Çirkin Ördek Yavrusu; Narsisizm ve Yaratıcılık

Bu yazıda “Çirkin Ördek Yavrusu”nu felsefenin ve psikanalizin ele aldığı; özne olmak, kendi bilincine varmakla ilgili konularla ilişkilendirerek okumayı deneyeceğim. Narsisizmle yaratıcılık arasındaki ilişkinin ne olduğunu düşünmek için elverişli bir metin bu. “Çirkin Ördek Yavrusu” yaratıcı kişinin veya sanatçının yakın çevresi ve toplumla ilişkisinde yaşadığı acı verici bir dışlanma, benimsenmeme, yabancılaşma, parçalanma deneyimini anlatıyor fakat bundan ibaret değil. Fransız psikanalist Jacques Lacan’a başvurarak denebilir ki her insan benlik geliştirme ve kendi olma macerasının yaşandığı büyüme sürecinde buna benzer deneyimleri kaçınılmaz olarak yaşayacaktır. Bir zamanlar hepimiz çirkin ördek yavrusuyduk; kimimiz uzun, kimimiz kısa bir süre için. Yeterince beğenilmediğimizi, sevilmediğimizi, önemsenmediğimizi, takdir edilmediğimizi hissetmişizdir; belki şimdi bunları yine hissetmekteyiz, gelecekte kendimizi yine çirkin ördek yavrusuna dönmüş bulabiliriz.

“Çirkin Ördek Yavrusu” (Den grimme ælling) Hans Christian Andersen tarafından 1842 yılında kaleme alınmış. Masalın kısa özeti şöyle: Anne ördeğin üstünde haftalardır kuluçkaya yattığı yumurtalar sonunda çatlamış ve yavrular tek tek yumurtadan çıkmışlardır. Yavrulardan bir tanesi kardeşlerine hiç benzememektedir. Anne ördek buna çok şaşırır ve üzülür ama yavruyu farklılığına rağmen sahiplenir. Çirkin ördek yavrusu, bedeni kardeşlerininki gibi olmadığı için birlikte büyüdüğü kardeşlerinin alaylarına ve acımasız hareketlerine maruz kalır. Sonunda onlar tarafından dışlanmaya daha fazla dayanamayarak ailesini terk eder. Çıktığı yolda, gittiği yerlerde karşılaştığı hayvanlar ve insanlar da onu kabul edip sevmeyeceklerdir. Bir gün Çirkin Ördek Yavrusu gölde bir kuğu sürüsü görür ve güzelliklerinden büyülenmiş halde onların yanına gitmeye karar verir. Su kenarına geldiğinde suda kendi yansımasıyla karşılaşır. Çirkin bir ördek yavrusu olmadığını, bir kuğu haline gelmiş olduğunu fark eder. Diğer kuğular onu aralarına kabul edip saygı duyarlar ve hayatını güzel bir kuğu olarak sürdürür.

Andersen’in bu masalda farklı karakter özelliklerine ve az rastlanan yeteneklere sahip sanatçının yaşadığı bir dışlanma deneyiminden bahsettiği, bunun da sanatçının kişisel tarihinin bir parçası olduğu genel olarak kabul gören yorumdur. Bu yorumun yanlış olduğunu iddia etmeyeceğiz. Romantizmin sanatçıyı sıra dışı, çok özel bir insan; hatta insandan üstün bir varlık olarak kavrayışının bir parçası da sanatçının uyumsuzluğudur. O çevresine yabancıdır; tuhaf, yadırganacak davranışların ve muhtemel taşkınlıkların öznesidir. Dahi çocuk veya genç, yeteneklerini takdir etmeyi başaramayan veya hepten reddeden bir aile ortamında; gündelik hayatın vasat dar anlamlılığı içerisinde kendini keşfetmeye çalışmakta; kimliğini, hayattaki yolunu aramaktadır. İçine doğmuş olduğu topluma ait olmakta zorlanır, toplumda kendisine verilen yere sığamaz; kâh içine atıldığı dünyaya kâh ona uyum sağlayamadığı için kendisine yabancılaşarak acı çeker.

