Almanlar Yenildiği İçin Biz de Yenik Sayıldık: Bir Mitin İzini Sürmek

Eski ama sürekli gündemde bir klişe; belki de herkesin dalga geçerek söylediği ve bir şekilde Türkiye’deki genel tarih eğitiminin kısa bir tanımlaması gibi olabilen bir cümledir ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları bahsinde sıklıkla tekrarlandığı söylenir: Aslında Osmanlı İmparatorluğu (burada resmi tarih anlatılarında ve genel tarih derslerinde “Biz” olarak geçiyor) savaşta yenilmedi. Savaşın başında oluşmuş olan müttefik sisteminin (üçlü itilaf ve üçlü ittifak) ısrarlı olarak savaşın cephelerini tanımlamada kullanılmasından kaynaklı “müttefiklerimiz” ya da müttefiklerin en başta geleni, Osmanlı devlet yöneticilerinin doğrudan ilişkide bulunduğu ve hatta bizi savaşa sokma suçunu da Enver Paşa ile birlikte üstlenen, Almanya yenildiği için “Biz” de yenik “sayıldık”. Bu hikâyenin, savaşın sonuna dair bu açıklamanın çokça yaygın, hatta üzerine espri çeşitlemelerinin yapılabildiği yaygınlıkta dolaşımda olması bu bilginin (!) kaynağına dönük bir merakın da ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Nasıl oluyor da aslında gerçeklikle bağı oldukça zayıf olan bu iddia yaygınlaşabilmiş ve herkesin konuştuğu bir “klişe”ye dönüşmüştür. Her “gelenek” ya da “klişe” icadında olduğu gibi, bu söylemin de ilk olarak ne zaman nasıl bu hale geldiği konusunda tam olarak bilgi sahibi olmak çok mümkün değilse de, nasıl olup da bu türden bir “klişeleşmiş anlatının” çok boyutlu bir tarihsel sürecin açıklaması olarak yerleşik hale gelmiş olduğunu görebilmek, bizi bilginin üretim ve dağıtım süreçleri hakkında ipuçlarına yöneltecektir.

Sosyal medyada, Ekşi Sözlük gibi popüler alanlarda, çeşitli karikatürlerde ve hatta “Kim Milyoner Olmak İster” isimli yarışma programında bile sorulan bir soru olması sebebiyle bu “mitin” gerçekliği, olayların gerçek bağlamından bağımsız bir biçimde yaygınlaşmış görünüyor. Burada en genel anlamıyla Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı İmparatorluğu açısından neden ve nasıl sonuçlandığını göstermekten daha çok yukarıda bahsedilen “mitin” izi sürülmeye çalışılacaktır.

Bu konuyu Ekim ayı içerisinde  tekrar gündeme taşıyan Ahmet Kuyaş savaş sonuna dair “Almanlar Yenildiği İçin Biz de Yenik Sayıldık” mitini ve asıl sürecini en doğru biçimde şöyle tanımlamaktadır:

“Yaygın bir kanıya göre Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmemiş, müttefikleri yenildiği için mütareke istemek zorunda kalmıştır. Gerçi Avusturya-Macaristan’ın 3 Kasım, Almanya’nın ise 11 Kasım 1918’de, yani Osmanlılardan sonra mütareke imzalamış olmaları, Osmanlı Devleti’nin yenilmeden yenilmiş sayıldığına ilişkin kanıyı çürütmek için tek başına yeterlidir. Ama bunu yeterli görmeyenler, Mondros Antlaşması’na giden yolu Bulgaristan’ın daha önce teslim olmasıyla başlatırlar. Bulgaristan yenilerek ateşkes istemiş ve 29 Eylül 1918’de Selanik’te imzalanan mütarekeyle savaştan çekilmiştir. Böylece Trakya ve İstanbul savunmasız kalmış ve başkentte daha önceleri de ele alınan mütareke fikri daha çok taraftar toplamıştır. Bunun üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin oluşturduğu Talat Paşa Kabinesi 8 Ekim’de istifa etmiş, 14 Ekim’de Müşir Ahmet İzzet Paşa’nın başkanlığında partilerüstü bir kabine kurulmuştur. Bu kabinenin girişimleri sonucunda da, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. Ama sucu Bulgaristan’a atmak; Osmanlı coğrafyasını tümüyle unutmak ve tarihe Lozan Antlaşması’ndan sonra sınırları kesinlik kazanan Türkiye’den, yani bugünden bakmak olur. Nitekim işe Basra Körfezi’nden başlayan İngiliz-Hindistan ordusu, Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul’un kapılarına dayanmış; Çanakkale’den çekilen ANZAC’ları da bünyesine alarak Mısır’dan yola çıkan Mısır Seferi Kuvvetleri ise, aynı tarihlerde Halep’in güneyine varmışlardı. Yani Irak ve Suriye’nin neredeyse tamamını yitirmiş olan Osmanlı ordusunun yenilmediğini iddia etmek hiç de gerçekçi değildir.” 1

