Çöl nerede başlar nerede biter, bilinmez

Şat- Ül- Cerid bir zamanlar tüm Afrika’nın en büyük göllerinden biriydi. Şimdi ise, uçsuz bucaksız çorak bir toprak halini aldı. Günün birinde Romalılar geldiler. Kartaca’yı yakıp yıkıp, yerle bir ettiler. Sonra çöle diktiler doymak bilmez bakışlarını… Çöl bakirdi, dokunulmazdı. Orada El-Jem şehrini kurdular. Ve devasa Colesiumu…

Olanları, bir hurma ağacının tepesinde saklanarak izledim.

Köleler getirtilmişti dünyanın dört bir yanından. Gladyatörler ölüm ve özgürlük arasında gelip giderek yaşıyorlardı. Ya ölecek ya öldüreceklerdi. Zalimleri eğlendirmek için alınıyordu insanların canı… Arap tüccarlar bu pazarda paylarını bolca alanlar arasındaydılar.

647’de başlamıştı çölde, Arap istilası.
Emevi’ler geldiler, Abbasi’ler ve Roma’lılar. Onlar her yerdeydiler.
Hadrianus yenik çıkardı bütün savaşlardan, Carthage’lı Anibal karşısında… Cesur ve zeki bir komutan-kraldı; çok sevilen, saygı duyulan, adil ve hayli korkusuz .
Ne yazık, sonsuza dek süremiyordu hayat. Ölümüyle, bir gün halkını yasa boğdu. Cesaret ve başarının da mutlak bir sonu vardı.
Bir hıçkırık sesi duydum.
Prenses Alissa ağlıyordu, tutsak edildiği sarayın bir köşesinde… Anibal ölmüştü, yanındaydım, tanıktım. Usulca gidip ben kapatmıştım gözlerini hatta, alnına bir öpücük kondurup.
Ölen ağabeyi Anibal için döküyordu gözyaşlarını güzel Alissa… Ve tutsak olmanın derin utancıyla saklıyordu başını. Zalim Hadrianus sonunda yakıp yıkmıştı benzersiz Kartaca’yı. Sonra dikti gözlerini prensesin üstüne.
-“Evlen benimle” dedi, “Yaşamını bağışlarım. Hizmetkarlarının da… Dokunmam başka yere. Talan etmem ülkeni. Altınlarla donatır, özgürlüğünü veririm sana, kraliçem olursun.”
-“Matemdeyim” dedi prenses, “Ağabeyimi öldürdün. Sen düşmanımsın, nefret ediyorum senden, nasıl karın olurum ?”

Bir kan davasıdır başlamıştı aralarında. Ne denli vazgeçilmez hediyeler sunsa da belli ki kazanamayacaktı Hadrianus, prenses Alissa’nın kalbini.
-“İnsanlarımızı öldürdü barbarlar. Ağabeyimi… Yakıp yıktı yaşadığımız toprakları, halkımızı yok etti… Çölde çiçek açmıyor. Kabul edemem evlilik teklifini, böylesine nefret ederken…” diye düşünüyordu,
-“Beni de öldürtse ya… Bu utançla yaşamaktansa… Aşağılanmamı seyretmekten zevk alıyor eminim. Ondan öyle bir şey istemeliyim ki koşul olarak, bu mümkün olamayacak bir şey olmalı… Su getirtsin yakıp yıktığı ülkeme, Zaghouan’dan buraya, Kartaca’ya… Ama toprağa değmemeli su. Şişirsin bakalım bulutların yanaklarını rüzgarla, büyük imparator. Havada taşısın suyu rüzgar tanrısına… Toprağa hiç değmeden. O zaman evlenirim seninle zalim!” derim.

Gizlendiğim ağaçtan aşağı inip, onu uyarmak istedim. Belli ki haberi yoktu olacaklardan. Ben biliyordum yaşayacaklarını…
Sanal denizler yaratıyordu uygarlık bugün, o nereden bilecekti?
İsteği imkansız değil güzel Alissa’nın… Uyarmalıyım onu.
Yüzüm gözüm kum içinde, kaç zaman oldu? Hep yolculuk halindeyim…Çölde at sürdüm kilometrelerce. Uçtum, kum fırtınasının sırtına binip…
Ufuk çizgisinin başlayıp bittiği yerlerden geldim.
Deve sırtlarında geçtim Büyük Sahra’yı.
Uyarmalıyım onu. Hadrianus emir vermiş çoktan askerlerine… Atıldı temeli, tarihin göreceği ilk su kanalının.
Olamazdı, olmamalıydı.
Çağırdılar prensesi elçiler, paha biçilmez nadide hediyeler sunarak…
Hiç, yalnız konuşabilme fırsatımız olmadı onunla. Anlatamadım bildiklerimi, onu uyaramadım. Gözlerine inanamadı prenses, kilometrelerce uzanan su kemerlerini görünce. Titremeye başladı. Sanırım o an kendisi de olacakları anlamıştı.