Andersen’in kendisi de buna benzer bir süreçten geçmiş gibi görünmektedir. Babasını kaybetmiş, yoksulluk içinde büyümüş; yazdığı tiyatro oyunlarını hiçbir zaman takdir etmeyen, boş bir uğraş olarak gören annesi tarafından yeterince sevildiğini hissedememiştir. Okula çok geç, ancak on sekiz yaşındayken gidebildiği için öğrencilerin, hatta öğretmenlerin alay ve aşağılamalarına maruz kalmıştır. Bunda ileri yaşının olduğu kadar yazar olma hevesinin de payı vardır. Vücudu dönemin ölçülerine göre iricedir, eline koluna tam manasıyla hakim değildir. Çocuklar ötekilere benzememekten korkarlar çünkü hayat farklı olan çocuklar için kolay değildir.

“Çirkin Ördek Yavrusu”nda temel izlek “özdeşleşme”dir. Çirkin ördek yavrusu kendi türünün tipiyle, türün normatif beden imgesiyle özdeşleşememiştir. Masalda özdeşleşme imkânını kesintiye uğratan veya zorlaştıran fiziksel farkların toplumsal handikaplara, engellere dönüştüğünü, alay ve dışlama sebebi haline geldiğini görürüz. Ancak söz konusu farklar zamanla, değişen bakış açısına ve ortama göre bir tanınma ve hayranlık sebebi haline geleceklerdir. Masal verili bir çevre içinde aşağılanma sebebi olan özelliklerin başka bir çevre içinde kabul edilmemizi sağlayan özelliklere dönüşebileceğini söylüyor ve bir kurtuluş imkânını imliyor. O bize aile çevresinin çocuğa kendisinin olumlu bir imgesini veremediği bir durumu anlatır. Böyle bir ortamda bulunan çocuk da kendinden kolay kolay hoşnut olamayacak; kendine saygı duymakta, kendisini sevmekte, kendinden emin olmakta zorlandığı için ıstırap çekecektir. Andersen, acıyı dindirecek bir çözüm yolu önermektedir bize: Çocuk bir başka düzene, kısıtlı aile çevresinin dışındaki dünyaya açılabilirse bu çok daha büyük ve fazla çeşitlilik sağlayan ortamın içinde kendini bulma imkânına sahip olabilecektir. Elbette türlü kötülüklerle karşılaşılabilecek bir dünyada kendini arayacaktır ve hayatını riske atmak, türlü tehlikelerle karşılaşmak anlamına da gelir bu. Ailenin küçük, güvenli fakat ıstırap dolu ortamından dünyanın büyük, güvensiz ama yeni deneyimler vaadeden mekânlarına geçen çirkin ördek yavrusu için her yer beklenmedik kaynaklar ve şaşırtıcı sürprizlerle doludur. Bu henüz tanımadığımız dünya, kendimiz hakkındaki bilgimizi kökten değiştirir; ben’in kendisiyle yeni bir biçimde karşılaşması için yeni sahneler açar. Ben onda yalnız olmadığını idrak eder, kendi benzerlerini bulur, kendi türüne rastlar, onları tanır ve onlar tarafından tanınır ve böylece öz saygısını, öz sevisini, özgüvenini kazanır.