Aslında birçok tarih kitabı ve akademik tarih çalışmasında olay bu şekliyle ele alınmakta ve çeşitli boyutlarıyla benzer vurgular yapılmaktadır. Bu çalışma için taranan Enver Ziya Karal, Zuhuri Danışman, Yusuf Hikmet Bayur, Fahri Belen, Şerafettin Turan, Ergun Aybars ve Selahattin Tansel’in hem genel Birinci Dünya Savaşı tarihi ve hem de ders kitabı niteliğindeki çalışmalarında bu doğru anlatının benzer biçimlerde tanımlandığı görülmektedir. Akademik niteliği ağır basan çalışmalarda olayın gerçeğe en yakın haliyle anlatılmasına rağmen, bu söylemin oluşmasında en önemli kaynağın başka yaygın bir araç olduğu söylenebilir. Tabi ki olağan şüpheli olarak, popüler kültürün bu konuyu ele alırken tanımladığı gibi, “yanlış eğitim” veya “ders kitapları” akla geliyor. Genel anlamda tarih derslerinin liselerde pek popüler olmadığı söylenir. Bunun sebepleri üzerine çokça düşünüldü, yayınlar da yapıldı; ama orta öğretim-lise tarih dersleri ezberlenen ve daha çok dersi anlatan, öğretmen aracılığıyla sevilen veya nefret edilen bir ders olarak tanımlanır. Bu yüzden tarih derslerinin öğretmenlerinin de bu “mitin” oluşumunda önemli bir etkisi bulunduğunu baştan söylemek gerekmektedir.

Bu mitin izini ders kitaplarında sürmek için, 1930’lardan bugüne kadar toplam 38 ders kitabında yalnızca ilgili konuya odaklanarak bir tarama gerçekleştirilmiştir. Açıkçası bütün kaynaklar ve ders kitapları yalnızca bu noktaya odaklanarak izlendiği takdirde başta iddia edilen sözün kaynağını doğrudan görebilmek mümkün olamamıştır. Hiçbir kaynak doğrudan doğruya “Almanlar Yenildiği İçin Biz de Yenildik” lafını açıkça dile getirmemektedir. Bunun yerine başka anahtar kelimeler bu yoruma yol açabilecek biçimde kullanılmaktadır. Yine de çoğu ders kitabı ve akademik çalışmada Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştan çekilmesine ve savaşın sonucuna dair yukarıda Kuyaş tarafından da açıkça belirtilen bağlamın geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Hal böyle iken asıl soru hala ortada durmaktadır: Nasıl oluyor da hiçbir ders kitabında doğrudan geçmeyen bu iddia sosyal medya ve popüler kültürde kendisine belirli bir formda bir yer bulabilmektedir? İleride de bahsedileceği gibi burada “aracı yorumlayıcı” olarak tanımlanabilecek öğretmenlere ve bununla oluşmuş “mekanik yorum”un kolaycılığına kapılmış milliyetçiliğe vurgu yapılabilir.

