Biraz bozkır, biraz armut, biraz keçi, biraz bal, biraz da bürokrasi…

Cemalletin Canlı, Can Dündar’ın yazıp yönettiği Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamını anlattığı “Mustafa”, Said Nursi’nin yaşamına tanıklık eden “Yolcu” ve “Kasabadan Başkent’e, Başkent’ten Metropole” belgesellerinde imzası olan bir isim. Bütün yaşamı yazmak ve araştırmak üzerine kurulu olan Canlı, Ankara’yı şöyle tanımlıyor: “Ankara bozkır, armut, keçi, bal bir de bürokrasi çağrıştırır. Bu biraz gerçeklik biraz da kurgudur. Önemli ölçüde de ideolojiktir. Hiç bir engele dolanmadan hareket etmek isteyen sermaye için Ankara bürokrasidir, kendi eserinden gözleri kamaşan devletliler için armudu ve keçisi dışında hiç bir şeyi olmayan bozkır kasabasıdır, bütün aklını inşaata ve yüksek binalara harcetmiş nevzuhur kentleşme anlayışı için gecekondudur…”

Cemalletin Canlı , “Merhaba Yavuz Devrimci Bir Balet Aydın Erol”, “Zaman İçinde Bediüzzaman”, “Kardeşim Hepsi Hikaye!”, “Yolcu-Bediüzzaman Said Nursi”, “O Çocuklar O Yapraklar – Zakir Koçak Kitabı”, “Hattın Dört Yanında Cemilpaşazadeler” kitaplarının yazarı ve aynı zamanda Can Dündar’ın hazırladığı “Mustafa”, “Yolcu” ve “Kasabadan Başkent’e Başkent’ten Metropole” isimli belgesellerin araştırmalarını yapıp, çekimlerine katılanlardan. Çok mütevazi bir yaşam sürdüren Canlı’nın hikâyesi sadece yazmak ve araştırma üzerine kurulu. Çok bilen ve aynı zamanda bildiklerini yaşamının her virajında içselleştirenlerden. Doğal ve içten gülümsemesiyle yaşamı kucaklayanlardan… Çoğumuz enfes gün batımlarına şahit olduk, harika lezzetler tattık, gerçekten özel insanlar tanıdık, özgün mekânlar gördük ve adanmışlık hikayeleri dinledik. Ve gördük ki, hayatta hiçbir şey, denizin üzerinde güneşin yansımalarından, her yeri beyaza boyanmış papatyalardan, veya samimi ve kalender insanlardan değerli değil… Canlı da o insanlardan biri. Canlı ile “AnaKara”yı, kitaplarını, ve belgeselciliği konuştuk…

Bize kendinizden bahseder misiniz?

Benim kişisel hikâyem de, bir yerde doğan bir kaç yerde büyüyüp şimdi bir başka yerde yaşayan ve ömür olursa, on yıl sonra nerede olacağının garantisi olmayan memleket evladının çoğu gibi. Kütükte 1969 yazılı ama muhtemelen bir kaç yıl daha öncesinden Ordu’nun Gölköy ilçesinin bir köyünde doğmuşum. İlkokul dördüncü sınıfta Zonguldak Ereğli’ye gittim. Bu yolculukta dünyanın en büyük yerinin bizim köy olmadığını anladım, ilk kez deniz gördüm, ilk kez traktör dışında bir araca bindim.

BABAMI VE ÜÇ AMCAMI ERKEN YAŞTA KAYBETTİM

Neden Zonguldak?

Çünkü babam madenlerde işçi idi. Madenler deyince hemen bir kaç şey ekleyeyim. Babam ve üç kardeşi, Cemal, İbrahim ve Mehmet de kömür madenlerinde çalışmışlar, babam dahil onlar da kömür işçiliğine bağlı akciğer hastalığına yakalanıp genç yaşta öldüler. Benim de bildiğim pek çok akraba tanıdık gibi önemli bir kısmı emekli bile olamadılar, emekli olanlar da emekli paralarını ağız tadıyla yiyemeden öldüler ve çoğu elli yaş civarındaydı.

Herhalde 1976 yılının yaz sonlarına doğru gittik Zonguldak’a. Dördüncü ve beşinci sınıfı orada okuyup ortaokula başladım. Memleketin politik olarak saflaştığı yıllardı ve elbet ortaokul falan demeden biz de bir safa geçtik, solcu olduk.

