DNA’mızın ne ırkı var, ne de milliyeti

Popülasyon genetiği adlı bilim dalının ortaya koyduğu bilimsel bulgular, ırkçılığın ve etnik milliyetçiliğin bilimsel gerçeklerle çeliştiğini gözler önüne seriyor.

Bilimsel gelişmeler, ortaya çıkarılan ve kanıtlanan bilimsel bulgular zaman zaman bazı ideolojik görüşlerin ve yüzyıllara dayanan inançların altındaki halıyı çekiverir.

Örneğin, Kopernik, Kepler ve Galilei, Dünya’nın Güneş’in etrafında dönen sıradan bir gezegen olduğunu bilimsel kanıtlarıyla ortaya koyduklarında, binlerce yıllık bir ideolojinin de köküne kibrit suyu ekmiş oldular. Benzer bir süreç, Darwin’in Evrim Kuramı konusunda yaşandı. Bugün artık Yaratılışçılığın bir boş inanç olduğu, evrimin bir olgu olduğu gün gibi açık, bilimsel bir gerçek.

Son olarak popülasyon genetiği adlı bilim dalının ortaya koyduğu bilimsel bulgular, ırkçılığın ve etnik milliyetçiliğin de bilimsel gerçeklerle çeliştiğini gözler önüne seriyor. Hele hele türümüz olan Homo sapiens’in 200 bin yıllık uzun yürüyüşünün belki de trafiği en sıkışık geçiş yolunu teşkil eden Anadolu ve Orta Doğu coğrafyasında…

Hepimiz Homo sapiens’iz ve Afrika kökenliyiz

Birinci gerçek şu: Hepimiz Homo sapiens’iz ve Afrika kökenliyiz. Geçmişte başka insan türleri (homo neanderthalishomo erectushomo habilis vb) de olmuş, ama bugün yaşayan insanların hepsi Homo sapiens türüne ait ve hepimiz yaklaşık 200 bin yıl önce Afrika’dan çıkan ve oradan tüm dünyaya yayılan bir grup insandan köken alıyoruz. Gen biliminin teknikleriyle yapılan analizler bu gerçeği gözler önüne seriyor.

Bu olgu, aslında bizim büyük bir şansımız. Pekâlâ, diğer pek çok canlı türünde olduğu gibi, aralarında üreme olanağı bulunmayan çeşitli insan alt-türleri birlikte yaşıyor olabilirdi. Bu durumda neler yaşanabilirdi, tahmin edilebilir! Belki de oldu ve bu durum ortaya çıktı; mümkün! Neyse…

Aslında yaşayan tüm insanların aynı alt türe ait olduğu gerçeği bile kaba ırkçılığı bitirmeye yeter.

Amcamız genetik olarak bize bir siyahîden daha uzak olabilir

İkinci gerçek ise şu: İnsanları deri renklerine göre, “ırk” adı altında temel gruplara ayırmanın biyolojik (yani bilimsel) hiçbir dayanağı yok.

İnsanları “uzun-kısa boylular”, “sarışınlar-esmerler”, “şişmanlar-zayıflar” veya “koyu-açık renk gözlüler” diye sınıflandırmak ne kadar anlamlı ise, “kara-beyaz-sarı derililer” şeklinde ayırmak da ancak o kadar anlamlı.

Çünkü genetik analizler kanıtlıyor ki, amcamız veya teyzemizle olan genetik farklılıklarımız, pekâlâ Mozambikli bir siyahî ile olan genetik farklılığımızdan daha fazla olabilir ve genellikle de öyledir.

Kısacası “ırk” bir ideolojik kurgu kavram, biyolojik anlamda ayırıcı bir nitelik değil. İnsanları deri renklerine göre sınıflandırmanın, hele buradan bir hiyerarşi üretmenin biyolojik ve genetik olarak hiçbir dayanağı ve anlamı yok.