Bu ders kitaplarında ortaya çıkan sonuçlara geçmeden Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni resmi ideolojisinin bir yansıması olarak görülebilecek olan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından hazırlanan ders kitabında Birinci Dünya Savaşı’nın sonunun ve Mondros Mütarekesi sürecinin nasıl tanımlandığına bakarak belki bir öncü söyleme ulaşmak mümkün olabilir. Türk Tarih Tezi çerçevesinde ve Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin oluşturduğu bir komisyon aracılığıyla hazırlanan tarih ders kitaplarının son cildi (Tarih IV) asıl olarak yakın dönemlere odaklanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’ne odaklanan son cildin “Türk Ordusu ve Milli Müdafaa” başlıklı dokuzuncu bölümünde şunlar söylenmektedir:

Uygunsuz olarak Osmanlı Ordusu adı takılmış olan Türk Ordusunun son asırlardaki mütevali mağlubiyetleri dikkatle mütalaa edilirse, görülür ki, bunlarda mağlup olan asker değil, idare ve kumanda heyetleri, padişahların saray uşaklığı, aşçı yamaklığı, iç oğlanlığı gibi işlerden vezirlik mertebesine çıkardıkları ve ordular başına geçirdikleri bilgisiz, anlayışsız adamlardır. Bütün bu sıra mağlubiyetler dahi Türk askerinin koyu ve sonsuz karanlıklarda sayısız yıldızlar gibi parlayan kahramanlık menkıbelerile doludur. … Büyükharp, osmanlı saltanatının üç asırdanberi devam eden askeri mağlubiyetlerinin sonuncusudur. Ancak bunda da Türkler Çanakkale, Kafkas, Kut ve yabancı cephelerde çok çetin mücadelelerde en yüksek cevherini düşmanlarına tasdik ettirmiştir. Bu harpteki mağlubiyetinin başlıca sebebi de kendi zafından ziyade dört sene süren yıpratıcı mücadelede kaynaklarının tüketilmesinde ve dünyanın dört bucağına kuvvetlerinin israf edilmesinde ve nihayet müttefiklerinin daha evvel boyun eğmesindedir.2

Burada açık olarak görülen, özellikle ordu-millet denkliğinin yüceltilmesi ve Osmanlı’nın gayri-milli niteliklerinin vurgulanmasıdır. Böylelikle Birinci Dünya Savaşı ve dahi öncesinde yer alan birçok yenilginin sebebi açıklanabilmektedir. Milli hisleri oluşmamış veya gelişmemiş yöneticiler ve nihayet “müttefikler” yüzünden askeri nitelikleri “eksiksiz” olan Türk Milleti yenilgiye uğratılmıştır. Bunun sonucunda bu niteliklerini kullanmayı ve aynı milli his ile hareket etmeyi becerebilen yöneticiler/komutanlar, milli kimliğin bu yenilmezliğini kaçınılmaz sonucuna ulaştırmayı bilmişlerdir. Milli Mücadele ise bunun açık bir göstergesidir. Asker-millet olarak Türklerin yenilmezliğinin komutanların yetkinliği ile birleşmesi bu başarıları getiren en önemli unsur olarak tanımlanmaktadır. Örneğin Tarih III kitabında Birinci Dünya Savaşı’ndaki başarı ve başarısızlıkların sebebi şu şekilde tanımlanmaktadır:

Bu iki kumandanın  (Enver ve Cemal Paşalar) mucip olduğu felaketler nihayatine kadar telafi olunamadı. Bununla beraber osmanlı orduları, bu orduların temelini teşkil eden türk milleti dört sene süren Cihan Harbinin muhtelif cephelerinde muktedir kumandanlar idaresi altında bulundukça, dünyaya hayret veren bir mukavemet ve kudret gösterdiler.” … “Türk ordusunun Gelibolu Yarımadasında dünyanın en muntazam ve mükemmel ordularına karşı gösterdiği kahramanca mukavemet ve onları ricate mecbur ederek kazandığı büyük zafer, türk neferinin ve türk milletinin fıtri fedakarlığını ve yüksek hasletlerini en eyi anlıyan ve ondan istifade etmesini bilen Mustafa Kemalin eşsiz dehası sayesinde olmuştur.3

Bu alıntılarda da görülebileceği gibi Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi büyük oranda sonradan devam edecek olan Milli Mücadele ile bağlantılı bir biçimde değerlendirilmiştir. Bu tarih mitinin oluşumunda, Dünya Savaşı-Milli Mücadele geçişkenliğinin en önemli sebeplerden biri olduğunu söylemek mümkündür

Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı sürecinde yaşadıklarını açıklamak için, müttefik Almanya’nın savaş sonrasında temel bir politik motif olarak kullanacağı  “arkadan bıçaklanma efsanesi”ne (dolchstoßlegende) de dikkat çekmek gerekmektedir. Thomas Kühne Almanya’da bu mitin gelişimi şöyle açıklamaktadır:

Onlara göre, 1918’de asiler ve devrimciler, ulusal ihtiyaçlara uygun davranmaktan ziyade bencil sınıfsal amaçları olan egoist kışkırtıcılar tarafından yönetiliyorlardı. Hain kadınlar tarafından yüreklendirilen sosyalist ve Yahudi elebaşları, Almanları evlerinde kışkırtıyor ve kahraman orduyu sırtından vuruyorlardı. Ulusalcılar, bu sırtından vurma efsanesini bütün ülkeye yaydılar … Efsane de gerçekleri görmezden geldi ve Almanya’nın yenilgisini manevi kaynakların eksikliğine dayanarak açıkladı. Şayet daha fazla irade gücü olsaydı, şayet Almanlar birlik olsaydı, şayet Sosyalist-Yahudi komplosu “1914 ruhu”nu söndürmeseydi, Almanya savaşı kazanabilirdi.4

Bu söylem, Balkan Savaşları sonrası eski tebaa Balkan ülkelerinin ve ardından da Birinci Dünya Savaşı’nda Ermenilerin ve Arapların “Türkleri” yani “Biz”i arkadan bıçaklaması biçiminde Türkiye tarihinde de yer bulacaktır.5 “Almanlar Yenildiği İçin Biz de Yenik Sayıldık” söylemi de bunun bir yan hikâyesi olarak gelişmektedir. Bir hikâyenin bütünü üzerinden bakıldığında “arkadan vurma efsanesi”nin Türkiye tarihi analizinde yer alma biçimi şu şekilde özetlenebilir: Osmanlı Devleti,  Balkanlar Savaşları’nda ve özellikle Ermeni meselesi üzerinden Birinci Dünya Savaşı’nda genel anlamda Hıristiyanlar tarafından ihanete uğradı; Birinci Dünya Savaşı’nda Araplar tarafından ihanete uğradı; son olarak da savaş sonucunda aslında kendisi kahramanca savaşmasına rağmen Almanlar ya da müttefikler yenildiği için yenik sayıldı, yani müttefikler tarafından ihanete uğradı.

Bu ilişkisel anlatı, bütünüyle bir “hiç kaybetmeme ve hep galip gelme” durumunun militarist bir açıklaması olarak da tanımlanabilir. Tabi bu üçlü bıçaklama hikâyesinin birlikte mi, birbirini takip eden bir süreçte mi, yoksa tarihsel anlatının ideolojik olarak kurgulandığı bir başka dönemde mi oluştuğu asıl tartışma konusudur. Birinci iddia hemen Balkan Savaşları sonrasında gözüküyor. Sonraki dönemde Ermeniler ve Rumlar için de belli düzeylerde kullanılacak olan bu söylem temelde “içimizdeki düşmanlar” anlatısını kuvvetlendiren bir etkiyle yeni kimliğin oluşumuna katkıda bulunacaktır. Arapların Birinci Dünya Savaşı’nda ihaneti veya arkadan vurması meselesi ise daha çok İslami hassasiyetler içerdiği için bu dönemdeki savaşın mağlubiyetinde başka amaçlar için kullanılacaktır. Özellikle de Arap-İslam ilişkisi içerisinde yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin laik-milliyetçi çizgisinin bir birleştiricisi, onu meşrulaştıran bir işleve sahip olacaktır. Osmanlı kimliğinin çözülüşüyle birlikte Arapların dini İslam’dan ayrı bir milli Türklük inşası içerisinde “Arap ihaneti” yine bu kimliğin oluşumunda etkilidir.