“Çirkin Ördek Yavrusu”nda özdeşleşme sorunu, narsisizme ilişkin bir sorunsaldır esasında. “Çirkin Ördek Yavrusu”’nda narsistik özdeşleşmenin temelinde bedensel benzeme vardır. Lacan 1936 yılında kaleme aldığı « Ben İşlevini Oluşturucu Ayna Evresi »[1] adlı kısa metninde hayvanlar arasındaki speküler ilişkilerden de söz eder. Örneğin bir güvercinin yumurtlama işlevini yerine getirebilmesi için başka bir güvercini görmesi gerekir; diğer güvercinin dişi veya erkek olmasının önemi yoktur. Etrafta başka bir güvercin yoksa güvercinin etrafına bir ayna koyarak kendi imgesiyle karşılaşmasını sağladığımızda da yumurtlama başlar. Kısacası, bedensel gelişimin tamamlanması için güvercinin kendi türünün görüntüsüyle algısal bir ilişki kurması gerekir. Lacan hayvanların aynadaki yansımalarının kendi yansımaları olduğunu anlamadıklarını belirtir ve bu ona göre insan yavrusu ile hayvan arasındaki önemli bir farktır. İnsan yavrusu için özdeşleşmenin meydana geldiği ayna evresinde durum daha karmaşıktır. Sadece türsel bir özdeşleşme söz konusu değildir zira, bir imgeyi (imago) kendi imgesi olarak görmek ve böylece bir ben işlevinin ortaya çıkmasıdır mesele. İmago türün özelliklerinden çok daha fazlasını, bireye ilişkin özellikleri de içinde taşıyabilir. Gözümüzün önüne şu sahneyi getirmeye çalışalım: Altı aylık ile on sekiz aylık civarındaki bir bebeği annesi veya başka bir büyük kucağına alarak aynanın karşısına götürüyor ve beraberce aynadaki görüntülerine bakıyorlar. Yetişkin aynadaki görüntüyü kendisinin ve çocuğun görüntüsü olarak algılıyor; ancak çocuk kendi görüntüsünü kendisinin olarak algılamayı henüz bilmiyor, bunu yapabilmesi için yetişkinin onu nasıl gördüğünü fark etmesi gerekecektir. Kendisini aynada bulmadan önce yetişkinin bakışında bulacaktır. Onun tarafından görülmeyi deneyimleyerek kendisini kendisi olarak algılayabilecek, hissedebilecek, kendisiyle özdeşleşebilecektir. Burada şöyle bir varsayım da vardır: Görülmek başkasının bakışındaki imgenle karşılaşmaktır. Kendimizle özdeşleşmemiz başkası sayesinde, başkasının dolayımıyla meydana gelir. İşte Lacan bu imgeyle özdeşleşerek bir benlik sahibi olmaya başladığımızı ima ediyor.

Bir bakış fenomenolojisine yaklaşan bu özdeşleşme kuramının arka planında Hegel’in öne sürdüğü bir fikir yeniden çalışılmıştır aslında. Lacan’ın ayna evresinde yaptığı tartışma Hegel’in öz bilincin imkânı tartışmasını yankılar. Lacan’ın psikanalizini Hegel’in fenomenolojisiyle yakınlaştırma çabaları, en azından bu sorunsalla sınırlandığında haklı gibi görünmektedir. Tinin Görüngübilimi’nde[2] Hegel nesnenin bilgisini öz bilince dayandırır ve bu zeminde bilgi nesnesinin onu bilmeyi hedefleyen bilinçten ayrı olmadığı hakikatine ulaşır. Peki öz bilinç nasıl ortaya çıkar? Nasıl mümkün olur? Hegel’e göre öz bilincin imkânı bir nesnenin bir bilme nesnesi olarak sınandığı veya tecrübe edildiği bir sahnede bulunamaz. Hegel’in düşüncesinin yeniliği yeni bir başlangıç noktası, yeni bir varlık kavramı icat etmiş olmasındadır. Öz bilinç “başkası için olmak”tır. Başka deyişle; öz bilinç denen varlık, ancak başka bir kendi bilinciyle, başka bir öz bilinçle ilişkide ortaya çıkar. Bu ilişkiye Hegel « arzu » adını verir. Hegel özneliği arzu olarak düşünür ki bu, Hegel’in Batı felsefesi geleneği içerisindeki özgün girişimidir. Lacan da bu mirası psikanalitik bir boyutta devralıp geliştirmiştir. Hegel’e göre bilenin dışında, ondan başka bir şeyin bilinci olarak bilme, özneliğin soyut bir ilk aşamasıdır. Oysa; kendi bilinci, öz bilinç olarak öznelik arzunun sınaması içinde düşünülmeyi gerektirir. Peki Hegel arzuyu nasıl düşünür? Arzulayan özne bir bilme nesnesiyle, bilinecek dışsal bir varlıkla karşı karşıya bir özne değildir; o, kendisini çevreleyen dünyada çeşitli başkalık biçimleriyle karşı karşıyadır ve arzularını bu başkalıklarla tatmin eder. Hegel için bir arzunun tatmin olması, bir başkalığa onu tahrip etmek için gitmesi ve ondan kendine geri dönmesidir. İhtiyaç ile arzu arasındaki ayrım da işte bu tanımın içinde kalarak yapılabilir. Bir ihtiyaç tatmin olduğunda meydana gelen başkalıktan kendine geri dönüş hareketi içerisinde alınan bir keyif vardır. Bu keyif, keyif alanı zayıf ve geçici bir farkındalığa, öz bilince ulaştırır. Ama bu tam manasıyla bir kendinin farkındalık, daha kalıcı, daha güçlü bir öz bilinç değildir. Böyle bir öz bilince ancak başka bir öz bilinçle karşılaşarak, onunla bir ilişkiden ulaşılabilir. Hegel bu karşılaşmayı bir ölüm kalım savaşının olumsuzluğuna yerleştirecektir. Öz bilinç ancak başka bir öz bilinç tarafından tanındığında gerçek anlamıyla kendi kendisine erişebilecek, kendi kendisini yakalayabilecektir. Başka deyişle, tanıma olayı bir arzu ilişkisi içinde cereyan eder ki bu ilişkide her bilinç diğerinin arzusunu arzular. Burada bir bilincin diğeriyle tutkulu bir ilişki kurulmuş olduğunu söyleyebiliriz belki; fakat bundan bilincin tutkusunun diğer bilinç olduğu sonucunu çıkaramayız, çünkü bu ilişkide o kendisine tutkundur aslında. İşte narsisizm tam bu resimde ortaya çıkar: Öz bilincin imkânının sahnesi, adeta, varoluşun tam ortasında meydana gelen bir ayna evresini andırır.