30 YILDIR “ANA’KARA”DAYIM

Ortaokul ikinci sınıfta ortaokulu bıraktım, biraz simit sattım, biraz haytalık ettim, bir süre köyüme dönüp çiftçilik hayalleri kurdum. Bıraktım, yeniden başladım derken 1986 yılında lise bitti ve bir Eylül başı Ankara’ya geldim. Arada kısa gidiş gelişler dışında Ankara’da otuz yılı devirdik ve daha da buralardayız gibi görünüyor.

Neden Ankara?

Lise bitti, üniversite tercihleri yapılacak. Üniversite okunacaksa da iyi bir yerlerde okunmalı değil mi? Geçmeden şunu söyleyeyim. Belki o zamanlar binalar bu kadar alengirli değildi ama eğitim kalitesi, personel kalitesi, YÖK’e rağmen üniversite sistemi şimdilerden fersah fersah ilerdeydi. 1986 yılında üniversite okuyacak birisinin gözü önce Ankara ve İstanbul’a dönerdi. İyi okullar oralardaydı. Yine haksızlık etmeyeyim, o yıllar için kötü görünen okullar bile şimdinin iyi ortalamasının üstünde.

Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği bölümünü kazandım, kayıt yaptırdım. 1986 yılının Eylül başlarıydı. Liseden de solcu gelmişiz ya, oranın atmosferi sarmaladı, ertesi sene yeniden sınava girip Gazi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümüne kayıt yaptırdım. Tam da üniversitelerde öğrenci hareketlerinin yeniden gelişmeye başladığı dönem. Aynı zamanda 12 Eylül yasaklarına karşı referandumun yapıldığı yıl. Toplumsal muhalefetin ufaktan kafasını kaldırmaya ve ülke gündemini ısıtmaya başladığı günlerdi. Elbet bir yerinde duracaksın. 1997 Eylül’ünde okula başladım, ilk etkinlik hatırladığım kadarıyla İsa Tanrıverdi isimli bir öğrencinin intiharına neden olan YÖK yasasının ya da yönetmeliğinin 44. Maddesine karşı başlatılan imza kampanyası idi.

44.Madde?

44.Madde, altta ders kalmasıyla ilgiliydi. Altta kalan dersi iki yıl veremezsen okulla/öğrencilikle ilişiğin kesilmesini düzenleyen bir maddeydi yanılmıyorsam. 12 Eylülcüler güya böyle yaparak öğrencinin okulundan başka bir şeyle ilgilenmesini engelleyip, anarşi ve terörün kökünü kazıyacaklar. Yani 18 yaşında evinden ayrılıp İstanbul’a gelmiş bir gencin, ille politik bir şeyler yapması şart değil, sevgilisiyle zaman geçirmesini, sokaklarda haytalık etmesini düzenleyecekler. Böylece memleketi kurtaracaklar. Bütün diktatörlerin ve diktatörlüklerin en kestirme çözümü, “sallandıracaksın üçünü, bak nasıl düzeliyor” safsatası dolu tarihin çöplüğü değil mi? Eskiden bu akıl tutmamıştı, o günlerde de tutmadı, elbet bugün de tutmayacak.

Neyse bizim öğrencilik de tutmadı. 1993 yılında DYP-SHP koalisyonu vardı, malum. Yani 93 konsepti denilen, Sivas katliamını, faili meçhulleri, çeteleri  vs. O konseptin üniversitelere yansımalarından birisi ve belki en hafifi iki yıl üst üste sınıfta kalanların tecil haklarının alınmasıydı. Yani iki yıl sınıfta kaldın, haydi askere, gelince öğrenciliğe devam edersin. 44. Madde’den daha insaflı ama. Bizim sene dayanmış altıya, birinci sınıfın dersleri dahi duruyor.

ÜNİVERSİTEDEN 29 YAŞINDA MEZUN OLDUM

Yeniden sınava girdim ve bu kez Anadolu Üniversitesi Sosyoloji bölümüne kayıt yaptırdım. Neyse orayı dört yılda bitirdim, tam lisans eğitimi yaş sınırında, 29 yaşımda mezun oldum oradan. Ama yine askerlik var, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji bölümünde yüksek lisansa başvurdum ve kabul edildim. Askerliği bir kez daha tecil ettirmiş olduk böylece.