Son olarak da savaş sonucunda “düvel-i muazzama” veya “emperyalist Batı”nın nasıl davrandığı özel bir önem kazanıyor. Bu söylemin oluşmasında Batıcı olmakla birlikte antiBatıcı bir özcülük de içeren milliyetçi tahayyüle dönük vurgu önemli gözüküyor. Böylelikle Batı’ya muhtaç olmayan, onsuz aslında daha bağımsız ve özgür olabileceğinin vurgusunu içeren milliyetçi bir söylemin oluşturulmasında kullanılabilen bir aracı olabilmektedir: Türkiye ve Türkler tarih boyunca yenilmezler, yenilmeyecekleri için ancak başkası yüzünden yenilebilirler. Savaşın bitmesine rağmen Türklerin yenilmemesi de bu yüzdendir aslında. Bu söylemin eşlik ettiği süreç temelde Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunu değil aslında devamındaki Milli Mücadele’nin gerekçesini oluşturması açısından önemlidir: Türk milletinin asli unsur olduğu Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmemiş yenilmediğini de Milli Mücadele’de göstermiştir.

Belirli dönemlerde okutulan ders kitaplarında olayın anlatılma biçimlerini belirli anahtar kelimeler üzerinden izlemeye çalıştığımızda bu kurgunun nasıl geliştiği ve nasıl tanımlandığını görebilmek mümkündür.

Müttefikler Yenildiği İçin…

Ağırlıklı olarak 1950’li yıllardaki ders kitaplarında rastlanan bu vurgu Tek Parti Dönemi ders kitaplarının aksine doğrudan sonraki mitin oluşmasında etkili görünmektedir. Burada vurgu her zaman “savaşı bırakmak zorunda kaldık” hiçbir zaman “kaybetmedik” biçiminde ortaya çıkmaktadır. Doğrudan doğruya savaşta yenilginin sorumluluğunu ittifak sistemine bağlayarak, bu ittifakın bir üyesi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun “diğerleriyle” kurduğu ilişkisellik dolayımıyla yenildiğini vurgulamak bu dönemdeki kitapların en temel bakışını oluşturmaktadır. İttifak sistemine bu kadar yoğun vurgu yapılması tarihsel anlatının da buraya doğru odaklanmasını getirmiştir. Osmanlı’nın yenilmiş olduğu, silah bıraktığı kabul edilse bile bunun sebebinin her zaman “müttefikler yüzünden” olduğu vurgulanmaktadır.

Teknik Yetersizlikler Sonucu…

Savaşın Osmanlı açısından kaybedilmiş olduğu kabul edilmekle birlikte neredeyse her dönemde karşılaşılan bir başka açıklama da Osmanlı ordusunun teknik açıdan gelişmemişliği sebebiyle bu yenilginin ortaya çıktığını tanımlamaktadır. Bu durum yine yenilginin sorumluluğunu “milli varlık” dışındaki araçlara yönlendirmesi açısından kullanılışlıdır. Bu anlatının en ilginç biçimini Yılmaz Öztuna’nın “Eğer Alman ve Avusturya-Macar orduları derecesinde mükemmel teçhiz edilebilseydi, Türk silahlı kuvvetlerinin başarısı büyük olurdu.” sözlerinde görebilmekteyiz. Almanya ve Avusturya-Macaristan teknik olarak kuvvetli olmasına rağmen yenilmiş, Osmanlı ise bu tekniğe sahip olsaydı yenilmeyecekti açıklaması, onlarda olmayan ama Türklerde olan bir özelliğe, aslında Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin ders kitabında da vurgulanan “Türk neferinin ve Türk milletinin fıtri fedakârlığı ve yüksek hasletlerine” gönderme yapmaktadır. Böylelikle Türk milleti yenilgiyi ancak teknik yetersizlik ve başkalarının ihaneti veya beceriksizliği yüzünden yaşayabilen en büyük millet olarak yüceltilebilmektedir.

Müttefikler Yenilince… Zorunda Kaldı…

“Zorunda kalmak”, ya da bir tür mecburiyet yüzünden savaşın sonlanması söylemi doğrudan doğruya ittifaklar sistemiyle bağlantılı görünmektedir. Bir tür mecbur bırakılmışlık yüzünden, aslında yenmesine rağmen “mütareke yapmak”, “savaştan çekilmek”, “barış istemek”, “anlaşma istemek”, “anlaşmayı imzalamak” zorunda kalan bir Osmanlı devleti tanımlanmaktadır. Böylelikle aslında yenilmemişlikle birleşen ama müttefikler yüzünden zorunda kalınan bir yenilginin altını çizmek en çok rastlanılan vurgu olarak özellikle 19701980-1990 dönemi ders kitaplarında temel söylem haline gelmiştir.

