Deniz Çınar ve Çocukluğum

Uzun bir yokuşu geride bıraktığımda kocaman gövdesi ile bir çınar ağacı karşılıyor beni. Köşede büfeye benzer derme çatma bir kulübe, içeride bir kadın ile bir adam önlerinde elektrikli bir soba ısınmaya çalışıyorlar. Dışarıda kirli, daha çok çınar yaprakları ile neredeyse örtülmüş masalar, sandalyeler bütün dağınıklığı ve salaşlığıyla baharı bekliyorlar. Büfeye yakın masalardan birine oturuyorum. Aslında oturmak bile denmez buna, masaya doğru çektiğim sandalyeye ilişiyorum. Ceketin yakalarını kaldırıp, cebimden sigaramı çıkarmaya kalmadan, büfeden çıkan adam yanımda bitiyor.

Bir şey sormasına fırsat vermeden, “Sade bir kahve” diyorum ve “varsa” diye de ekliyorum… Adam hiçbir şey demeden aynı yorgun adımlarla, bir an önce kulübenin sıcağına kendini atmak için geriye dönüp gidiyor.

Kışın buraları tenha oluyor, kimseler uğramıyor. Bu sessizlik insanı doğa ile baş başa bırakıyor, içine alıyor. Kalabalıklardan sıyrılır sıyrılmaz, bizde solan, doğadaki güzellikler görünür oluyor. Düşen her yaprağın, değen her yelin inciten bir sesi var. Zeytin ağacının her atığı burgu sayılır, bir baktığına insan dönüp bir daha bakar. Bu çınar için; “en az beş yüz yıllık, belki daha çok” diyorlar buranın yerlileri. Geçenlerde burada karşılaştığımızda anlatmıştı Dozerci Ali Usta… tam da burası Yorgo’ların bahçe kapısının önüymüş. Yerinde yeller esen kapın büyüklüğünü güzelliğini uzun uzun anlattı. “Çınar ağacı, kapının hemen sağına düşen yerdeydi” dedikten sonra çınarın biraz solunda durup, “Buradan girilir uzun ağaçlı bir yolla eve varılırdı” demişti.

Şimdi orada, ne bir yol ne bir ağaç vardı, uzakta yalnız temel taşları kalmış yıkıntı yığını duruyordu.  Sonra dönüp tepeleri gösterdi, düzlükleri göz alabildiğine uzanan zeytinliklerin hepsinin Yorgo’nun dedesinin olduğunu anlattı.

Muhacirlik zamanları, sene 925 hava bir soğuk bir sıcak, bir yağışlı bir güneşli, yollar çatal çatal, gözlerden süzülen ince gözyaşı, biraz tuzlu biraz acı… Yorgo ile başladığı oyunun yarısında dedesinin gürleyen ağlamaklı sesi, “Yorgo, gitme vakti…”

Gidiş o gidiş, gelen yok…

Ben, büfedeki adam ve kadın ellerimizi birleştirsek, saramayacağımız heybetli gövdesiyle çınar ağacı, insana küçük, küçücük olduğu duygusunu yaşatıyor. Büfeden çıkıp bir bardak su ile kahveyi getiren adamı gördüğümde, şimdi ellerim üşümeliydi diye aklımdan geçiyordu. Aksine, nedensiz parmaklarımın uçlarında ateş gezdiriyordum.

Önce suyu sonra kahveyi masaya bırakıp, “Afiyet olsun” deyip giden adamın ardından cam fincana çizilmiş lalelere baktım, ateş kırmızısı rengiyle başını eğmiş, içimde solmaya dönen bir gülü selamlıyordu. Bir an için nereye koyacağımı bilmediğim ellerim önce sustu, sonra birlikte bardağa uzandı. İçime düşen serin bir rüzgâr, Karadeniz’de bir dalgayla buluştu. Hemşinli Cihan Alptekin’in köylüsü Hasan taze acısıyla düşüyor aklıma. Geçtiğimiz yaz, söz verdiği halde gelmedi, kışın orta yerine zemheriye acı haberi düştü…

Ege’nin sularından çekilen ağlar, Karadeniz’e bir yol çiziyor yüreğimde. Yeşilse yeşil, maviyse maviydi dağlar. İnsanı biraz inatcı, zor, kadınları, erkekleri çoğunluk gök gözlü olur bu coğrafyanın… Biraz deniz, tuz ve yosun kokar her çocuğun eli. Şimdilerde ne zaman deniz desem, çınar desem çocukluğumu özlüyorum. Bir dağ köyü düşüyor aklıma.

Hasan KAYA
Latest posts by Hasan KAYA (see all)