Cadılar, cadı avı ve kadınlar

Yeni cadı avı biçimlerinin dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmasından her gün öldürülen kadın sayısının dünya çapındaki yükselişine kadar, kadınlara yönelik yeni bir savaş olduğuna dair kanıtlar birikiyor. Bunun arkasındaki motivasyonlar ve mantık ne?

Bu konuda daha çok Latin Amerika’dan feminist aktivistler ve bilim insanları tarafından üretilen ve giderek büyümekte olan bir literatürden faydalandığım çalışmada, yeni şiddet biçimlerini tarihsel bir bağlama oturtarak ve kapitalist gelişmenin dün ve bugün kadınların yaşamları ve toplumsal cinsiyet ilişkileri üzerindeki etkisini inceleyerek bu soruya yanıt vermeye çalışıyorum. Bu arka plana dayanarak, bu şiddetin farklı biçimleri (aile içi, ev dışı, kurumsal) arasındaki ilişkiyi ve dünyanın dört bir yanından kadınların buna bir son vermek için yarattığı direniş stratejilerini de inceliyorum.

Feminist hareketin başlangıcından bu yana, kadınlara yönelik şiddet feminist örgütlenmenin en temel meselesi oldu ve Mart 1976’da Brüksel’de, zorla çocuk doğurtma ve kısırlaştırma, tecavüz, dayak, akıl hastanelerine kapatılma ve cezaevlerinde kadınların gördüğü zulüm hakkında tanıklıklar getiren 40 ülkeden kadının huzurunda toplanan ilk Uluslararası Kadınlara Yönelik Suçlar Mahkemesinin kurulmasına ilham verdi.

O zamandan bu yana, Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Konferanslarının ardından hükümetler yasalar çıkardıkça, şiddet karşıtı feminist inisiyatifler katlanarak çoğaldı. Fakat kadınlara yönelik şiddet ortadan kalkmış olmaktan çok uzak ve dünyanın her yerinde artış gösterdi. O kadar ki feministler artık aldığı ölümcül biçimi “kadınkırım” olarak niteliyorlar. Şiddet, öldürülen ve istismara maruz bırakılan kadınların sayısı bakımından artmakla kalmadı; feminist yazarların da gösterdiği gibi, daha açıktan ve daha acımasız hale geldi ve yalnızca savaş zamanlarında görülen biçimler alıyor.

Bu gelişmenin ardında hangi itici güçler var ve bu bize küresel ekonomide ve kadınların toplumsal konumunda gerçekleşen dönüşümler hakkında ne söylüyor? Bu soruların farklı cevapları var ama şiddetin bu yeni yükselişinin kökenindeki sebeplerin, toprak mülksüzleşmesini, topluluk ilişkilerinin yıkıma uğramasını ve kadınların bedeninin ve emeğinin sömürüsünün yoğunlaşmasını içeren yeni sermaye birikimi biçimleri olduğuna dair kanıtlar artıyor.

Yani kadınlara yönelik yeni şiddetin kökeninde, kapitalist gelişmenin ve devlet iktidarının her dönem bileşeni olmuş yapısal trendler var.

Kapitalizmin doğuşu ve kadına yönelik şiddet

Kapitalist gelişme kadınlara karşı bir savaşla başladı: Avrupa ve Yeni Dünya’da binlerce ölüme yol açan 16. ve 17. yüzyıldaki cadı avları. Caliban ve Cadı’da (2004) yazdığım gibi, tarihsel açıdan benzeri görülmemiş bu fenomen, gelişmekte olan kapitalist sistemin temel gereksinimlerinin (işgücünün kitlesel birikimi ve daha kısıtlayıcı bir emek disiplininin dayatılması) önünde engel teşkil eden dişi özneler ve pratikler evrenini yıkıma uğrattığından, Karl Marx’ın ilksel birikim olarak tanımladığı şeyin merkezi bir unsuruydu.

Kadınları “cadı” ilan edip işkence etmek Avrupa’da kadınların ücretsiz ev içi emeğe hapsedilmesine giden yolu döşedi. Aile içinde ve ötesinde erkeğe tabi kılınmalarını meşrulaştırdı. Devlete, yeni işçi nesillerinin üretimini garanti altına alacak şekilde, kadınların üreme/yeniden üretim kabiliyetleri üzerinde kontrol imkânı verdi. Bu şekilde, cadı avları, kadınların direnişi ve emek piyasasının değişen ihtiyaçları doğrultusunda sürekli olarak ayar verilse de bugün de sürmekte olan özellikle kapitalist, patriyarkal bir düzen inşa etti.

Cadılıkla suçlanan kadınların maruz bırakıldığı işkence ve idamlar, diğer kadınlara, toplumda kabul görmek için itaatkâr ve sessiz olmaları ve ağır çalışma koşullarını ve erkeklerin tacizlerini kabul etmeleri gerektiğini kısa sürede öğretecekti. 18. yüzyıla kadar, bu baskılara direnenler için, kölelerin ağzını bağlamak için kullanılan metal ve deriden bir alet olan “dırdırcı yuları” kullanılacaktı. Bu alet, giyenin başını kaplıyor ve konuşmaya teşebbüs ederse dilini acıtıyordu.

Plantasyon sahipleri Afrika’dan köle getirmek yerine Virginia merkezli yerel köle yetiştirme endüstrisini geliştirmeye çalıştığından, şiddetin toplumsal cinsiyete özgü biçimleri 18. yüzyıl itibariyle efendilerin dişi kölelere yönelik cinsel saldırılarının sistematik bir tecavüz politikası halini aldığı Amerikan plantasyonlarında da yaygındı.

Kadına yönelik şiddetin normalleştirilmesi

Kadına yönelik şiddet cadı avlarının sona ermesi ve köleliğin kaldırılması ile ortadan kalkmadı. Tam tersine, normalleşti. Öjenik hareketin zirvesinde olduğu 1920’lerde ve 1930’larda, budalalık olarak resmedilen dişi “cinsel anlaşılmazlığı,” akıl hastanesine kapatma veya kısırlaştırma ile cezalandırılıyordu. Renkli kadınların, yoksul kadınların ve evlilik dışı cinsellik yaşayan kadınların kısırlaştırılması, Dorothy Roberts’a göre “Birleşik Devletler’deki en hızlı büyüyen doğum kontrol yöntemi haline gelerek” 1960’lara kadar devam etti.

1950’lerde kadına yönelik şiddet, depresyon tedavisi olarak lobotominin yaygın şekilde kullanımını içeriyordu ve bu ameliyat türü, hiç zekâ gerektirmediği varsayılan ev içi çalışmaya mahkûm kadınlar için ideal sayılıyordu. Giovanna Franca Dalla Costa’nın Un lavoro d’amore’da (Aşk İşi, 1978) vurguladığı üzere, en önemlisi de, şiddet, çekirdek ailede daima bir alt metin, bir olasılık olarak mevcuttu çünkü erkeklere, maaşları üzerinden, kadınların karşılığı ödenmeyen ev içi emeğini denetleme, kadınları hizmetçileri olarak kullanma ve bu işi reddetmeleri halinde onları cezalandırma yetkisi verilmişti.

Ev içi erkek şiddetinin yakın tarihe kadar bir suç olmaması bu sebeptendir. Devletin, ebeveynlerin çocuklarını cezalandırma hakkını, geleceğin işçilerinin eğitiminin bir parçası olarak meşrulaştırmasına paralel, kadına yönelik ev içi şiddet, mahkemeler ve polis tarafından kadınların ev içi vazifelerine uymamasına meşru bir yanıt olarak tolere edildi.