Bu tür vurgular genelde Milli Mücadele’ye geçerken Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları ve Mondros Ateşkes Anlaşması’nın etkileri konusuna giriş yapılırken dile getirilmektedir. Savaşın sonuçları normal bir biçimde anlatılırken burada vurgu “biz kaybetmedik onlar kaybettiği için” kısmında oluşmaktadır.

“Birinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Osmanlı Devletinin Durumu” başlığı altında savaş sonrasından Mondros’un imzalanması ardından yaşanan olayların anlatılacağı bölüme geçiş anlarında bu söylem daha sık kullanılmaktadır. Böylece savaş sonuna dair daha doğru bir anlatı sunmuş olsalar bile, asıl olarak Milli Mücadele’ye gidişi haklılaştırmak ve savaş sonrasında aslında Osmanlı-Türk askerinin/milletinin yenilmezliğini vurgulamak için bu kavramsallaştırma kullanılmıştır diyebiliriz.

Ders kitaplarının bazılarında yer alan bölüm sonundaki sorularda da Osmanlı’nın veya diğerlerinin kaybettiğine dair bir izlenim edinemiyorsunuz. Genelde bölüm değerlendirme soruları şöyle formüle edilmektedir: “Çanakkale savaşlarını nasıl kazandık? Birinci Dünya Savaşını kimler kazandı?” Osmanlı ya da ittifak devletleri “neden kaybetti” biçiminde oluşturulmamış olan bölüm sonu değerlendirme soruları benzer bir “kaybetmeme” söylemini de pekiştirmektedir.

İlginç ve ayrı bir değerlendirmeyi hak eden örneklerden bir başkasına ise, Niyazi Akşit’in 1987 tarihli Milli Tarih Ana Ders Kitabı Ortaokul II ders kitabında rastlamak mümkün olabilmiştir. Bu kitapta savaşın sonuna dair yani hangi ülkelerin kazanmış olduğuna dair bir bölüm veya açıklama bulunmamaktadır. Böyle bir açıklama olmadığı gibi Mondros Mütarekesi hakkında bir bilgi dahi yok. Savaşın yalnızca bazı cepheleri anlatılmakta ve asıl olarak uzun uzun Çanakkale Cephesi’nde Türklerin nasıl kazandığı anlatıldıktan sonra Atatürk’ün cephedeki bir anası nakledilerek, savaş sonucu söylenmeden “İkinci Dünya Savaşı’na giden yol” anlatılmaya başlanıyor. Bu kitabın daha sonraki 1990 baskısına baktığımızda da sayfa düzeni değişmesine rağmen fotoğraflar ve anlatımın hiç değiştirilmeden devam ettiğini eksikliğin tamamlanmamış olduğunu görüyoruz.

Son olarak kitapların nasıl alımlandığı ve aktarıldığının da bu “mitin” nasıl oluştuğunu anlayabilmek için önemli olduğunu söylemek gereklidir. Öğretmenlerin derslerde özellikle Milli Mücadele’ye giden yolun anlatılması sırasında savaşın sonuçlarına dair bu tür kestirmeci ve kolaylaştırıcı, mekanik yorumları derslerde daha sıklıkla kullandıklarını, müfredatın ve genel politik durumun milliyetçi içeriğiyle bağlantılı olarak öğrenciler arasında bu yorumların daha kolay yaygınlaştığını düşünmek mümkündür. Özellikle 12 Eylül sonrası ve 1990’lı yıllarda okutulan ders kitaplarında, “zorunda kalmak” anahtar kelimesi ile formüle edilen “müttefikler yenildiği için” söyleminin baskın bir bilgi halinde yerleşikleştiği söylenebilir. Günümüz ders kitaplarına bakıldığında bu söylemin bırakıldığını, Bulgaristan’ın savaştan çekilmesi ardından müttefikleriyle bağın kopması üzerine savaşın sonunun gelmeye başladığı açıklanmakla birlikte Osmanlı’nın çoğu cephede yaşamış olduğu yenilgiye ve genel olarak savaştan yenilerek çıkmasına daha doğru bir vurgu yapılmış olduğu söylenebilir. Uzun dönemli ders kitapları taramasında günümüzde okutulan ders kitaplarında, en azından bu meselenin, öncekilere göre oldukça düzeltilmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Sonuç yerine…