Tabi orayı da bitiremedim, çünkü yeterli yabancı dilim yoktu. Aslında hiç yoktu, sonrasında bir kaç yüksek lisans denemem daha oldu. Hiç birinden bir diplomam olmadı, ama hepsinden hayata, dünyaya dair bir şeyler öğrendim. İleri geri yirmi yıl üniversite ile bağım sürdü, hepsinden bir şeyler kaldı. Bugün bile arada yarım bıraktığım bölümlere yeniden dönmeye heveslenmiyor değilim.

ANA MEŞGULİYETİM OKUMA YAZMA

Bütün bunlardan ne kaldı?       

Ne iş yaparsın diyenlere şakayla karışık “okuyorum, yazıyorum, geziyorum” diyorum. Biraz gerçeklik payı var. Son bir iki yıla kadar profesyonel olarak yaptığım hiç bir işim olmadı. Son zamanlarda internet üzerinden ikinci el kitapçılık yapıyorum. Bir tür e-ticaret…

Ana meşguliyetim ise okuyup yazma. İlk çalışmam, öğrencilik döneminde, Halkevleri ile ilgili bir araştırma. “Halksız ve İnsansız Bir Tarihin Halkevleri” adıyla çıktı. İsimdeki iddia bir yana mütevazi bir çalışmaydı.

Dedem seferberlik görmüş birisiydi. Babası da gitmiş, Sarıkamış’ta kalmış. Seferberlik yıllarının başıbozukluğuna, mübadeleye, yokluğa, yoksulluğa tanıklık etmişti dedem. Babasından, savaştan, köyümüzdeki Rumlardan anlatırdı, Hz. Ali kıssaları anlatırdı, Köroğlu, Şahismail anlatırdı ve ben de dinlerdim. Herhalde oradan tarihe karşı bir yakınlık duydum ve halen de tarihe merakla yaklaşırım, şaşarak bakarım. Bundan dolayı ilk çalışma da dahil bütün yaptıklarım yakın tarihe dönük merak kovalamacası bir anlamda. Halkevlerinden epey bir zaman sonra Zaman İçinde Bediüzzaman adıyla bir Said Nursi biyografisi çıkardık Yusuf Kenan Beysülen ile birlikte.

Bildiğimiz Said Nursi’den söz ediyoruz değil mi?

Evet, o da ayrı bir hikâye. Yusuf Kenan Beysülen belgesel film yapar, o zamanlarda da yapardı. Onun yönettiği, benim metinlerini yazdığım bir biyografik belgesel yaptık. “Yolcu” adıyla Kalan Müzik DVD’sini çıkardı. İşte “Zaman İçinde Bediüzzaman” o çalışmada yaptığımız araştırmaların sonucunda ortaya çıktı ve İletişim Yayınları kitap olarak çıkardı.

Ondan sonra bir başka arkadaşla “Hattın Dört Yanında Cemilpaşazadeler” adıyla bir başka kitap çıkardık. Bu da önde gelen Kürt seçkin ailelerinden Cemilpaşazadeler merkezde olmak üzere Kürtlerin yaklaşık 200 yıllık bir dönemini anlama ve anlatma çabası. O da Ankara merkezli yayınevlerinden Dipnot Yayınları’nca kitaplaştırıldı.

Sonra bir başka yakın tarih biyografisi çıkardım. Çıkardım diyorum, bunu tek yaptım. Yakın zamanlarda kaybettiğimiz Zakir Koçak ile ilgili. İkinci Dünya Savaşı günlerinden itibaren toplumsal tarihimizin bir tanığı ve karınca kararınca bir yapıcısı idi Zakir Koçak. Son alarak 1987 yılında bir kaza sonucu öldürülen balet Aydın Erol ile ilgili bir biyografi çıkardık. Son iki kitap NOTABENE yayınlarından çıktı.

Herhalde bu minval üzerinde de sürecek çalışmalar. Aklımda bir iki kişinin daha biyografisini yazmak var. Çok istediğim, bir nefesimi toplarsam başlayacağım işlerden birisi Necip Fazıl biyografisi yazmak. Bediüzzaman’dan Sonra Nurculuk adıyla bir çalışma yapmak da istiyorum. Hatta okumalarının bayağı bir kısmını da yaptım sayılır.

Belgesele gelirsek?