Lacan, Hegel’in öznelik sorunsalı üzerine düşünümünün takipçisidir, zira onun arzu olarak özneliğin, bilinç veya bilgi olarak öznelikten daha temel olduğu görüşünü teyit eder. Bununla beraber, takip ettiği yön Hegel’inkinden çok farklıdır. Hegel’de bu arzu ilişkisi tanımada sona erer ve öznelerarasılığın ortaya çıkabilmesini mümkün kılar. Bu öznelerarasılıktan bir başka öznelik biçimi olan akıl çıkar ve aklın kendisini doğada ve tarihte aramasından da tin olarak özneliğe ulaşılır. Görüldüğü gibi, Hegel’in fenomenolojisi bir öznelik biçiminden bir diğerine birçok geçişten oluşan bir silsile içerir ve tinin kendi kendinin bilincine varması anlamına gelen mutlak bilgide sonlanır. Hegel arzudan doğan özneliğin nasıl tarihsel bir dünya kurulmak suretiyle mutlak bilgiye eriştiğini anlatır bize. Lacan ise arzu olarak özneliği başka bir düzende, sembolik düzende ele alır. Özneliği önce doğal, sonra insani ve tarihsel dünyada aramaktansa yapısalcı bir biçimde, sembolik bir sistem içerisinde ve her ne kadar ikircikli, muğlak ve açmazlarla dolu olsa da bir üçüncünün, Ötekinin normatifliği tarafından belirlenmiş bir arzu ilişkisinde inceler. Bu farka rağmen her iki düşünür de özneliği özdeşlik ve özdeşleşme bakımından düşünmüşlerdir.

Yaratıcılığı da Hegel’de diyalektik özdeşleşme hareketi bağlamında yeniden tanımlayabiliriz. Hegel aslında bir yaratıcılık düşünürüdür, çünkü diyalektik hareket bir özdeşleşme hareketi olduğu halde sürekli olarak kendi içinden fark üreten bir harekettir. Diyalektik bir kendine gelme veya kendi olma sürecine benzer, bu süreçte özdeşlikten içsel fark ve başkalık ortaya çıkar ve bunlardan özdeşliğe tekrar geri dönüş olarak açılan kendilik; fasit bir daire içinde hep aynı noktaya geri dönmez, aynıyı gelişimi içinde serimler. Aynının ve başkanın aynılığı veya özdeşliği bir yaratıcılık tanımı olarak okunabilir.