Genel olarak bakıldığında ders kitaplarında Birinci Dünya Savaşı’nın sonucu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştan hangi sonucu alarak ayrıldığının açıklanmasında şu noktalar öne çıkmaktadır:

1-Çanakkale Savaşı’na Birinci Dünya Savaşı bahsinde bütün cephelerden daha çok önem verilmekte ve buradaki başarı neredeyse savaşının bütününe hasredilmektedir. Bu durum öğrencilerde Milli Mücadele ve Birinci Dünya Savaşı ayrımının yapılmasında ve özellikle de Çanakkale Savaşı’nın bunlardan hangisi sırasında yaşandığına dönük bir anakronik anlatının gelişmesine yol açabilmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye rağmen Çanakkale Savaşı’nın anılması ve Mustafa Kemal’in bu savaş içerisindeki konumunun savaşın genel süreç ve sonuçlarından daha çok öne çıkartılması anlatıyı Milli Mücadele süreciyle bütünleştirmeye yol açmaktadır.

2-Bu bütünleşmiş anlatı ve Çanakkale başarısında Mustafa Kemal’in varlığına dönük vurgu savaşın kaybedilmesinde “basiretsiz yöneticiler” ve “yeteneksiz komutanlar” olgularının anlatının içerisine kolaylıkla yerleştirilebilmesine imkân vermektedir. Bu durum Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de olduğu gibi “yenebilecekken, yenilmiş olmak” iddiasının gücünü arttırmaktadır.

3-Özellikle “arkadan vurma miti”yle ilişkili bir biçimde, Hıristiyan ve Arap unsurların Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasındaki tavrıyla ilişkilendirilerek Türk askeri ve Türk milletinin yenilmezliği, eğer yeniliyorsa bunun ancak bir “ihanet” sonucunda gerçekleşmiş olacağı söylemi savaş sonuna dair anlatıya eklemlenmektedir.

4-Savaş öncesinde gerçekleşen ittifaklar sisteminin tarih kitaplarında yer alış biçimi ve buna dönük yoğun vurgu, savaşın en temelde bir grup mücadelesi olarak tanımlanması yönündeki algıyı pekiştirmektedir. Bunun sonucunda savaş, grup olarak galip veya mağlup olunabilecek bir mücadele olarak tanımlanmaktadır. Savaşın sonunda mağlup olan grubun diğer üyelerinden kurtulan Türk milleti, kendi savaşını bu bağlardan kurtulduktan sonra daha muzafferane bir biçimde verebilecek ve “yenik sayıldığı” bir savaştan yenerek çıkmayı başaracaktır.

5-Milliyetçi anti-emperyalist söylem Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesi ardından Milli Mücadele galibiyetiyle birleşince Hıristiyan-Arap-Avrupa güçleri dışında tek “milli varlık” ile başbaşa kalan güçlerin böylece daha başarılı olduğu bilincini yaygınlaştırmaktadır. Türkiye’nin ve Türklerin başarısı için uluslararası ittifaklar veya örgütlenmeler ile değil, bağımsız ve bağlantısız bir tekil güç olarak egemen olması durumunda ancak ihanete uğramayacağı ve kendi başarısını yakalayabileceği, kendi dışındaki ülke ve gruplara karşı bakışın oluşmasında etkili olduğu söylenebilir. Böylece aslında Birinci Dünya Savaşı’nın sonucuna ilişkin bir önermeyi içeren bu klişeleştirilmiş söylem aynı zamanda, tanımın içerisinde yer alan “Biz”i de kuran bir etkiye kavuşabilmektedir. “Biz” yani ulusal kimliğin tanımlanmasında kullanılan Türkler, savaşlar sonucunda ancak ihanete uğradığımızda ya da birlikte yürüdüğümüz kişiler, gruplar veya ülkeler bizi arkadan vurursa yenilebiliriz. Bunun dışında “Biz”in yenilmez birliğini kuran yalıtılmış anti-enternasyonalist milliyetçi reddiyenin bir söylem olarak bu mitin yerleşikleşmesinde etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Zaman içerisinde bir dalga geçme, yanlış eğitimin bir simgesi olarak algılanmaya başlanmasında eski tekleştirici “Biz” tanımının yıpranması veya gereksizleşmesinin yaşanmış olduğu söylenebilir. Bugünkü ders kitaplarına baktığımızda bu söylemin devam etmediğini, olaylar gerçekte nasıl olduysa öyle anlatılmaya başlandığının görüldüğü vurgulanmıştı. Bugün derslerin nasıl verildiğini günümüz tarih öğretmenlerine sorulduğunda da artık bu dönemin eskiden olduğu gibi ittifaklar sisteminin yarattığı bir yenilgi üzerinden anlatılmadığı söylenmektedir. Peki ne oldu da bu durum değişti?