Benim belgesele ilgim okumak, yazmak ve gezmek üzerinden gerçekleşiyor. Az önce de sözünü ettiğim gibi Yusuf Kenan ve başka arkadaşlarım belgesel işleriyle uğraşırlardı, bir kısmı halen uğraşıyor. Hatta şöyle söyleyeyim, Can Dündar Ankara’da yürütürdü belgesel çalışmalarını. Yusuf Kenan ve arkadaşlar da onunla çalışırlardı. Ben de arada ziyaret eder, ihtiyaç halinde de katkıda bulunurdum. Benim belgeselle ilgim oradan başladı. Daha çok araştırma ve metin hazırlığı ve yazımı kısmıyla ilgili oldum. Ancak araziye çıkıp set işçiliği yapmak, bazen bir röportaj yapmak, çekimlere nezaret etmek, asistanlık yapmak da ilgimi çeker.

“MUSTAFA BELGESELİNİN ARAŞTIRMALARINDA YER ALDIM”

İrili ufaklı pek çok projede yer aldım. Genel kitlenin aklında kalacağını umduğum, Atatürk’ün yaşamını anlatan Can Dündar belgeseli Mustafa’nın araştırmalarında ve çekimlerinde bulundum. Malum sonrasında çok şiddetli ve bence haksız tartışmalara konu olmuştu. Araştırmalarında ve metin kısmında bulunduğum için rahat söylüyorum, o film o saldırıları hak etmemişti.

ANKARAYI ANLATAN BELGESEL…

Az önce sözünü ettiğimiz “Yolcu” da yapımında çalıştığım, hatta çok çalıştığım işlerden birisi. Arada Ankara Büyükşehir Belediyesi için Kasabadan Başkent’e Başkent’ten Metropole isimli bir belgeselin araştırmalarını yapıp, çekimlerine katılanlardan da biriyim.

Yönetmen Saadet Özen ve Hacı Mehmet Duraoğlu idi. Görüntü yönetmeni ise Candan Murat Özcan. Altı bölümdü yanlış hatırlamıyorsam. Metin yazarı da Selahattin Duman idi.

Önce ilk kuruluştan itibaren alalım denildi, sonra Ankara’nın öyle kolayca derdest edilip şıpınişi bir belgesele sığdırılamayacağı anlaşılınca İslam döneminde karar kılındı. Ama o da ancak altı bölüme sığdı. İleri geri dört saatlik bir şey çıktı. Herhalde antik dönemden alınsa on-onbeş bölüm olurdu.

“ANKARA BOZKIRI, ARMUTU, KEÇİYİ, BALI VE BÜROKRASİYİ ÇAĞRIŞTIRIR!”

Bu vesileyle Ankara’ya dair bir kaç şey ekleyip kentin hakkını teslim etmek gerekli. Ankara kenti bozkır, armut, keçi, bal bir de bürokrasi çağrıştırır. Bu biraz gerçeklik biraz da kurgudur. Önemli ölçüde de ideolojiktir. Yani şunu demeye çalışıyorum; Hiç bir engele dolanmadan hareket etmek isteyen sermaye için Ankara bürokrasidir, kendi eserinden gözleri kamaşan devletliler için armudu ve keçisi dışında bir şeyi olmayan bozkır kasabasıdır, bütün aklını inşaata ve yüksek binalara harcetmiş nevzuhur kentleşme anlayışı için gecekondudur… Bunların hiçbiri devletin yurttaşına karşı görevini yerine getirmesinin bir aparatı olarak bürokrasiyi hesaba katmaz. Bir dünya kentinin hangi aşamalardan geçerek küçük bir kasabaya dönüştüğünü bilmek istemez. Nev zuhur belediyeci her bir gecekondunun bahçesinde onlarca ağaç olduğunu, ağaçların altında çocukların oynadığını hatırlamak ve hatırlatmak istemez. Çünkü gecekondu nev zuhur belediyeci için kazançsızdır….