Lacan özdeşliği iki düzende düşünür: imgesel ve sembolik. Bunlar özdeşliğin kurulduğu iki boyuttur. Lacan’ın özne hakkında yaptığı açıklamayı ayna evresinden, yani narsisizmden başlayarak tartışmak gerekir. Elbette başkasının bana yansıttığı imge özdeşliğimin, kimliğimin, kendiliğimin bir parçasıdır ama bunlar hakkındaki tartışmayı da sadece imgesel düzenle sınırlı tutamayız. Şimdiye kadar meramımızı anlatmaya çalışırken « identité » sözcüğü için üç karşılık birden kullandık. Özdeşlik aynılık anlamında kullanılır; felsefe tarihi geleneği içinde bizi farklı ve değişen özelliklere rağmen aynı kalan bir “hypokeimenon”, “substratum”, “altta yatan” fikrine geri götürür. Kimlik ise sosyal ve tarihsel toplumsal bir kurgu olduğu için sembolik düzen içinde öznelikle ilişkilendirilebilir. Lacan’da sembolik düzen tarihsel dünyaya dayandırılarak değil, tarihsel dünya sembolik düzene bakılarak açıklanır. Kendiliğin ortaya çıkması anlamında özdeşleşme ise (identité comme ipséité) bir başkasıyla ilişkide, onun dolayımıyla bir imago’nun üstlenilmesiyle başlayan bir süreçtir. Sembolik düzeyde meydana gelen, kimliklenme olarak özdeşleşme ile imgesel düzeydeki özdeşleşmeyi birbirinden ayırt etmek gerekir. Sembolik düzlemde kimlik kazanan özne, konuşan anlam ifade eden bir öznedir ancak bunu belli bir pozisyondan, o pozisyonu zaten çoktan üstlenmiş olarak ve Öteki ile ilişki içerisinde yapar. Bu açıdan her kimlik kazanma süreci aynı zamanda sistem tarafından; sistemin konumları, yasaları, nomatif denklemleri vs. tarafından bir kimliklendirilmedir. Bu iki özdeşleşme olayını narsisizm ve yaratıcılık açısından değerlendirdiğimizde neler söyleyebiliriz?

Lacan ayna evresinde ben’in oluşmasında imgeselin rolünden bahseder. Ben çocuğun bir imgeyi kendi imgesi olarak üstlenmesi sayesinde oluşur. Bende bir özdeşlik veya aynılık biçiminde bir kendiliğin kurulması insanın başkalarıyla ve hatta kendisiyle kurduğu ilişkinin omurgasıdır. Bu omurgayı ayakta tutan şey, öznenin kendisine ve başkalarına bir imge, kendi imgesini göstermesidir. Ayna evresinde ben’in ilksel özdeşleşmesi sorusu ben’in özdeşliğini de aşan, genel bir özdeşlik sorusuyla bağlıdır. Zira ayna evresinde çevreleyen dünyanın algılanmasının imkânına ilişkin yapılar da ben’in ortaya çıkmasıyla eş zamanlı olarak meydana gelir. Başka deyişle, “ayna evresi” algının görüngübilimine değerli katkılarda bulunur. Lacan bebeğin altıncı aydan itibaren bir imago’yu üstlenmesinden söz ettiğinde sadece ilk kez bir kendilik deneyiminin yaşanmasından bahsetmez; kendi bedeninin belirişinin koşulları ve hatta, dünyanın algıdaki belirişinin yapısal koşullarına ilişkin saptamalar yapar. Burada Merleau-Ponty’ninkine benzer bir algı fenomenolojisinin temel yapısal ilkeleri de gündeme gelmektedir. İmago’nun üstlenilmesi olayı içerisinde algılayan bedenin algılanması ve algının öznesi olarak bedenin temel bir Gestalt yapısına kopmaz bir biçimde bağlanması da vardır. Burada dünyada herhangi bir şeyin bir özdeşliği olabilmesinin koşulları da ortaya koyulur. Anneden ayrılık, anneyle ayrışmamış bir birlikten, Levinas’ın « il y a » (var) diyebileceği bir halden çıkış imgesel düzendeki özdeşliğin, kendilik anlamındaki özdeşliğin kurulabilmesinin koşuludur. Lacan’a göre özneleşme süreci ben ile çevreleyen dünya arasındaki ayrılmayla başlar. Bu ayrılma olayı, eksikliğin belirişiyle ve eksikliğin gösterenle ilişkisinin ortaya çıkmasıyla birlikte ele alınmalıdır. Fakat öznenin nüvesinin ortaya çıkışıdır bu sadece; esas özneleşme süreci sembolik sisteme girişle ve orada konuşan özne olmakla tamamlanır.