Artık biyologlar, “ırk” diye bir kategori kullanmıyorlar. Elbette hâlâ ırkçılık yapanlar, “arî ırk” uydurmacasının peşinden gidenler, örneğin kara derilileri “aşağı ırk” olarak görenler çıkabilir. Ama bunun dünyanın düz ve sabit olduğunu iddia etmekten hiçbir farkı bulunmuyor.

Etnik milliyetçilik de ideolojik bir kurgu, hele Anadolu’da…

Üçüncü gerçek ise günümüz açısından daha da önemli; çünkü “etnik nitelikler” ve “ulusların tarihi” gibi el yakıcı konularla ilişkili.

Genetik ve istatistiksel yöntemler kullanılarak yapılan çalışmalarda (Örneğin: Cavalli-Sforza, Menozzi ve Piazza, The History and The Geography of The Genes, 1994) tüm dünya ve ayrı ayrı kıtalar düzeyinde insan topluluklarının genetik çeşitliliklerinden kaynaklanan farklılıklar (ve yakınlıklar) incelenmiş.

Ulaşılan sonuçlar, daha sonra en gelişmiş tekniklerle yapılan genel ve bölgesel araştırmalarla da doğrulanmış. Çalışmaların bizim coğrafyamızla ilgili olan bölümleri çarpıcı.

Genel anlamda ortaya çıkan ilk sonuç, Anadolu’nun birçok farklı gen frekansının buluştuğu ve melezleştiği bir coğrafya olduğu. Hatta diyebiliriz ki Anadolu, dünyanın en melez coğrafyası.

Bu da son derece doğal. Çünkü Anadolu, tarih öncesinde ve tarih boyunca insan topluluklarının göçlerine en fazla maruz kalan bir geçiş coğrafyası. Tabii sadece geçiş değil. Her gelen bu güzel ve verimli topraklara yerleşmiş, uygarlıklar kurmuş, demini bırakmış, karışmış…

Genetik yapıya ilişkin analizler başka türlü sonuçlar verseydi eğer -örneğin bir etnik grubun açık ara baskın olduğu bir durum ortaya çıksaydı- asıl o zaman şaşırmak gerekirdi.

Araştırmaların ortaya çıkardığı daha çarpıcı sonuçlar da var: Yunanlılar, Araplar, İranlılar, Kürtler, Ermeniler gibi komşularıyla arasındaki genetik yakınlık hesaplamalarında farklılık değerleri oldukça düşük olan Türkler, Türk dilleri konuşan Orta Asya’nın Altay, Yakut ve Tuva topluluklarıyla bunun 5-8 katı arası değişen değerlerde genetik farklılık gösteriyor.

Yani Anadolu insanı genetik yapı olarak komşularına yakın, Orta Asya topluluklarına değil. Orta Asyalılar genetik olarak Türkiye’nin yaklaşık yüzde 12’sini oluşturuyor, yani her 8 kişiden sadece 1 tanesi Orta Asya kökenli. Geri kalan yüzde 88 ise, Anadolu, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu popülasyonları ile benzerlikler paylaşıyor.

Yani, “Dünya dönüyor”!

Bütün bu bilimsel saptamalardan çıkarılacak bazı sonuçlar var elbette. Türkiye’de etnik milliyetçiliğin bilimsel olgular açısından hiçbir dayanağı yok. Örneğin “Türk” kavramını, etnik kökene vurgu yaparak “Orta Asya kökenli” tarif ettiğiniz an, Türklüğe en büyük ihaneti yapıyorsunuz demektir. Çünkü böyle bir kurgu, “Türkleri” Türkiye’de azınlık haline getirir. Bu dediklerimiz “Kürt” kavramı için de geçerli.

Elbette bu sonuçlar ortaya çıkarıldı diye, hemen ne ırkçılık bitecektir ne de etnik milliyetçilik. Bilimsel gelişmelerin dışındaki başka dinamiklerin de işlemesi ve başka süreçlerin de hızlanması gerekiyor.

Sadece “Dünya dönüyor” demek istedik.

Kaynak: Bilim ve Gelecek