“ANKARA’YA HAKSIZLIK ETMİŞTİM”

Neyse… Ben o belgeselde çalışırken Ankara’ya haksızlık ettiğimi öğrendim, bundan da sıkıntı duydum. Bu kent, bir dünya kenti.  Bunu yalnızca Roma ve öncesine dayanarak söylemiyorum. Bu kentin en parlak dönemlerinden birisi 16’ıncı 17’inci yüzyıllar. Ankara’da Alman ve Hollanda kolonileri var. Dünya ticaretinin en önemli kentleri arasında. Çok kültürlülük var.  Pek çok şey söylenebilir, meraklısı kaleye giderken içinden geçtiği parkın 1916 yazındaki resimlerine bakabilir. Hani o, aynen Sivas’ta olduğu gibi kimlerin çıkardığı bir türlü tespit edilemeyen yangından yok olmadan önceki Hisaraltı Mahallesi’ne. Binalar belki içinde yaşananlar hakkında fikir verebilir. Ya da AŞTİ’ye giderken yolun kenarındaki yükseltiye bakabilir, olmadı Lalegül’dekine… Belki oradan Anıtkabir’in bile eski bir höyük üzerinde kurulu olduğu bilgisine ulaşır. Yani demem o ki Ankara evet keçi’dir, mutlaka korumak ve çoğaltmak gerek, armut ve baldır, kesinlikle yok olmalarına göz yummamak gerek, evet, Ankara bir dünya kentidir her şeyden önce ve nevzuhur belediyecilik yok etmeden gezip görme, öğrenmek gerek. Ben bir parça o belgeseli çalışırken öğrendim ve halen fırsat buldukça çıkmaz sokaklarına dalıp yol arıyorum.

Ankara sizin için ne ifade ediyor?

Ben bu kenti seviyorum. Bir kere nizami bir kenttir Ankara, düzeni vardır. Bütün çoraklaştırma çabalarına rağmen bozkır ortasında bir vahadır halen. Nizami olması, düzen sürprizi olmadığı anlamına gelmez. Meraklısı için sürprizleri vardır ama Ankara bunu insanın gözüne sokmaz. Alengirli binalar gibi kendini kolayca ele vermez.

Ne bileyim Kılıçlar Köyü piknik alanının bir fosil yatağı, Kızılcahamam’ın jeolojik açıdan çok önemli bir inceleme alanı, dünyanın en önemli fosil ormanlarından birinin Çamlıdere’de bulunduğunu bilmek iyi geliyor. Yani şimdi Ankara’da olup her şeyden ahkam kesmek ama Kirmir Vadisi’nden, Güdül mağaralarından haberdar olmamak… Ne desem boş…

Ankara’da otuz yılı devirdik ve gözlerimizin önünde pek çok şey oldu. Binalardan ve yollardan, yıkılan her gecekondunun bahçesinden kesilen onlarca ağacın yerine yerleştirilen fiberglass estetikten söz etmeyeceğim. Ben Ankara’ya geldiğimde, 1986 yılının Eylül’ünde sokaklarda el arabalarında hıyar satılırdı, şipşak soyulur, tuzlanır ve uzatılırdı. Hijyen mi değil mi kimse düşünmez, yerdi. Şimdilerde yok artık… Pek çok yayınevi vardı, pek az kaldı. Zafer Çarşısı vardı, kitapçılar ağırlıklı orada olurdu ve orada bir çay ocağı vardı. Oraya gitmek, kitapçı dolaşma, belki fırsat düşürüp kitap çalmak, sonra o çay ocağının dibinde, merdivenlerde oturup çay içerken kitap karıştırmak…

O ZAMANLAR MELİH GÖKÇEK KEÇİÖREN’DE REİSTİ!

Şimdi o yok. İrili ufaklı tiyatrolar vardı, tiyatrocular televizyona geçmemişlerdi, tiyatrocuların en önemlileri Ankara’da idi. Ne bileyim İnşaat Mühendisleri Odası şiir akşamları yapardı ve bizler de katılırdık. Sonra Sakarya Caddesi gerçekten de birahane ve meyhane bölgesiydi, her anlamıyla çöküntü alanı değildi. Hava kirliydi, Ankaray ve Metro yoktu, Batıkent çamur içinde yalnız 20 ve 97 numaralı halk otobüslerinin işlediği bir yerdi. Eryaman, Ümitköy, Çayyolu vs. tarlaydı. Melih Gökçek Keçiören’de reisti. O zamanlar da yağdı mı yağardı, misal 1987 yılında ani sağanak Saimekadın civarını vurmuştu ve insanlar ölmüştü. Ama o zamanlar şimdiki kadar alt geçit olmadığı için yollar göl olmuyordu. Önceden yaşlılara otobüste baş çevirip görmezden gelmek iyi karşılanmazdı, yer verilirdi. Şimdi yer veren daha az, Saimekadın halen sel baskınına uğruyor ve gecekondu neredeyse kalmadı.