Ayna evresinde başkasıyla ilişkiye yakından bakarsak spekülarizasyonda başkasının bedeni ile benimki arasında bir tür ikileşmenin (paarung) meydana geldiğini görebiliriz: Ben ile başkası arasındaki ayrımın kökünde bu ikileşme vardır. Burada speküler ilişki, ilişkide olan terimleri meydana getirmektedir. Bu ilişkiden önce ayrı olan ne bir ben vardır ne de bir başkası. Bu ilksel ben özdeşlemenin ilk benidir. Bireyin hayatı boyunca gireceği başka özdeşleşme ilişkilerinin altında o vardır.

Ne var ki sözü edilen speküler ilişkide bir ikilik, dahası bir salınım bulunur: Eğer imago çocuk tarafından başarılı bir biçimde üstlenilmişse narsistik bir yatırım yapılmış, bedensel bir bütünlük hissedilmiş ve çocuk kendinden memnuniyet duygusunu yaşamıştır. Fakat başkasıyla kurulan speküler ilişki bu etkiyi yaratacak şekilde çalışmaz, kesilir veya işlevini yerine getirmezse ben; bedensel diyebileceğimiz bir kırılma ve parçalanma yaşayacaktır, ilişkideki aksaklık benin tahrip olmasına yol açacak ve bu bir saldırganlığa varabilecektir. Narsisizmin mutsuzlukları, kendine duyulan bir memnuniyet içerisinde gerçekleşen bir imgeyle özdeşleşme durumu olarak benliğin; omurgasını oluşturan bu imgeye yabancılaşıp bir kendine güvensizliğe, rahatsızlığa, kırılganlığa doğru kaymasına bağlıdır. Lacan narsisizm ile saldırganlık arasındaki ilişki üzerinde durur. Narsisizmle yaratıcılık arasındaki bağıntı da işte tam buradadır. Yaratıcılıkta narsistik bir yatırım, imgesel bir özdeşleşme, kendinden memnuniyet ile imgesine yabancılaşma ve buna bağlı olarak yaşanan bir kırılganlık ve yıkıcılık arasında bir salınım vardır. Neden özdeşleşmeye eşlik eden memnuniyet özdeşliğin eksilip bozulmasına yol açar ve kendini imgede tanıyamama durumuna dönüşür birden? Ben, kendi imgesiyle kurduğu ilişkinin olumlu bir ilişki olarak sürebilmesi için bir yansıtma imkânını temin eden başkasını talep eder. Başkasının ilgisi, duygusal desteği, onunla arasındaki diyalog egonun kendi imgesiyle olumlu bir ilişki kurmasına yardım eder; fakat eninde sonunda başkası orada bulunmadığı, yok olduğu zaman bir umutsuzluk onu bekleyecektir.

