olan sermaye hareketlerin serbestliğinde önemli kısıtlamalara gidildi. Yumuşak sermaye kontrolleri olarak da adlandırılabilecek bu uygulamanın amacı TL’nin istikrarını sağlamak vardı.

TL’nin istikrarını sağlamada yumuşak sermaye kontrolleri kadar, kamu bankalarının müdahaleleri de etkili oldu. Bu da neoliberal paket çerçevesinde hoş karşılanan bir uygulama değildi. Kamu bankaları sadece TL’nin istikrarlandırılmasında kullanılmadı, aynı zamanda kredi canlanmasının temel dinamosu olarak da işlev gördü.

2019 Nisan’da açıklanan kısmi ithal ikamesi programının (İVME programı) uygulama sonuçlarını ya da sanayide ithalata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan diğer irili ufaklı destek paketlerinin sonuçlarını henüz net bir şekilde göremiyoruz. Ancak belirgin olan, 2020 itibariyle küresel ekonomik konjonktürün, Erdoğan yönetiminin post-neoliberalizm doğrultusunda ilerlemesine olanak tanımasıdır.

Geri Dönüşü Olmayan Yolculuk

Yazdıklarımı kısaca toparlayayım. 2018-2019 ekonomik krizini, 2013 sonrası yapısal kriz konjonktürünün son halkası olarak görüyorum. Yapısal kriz, ekonomik büyüme modeli ve ekonominin düzenlenme biçiminden oluşan birikim rejimi krizi ile devlet krizinin aynı anda yaşanmasıyla oluşuyor. Bu anlamda yapısal kriz, 2013 sonrası sürecin tanımlayıcı özelliği.

2019’da küresel ekonomik konjonktürün değişimi, Erdoğan yönetimi için bir cankurtaran işlevi görmüştür. ABD’deki genişleyici para politikası, Türkiye ekonomisinin çok daha hızlı toparlanmasını mümkün kılmıştır. Zira 2018’in küresel ekonomik koşulları 2019’da da geçerli olsaydı, Türkiye ekonomisi için çok daha sert bir daralmadan söz ediyor olacaktık.

2019’un son aylarından itibaren başlayan ve 2020’de de devam eden kredi patlaması, otoriter konsolidasyon girişimine can suyu vermiştir. Olası bir yeni kur şoku, iktidarın bu stratejisine büyük bir zarar verebilir. Merkez bankasının faizleri olabilecek en hızlı şekilde düşürmesinin, bu yönde bir risk oluşturduğu da söylenebilir. Ancak iktidar bu riski almıştır.

Böyle bir konjonktürde, mevcut iktidar açısından devletin baskı aygıtlarının giderek daha fazla öne çıkması, otoriter bir post-neoliberal rejimin kuruluşu için kaçınılmaz bir zorunluluk olarak belirginleşmektedir. İktidarın tuttuğu bu yol, kendileri açısından geri dönüşü olmayan bir yolculuktur.

[1] Göbel, C. (2011). Authoritarian Consolidation. European Political Science, 10(2), 176–190.