Eskiden de bu mitin üretilmediği ve olayların gelişimini ve sonucunu olabildiğince doğru biçimde anlatan birçok kaynak bulunmaktadır. Ders kitapları arasında yalnızca burada ele alındığı biçimiyle yenilgi mitini anlatan kaynakların yanında bugünküne benzer biçimde olayı en doğru şekilde anlatanlarına da rastlanmaktadır. Akademik kitaplar arasında daha fazla sayıda olmak üzere bunların sayısı mitin üretilmiş olduğu ders kitaplarından elbette sayıca daha az. Bugün neden bu mitin yok olmuş olduğuna ancak bir yorum getirebiliriz: Yeni dönemde artık mizah konusu haline gelen “Biz”in işlevi değişmiştir. Artık o yenilen bir “Biz”dir. “Almanlar yenildiği için Biz de Yenik Sayıldık” cümlesinin artık dalga geçilen bir biçimde dolaşımda olması burada kurulmaya çalışılan “Biz” söyleminin gücünü yok etmektedir. Eski “Biz”in etrafında onun yenilmezliğini kuşatan mitolojik tinin silindiği, işlevsiz kaldığı, içinde bulunduğumuz dönemin yarattığı bir mizah unsuruna dönüştüğü zaman, iktidarların kurmaya çalıştığı kimliğe karşıt bir kültür de yaratmaktadır. Artık kimse Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte kurulan “Biz”in yenilmezliğini iddia etmemektedir. Yeni dönemde bu iddiayı güçlendirecek başka sembolik mitler yaratılabilir elbette; fakat Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları üzerinden oluşturulan bu söylemin kurucu etkisi artık sona ermiştir. Bu söylemin işlevsizliği bunun ortadan kalkmasına da yol açmış artık yeni ders kitaplarına buna yer verilmesi anlamsız hale gelmiştir. Böylelikle tarihsel kurgu üzerinden oluşturulmaya çalışılan bu anlatı, “kurucu söylem” olmaktan çıkıp “milliyetçi kimliğin gücünü yıkıcı” bir söyleme dönüşme tehlikesi içermektedir. Bielinski’nin de dediği gibi “Doğruyu yalandan ayırmada, gülmenin büyük bir yardımı dokunur.”

                                                          

  • Ahmet Kuyaş, #Tarih, Ekim 2018, Sayı 53, s: 27. Daha önceki sayılarda yer alan aynı açıklama için bkz:

“Cahillikler Tarihi”, NTV Tarih, Mart 2009, Sayı 3, s: 90.

  • Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Tarih IV – Türkiye Cümhuriyeti, (İstanbul: Devlet Matbaası, 1931), s: 332-333. 3 Maarif Vekâleti, Tarih III – Yeni ve Yakın Zamanlarda Osmanlı-Türk Tarihi, (İstanbul: Devlet Matbaası, 1931), s: 166-167.
  • Thomas Kühne, Aidiyet ve Soykırım-Hitler Toplumu 1918-1945, (Ankara: Heretik, 2017), s: 34.

Arapların ders kitaplarında nasıl yer aldığının analizi için bkz: Bülent Akbaba, “Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluşundan Günümüze Lise Tarih Ders Kitaplarında Türk-Arap İlişkilerinin Sunumu ve Arap İmajı”, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, 34/3 (Mart 2015): 337-356