Doğrusu, Lacan’a göre speküler bir ilişki içerisinde ben’in kendi imgesiyle özdeşleşme sürecinin başarısızlığa uğraması kaçınılmazdır. Zira başkasıyla ilişki imgesel boyutta başlasa bile ancak sembolik düzen içerisinde gerçekleşebilir; bu düzende sembolik konumlar ve gösterenlerin algoritmik zinciri öznelerarasılığı önceler ve özneler kendilerini ona ait ilişkilerle ifade ederler. Sembolik düzende özdeşleşme veya kimliklenme imgesel boyuttaki özdeşleşmeyle aynı değildir; sadece sembolik sistemde konuşan, anlam ifade eden ve bu işlevi sayesinde Öteki ile bir ilişki içerisinde kendi kendisiyle tekrar özdeşleşen özne narsisizmin ıstıraplarına direnebilir. Yaratıcılık da işte bu yüzden bu iki özdeşleşme, özdeşliği ve özdeşliğin kaybını tecrübe etme biçimine bağlı olarak ele alınmalıdır.

Narsisizm; kendi imgesiyle buluşmanın imkânsızlığı, bu ilişkinin mutlaka, kaçınılmaz bir biçimde yaralı bir ilişki olması… Lacan bunu insanlar arası ilişkide imgeselin kaynağı olarak ele almıştır. Ben’in kendi imgesiyle ilişkisi özneyi bir imgeyle ilişkilendiren bir yönelimsellik ilişkisi değildir. İmgem bana ötekinin dolayımıyla verilmiştir, imgemi o takdim eder bana. İmgeselin öznelerarasılıkla ilişkisi hakkında önce şunu saptamalıyız: İmgesel boyutta öznelerarasılık özneliği, paradoksal bir biçimde önceler. Ancak imgeselliğin öznesi hiçbir zaman dengeli bir özne değildir. Başkasıyla ilişkide karşılaştığı imgesiyle tamamen çakışan bir varlıkta imgesel boyut genişleyemeyecektir. İmgesel düzlemde başkasıyla ilişkide bir muğlaklık her an ortaya çıkabilir, örneğin erotik bir tutulma ilişkisinde öteki bir imge aracılığıyla yakalanmıştır ve bu yakalama; olumlama, hayranlık, yüceltme tavırlarının zemini olduğu kadar saldırgan gerilimlerin de zeminidir. Narsistik öfke bir kırılmışlıktan, kendi imgesiyle özdeşleşmede yaşanan bir başarısızlıktan kaynaklanır. Yaratıcılık da narsistik, kendine yapılan bir yatırım ise bu yatırımın yapılışında bir bozgun ve ardından gelen saldırgan ve tahripkâr tepkiler de yaratıcılığın özüne ilişkindir.

Ayna evresi benliğin kurulmasında imgenin işlevi üzerinde durur. Ben, imge sayesinde ortaya çıkmıştır; onda nesnellik değil, olsa olsa bir yanılsama bulunur. Ben, öznenin bir başkasında bulduğu efendidir ve tam kalbinde o efendi işleviyle oturur.[3] Hegel efendi-köle diyalektiğini öz bilincin içine yerleştirmişti. Öz bilincin iki parçaya ayrılması, yarılması olarak görmüştü. Gerçekten de başka bir öz bilinç ile yaşadığım ilişki kendi içimde yaşadığım bir ilişki olmak zorundadır. Lacan bu içselliği imgesel boyuta yerleştirir, imgeselin kaynağı olarak görür. Her yakın ilişkide, ki erotik ilişki de buna dahildir, içe alınan öteki tarafından dışlanmanın veya ötekini dışlamanın bize sordurduğu bir soru vardır: “O mu yoksa ben mi?” İmgesel düzende özne öyle kurulmuştur ki Öteki, hep onun efendi olduğu yeri kapmaya hazır görünür. Onda ona kısmen yabancı bir ben vardır, tıpkı kendini itkilerinin üstüne koyan bir efendiyi andırır ve itkiler ile ben arasındaki çelişkileri ifade eder.