Aşktı bu, düşmanların en büyüğü Hadrianus’u dize getirten.
Aşktı, ona 66 kilometrelik su kemerini yaptırmayı gerçekleştirten güç. İmkansız olmaktan çıkmıştı o an, Alissa’nın imkansız sandığı evlilik şartı.
—“Üstelik ne yazık, su toprağa değmiyormuş gerçekten. Başardı Hadrianus. Ancak bu mümkün değil, asla onu sevemem. Sözümden de dönemem, kendimi affedemem… Şu kemeri bir de yakından görmeliyim. Bana yakından göstermelerini emretmeliyim. Esir düşmüş olsam da ben bir kraliçeyim.
Ağabeyim öldü, Kartaca’yı kaybettik. Tam zamanıdır, yaşam burada bitmeli.”
—“Elbette” diye karşıladı Hadrianus bu isteği, kendinden emin;
—“Elbette prensesim, getirttim suyunuzu taa Zaghouan’dan, Kartaca’ya… Toprağa hiç değmiyor. Ben sözümü tuttum. Ağabeyiniz Anibal ile uzun yıllar savaştık. Tanrılar hep onunlaydı ama en sonunda beni seçtiler. Ağabeyin savaşı kaybetti. Ben kazandım zaferi ben ve yenilmez ordularım… Yüreğim size vuruldu, şimdi eğiliyorum önünüzde. Elbette görebilirsiniz yakından prensesim, bu yapı sizin güzelliğinize ölümsüzlüğünüze adandı. Gidin bakın yakından, sonra hemen başlatalım düğün hazırlıklarını…”

Tam o esnada ellerimle kapattım gözlerimi. Korkumla yüzleşmeye henüz hazır değildim. Bırakıvermişti kendisini Alissa, kemerin tepesinden… Bir beyaz kuş gibi süzülmüştü ölümün kollarına. Herkes şok oldu. Kimse seyirci kalmaktan başka bir şey yapamamıştı işte.
Yüreğimi bir hüzün kapladı, suçluluk duygusuna yakın bir duyguya kapıldım.
Biliyordum nedenini… Ona söyleyemedim.
Belki de bundandı hep, çöllere ibadetim.

Kalahari’de yılanlar, akreplerle yol alıyordum.
Onları izleyerek buluyordum yolumu. İlerde bir yerlerde vaha olmalı. Kana kana su içmeyi nasıl da özledim.
Dudaklarım çatlamış, gözlerimde sürme, tenimin rengi koyu…
Son deve kervanı çoktan gözden kayboldu. Kum fırtınası çıkacak, kimse yok ortalıkta.
Kayıyorum bir yılan kıvraklığıyla… Giriyorum kumun altına…
İndikçe derinlere, serinliğe ulaşıyorum. Değişiyor iklimler kızgın kumun altında.
Uyuyorum. Rüzgar gelip uyandırıyor. Darmadağınık bir haldeyim.
Bir düş müydü gördüğüm?
Ayrılıyorum, Anibal’in kentinden… Kartaca’dan.
Gece yoculuklarını hep sevmişimdir. Sürprizlerle doludur gece…
Alissa’nın hüzünlü öyküsünü ardımda bırakarak yoluma devam ediyorum.

Sahra’yı geçtiğimde büyük bir kalabalıkla karşılaşıyorum. Şaşırıyorum.
Çölü onlar da geçmiş olmalı. Çölü geçmiş ve gelip buralara yerleşmişler. Dünyanın her yerinden gelmiş gibiler. Değişik yerlerden, değişik iklimlerden. Pazar yerinde kadınların rengarenk ipliklerle dokunmuş, parlak giysilerle dolaştıklarını görüyorum. Ayak bileklerine kadar inen; daracık, uzun, parlak giysiler. Bir renk cümbüşü içerisindeyim.

Uzun boyunlarında altın işlemeli takılar, kulaklarında iri halka küpeler. Başlarının üzerinde birer sepet taşıyor her biri. Bu sepetlerde çeşit çeşit meyveler var. Ayakları çıplak, ayak bilekleri nakışlarla süslü…
İçlerinden biri yanıma yaklaşıyor gülümseyerek… Dişleri bembeyaz bir dizi inci gibi. Esmer teninde daha bir parlak görünüyor tüm renkler. Başında taşıdığı sepetten çıkartıp bir meyve uzatıyor, alıyorum. Ne kadar bitkin ve aç olduğumu anlamış olmalı.
Çömeliyorum bir duvarın dibine. Çiğnemeden yutuyorum her bir lokmasını. Karşılığında bir şeyler vermek istiyorum, kabul etmiyor. Kapkara gözlerini gözlerimden ayırmadan dostça gülümsemeye devam ediyor.
Elini tutup kalkıyorum tekrar, çömeldiğim yerden.
Uzanıp yanağından öpüyorum. Kayboluyor.
-“Yabancılığım ne kadar da belli…” diye düşünüyorum. “Ben nereye aitim?”
Neydi beni bu çöllere sürükleyen gizem?
Neydi aradığım, arayıp da bulamadığım?

Nil kenarında olduğumun yeni varıyorum farkına. Nehir, taşmaya hazırlıyor kendini… Bolluk ve bereketten anlamış olmalıydım.
Ancak; zaman kaybolmuştu bir yerlerde… Belki de çölde düşürdüm zamanı, sırtımdaki heybeden… Heybemin delikti dibi.
Coğrafyasını kaybetmişti bir kez kutup yıldızı.
Ben, işte o çağlarından geliyordum aşkın.
Aklımı karıştıran bu olmalıydı.

Foto: Sossusvlei Desert, Namibia