Sembolik olarak koyutlanmış ve toplumsal olarak ifade edilebilmiş bir kimlik göreceli olarak daha sabit, rahat bir kimlik olabilir. Lacancı yapısalcılık toplumsalın kuruluşunda öznelerarasılığın semboliği öncelediğini kabul etmez; tersine, öznelerarasılık gösterenle sembolik sistem içerisindeki bir ilişki sayesinde oluşan bir şekillenişe, algoritmaya dayanır. İmgesel düzende ortaya çıkan ben henüz bir kendi değildir; zira kendilik toplumsal, normatif, uzlaşımsal, sözleşmeye dayalı ilişkileri varsayar: Verilen bir sözün tutulması, ahlaki bağlılık imkânıyla birlikte düşünülmesi gereken bir varlık söz konusudur burada. Gözden kaçmaması gereken şey bunların sadece sembolik bir konum sayesinde mümkün hale geldiği ve başka özdeşleşme mekanizmaları aracılığıyla oluştuğudur. Anlatısal bir kimliğin kurulabilmesi de bu düzende söz konusu olabilir sadece; zira imgeselde gösterenle sınırlı bir biçimde de olsa bir ilişki kurulmuş olsa, bir dil bulunsa bile anlatılabilirlik gösterenle ilişkinin Öteki ile de bir ilişkiyi içermesine dayanır. Lacan gösterenle ilişkide öznenin sürekli olarak bölünmüş olduğunu da vurgular. Bu bölünmüşlük gösterenin çoğul okunabilirliğinin, anlam ifade edebilirliğinin göz ardı edilemezliğine dayanır. Öznenin sembolik düzlemdeki kimliğinin imgeseldeki benliğiyle kıyaslandığında daha sabit olmasına karşın, bu sabitliğin sınırı da bu bölünmüşlüktür.

Lacan için narsistik özne henüz bir arzu nesnesi değildir, zira arzunun diyalektiğine göre ötekinin arzusunu arzulayan arzu narsisizmin ötesine geçmiştir çoktan. Narsisizm arzu diyalektiğinin başlangıcına koyulmuş ve ben’i besleyen ve zenginleştiren bir mevcudiyet talebi olarak ortaya çıkmıştır. (Buna karşın sembolik sistemde narsisizmin tamamen aşılamayacağını da belirtmeliyiz.) İmgesel olan ile sembolik olanın ilişkisi de Hegel’in diyalektiğinde olduğu gibi, öncel motiflerin dönüşmüş ama hâlâ tanınabilir versiyonlarının diyalektiğin daha ileri aşamalarında tekrar edilmelerine izin verir. İmgesel ile sembolik arasındaki ayrımın da metodolojik bir soyutlama olduğunu unutmamak gerekir.

“Çirkin Ördek Yavrusu”na geri dönersek aile çevresi veya yakın çevremiz bize özdeşleşebileceğimiz olumlu bir benlik imgesi sunmuyorlarsa başka toplumsal çevreler, başka ortamlar, daha geniş dünya bize böyle bir imge sunabilir. Yaratıcılık narsistik yarayı sanatsal ve sembolik dünyaya taşır, o yarayla sembolik düzende ilgilenir. Şunu da söyleyebiliriz: O yara sayesinde sanat sembolik düzenin yapılarını, varsayımlarını sorgular. İmgeselin düzeninde parçalanmış olan sanatçı; kendisini sembolik düzende ifade ederek tekrar bütünlenmeye, kendisini yeniden inşa etmeye çalışır. Bütünlenme idealinden de vazgeçebilir; ancak yerleşeceği küçük bir toplumsal grup, ait olacağı bir hakiki tür bulur yine de. Narsisizm; kendine geri dönememe acısı kendine geri dönmeden başkaya, benimle türdeş olmayana doğru gitme arzusunda aşılabilirdi belki de.


[1] Jacques Lacan, “Le stade du miroir comme formateur de la fonction du je telle qu’elle nous est révélée dans l’expérience analytique, Écrits, Paris, Le Seuil, 1966.

[2] G. W. F. Hegel, Tinin Görüngübilimi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea, İstanbul, 2010.

[3] Jacques Lacan, Leçon du 18 Janvier 1956, Séminaires, pp.149-150.

Zeynep DİREK
Latest posts by Zeynep DİREK (see all)