Beyazlık Çalışmaları Aynasında Türklüğe Bakmak

Giriş

Birikim dergisi 274. sayısında “Türklük” konusunu mercek altına alan bir dosya paylaştı okurlarıyla. Dosyada yer alan yazılardan Barış Ünlü’nün kaleme aldığı “Türklüğün Kısa Tarihi” yazısı, Kürt sorununa yaklaşım konusunda aydınları – özellikle de kendini demokrat ve solda görenleri – bir anlamda uyanmaya, “Türklük”lerinin farkına varmaya, ve kendileriyle yüzleşip dönüşmeye davet ediyordu. Bunu yaparken de Türklüğü milliyetçilikten ayrı bir kategori ve analitik bir araç olarak tanımlıyor, bunun meşru, anlamlı ve gerekli bir yaklaşım olduğunu ABD’de ortaya çıkan Beyazlık Çalışmaları’ndan örnekler vererek göstermeye çalışıyordu.

Ünlü’nün, Türkiye’de Kürt sorununun (bunu Alevi sorununu, ya da azınlıklar sorununu da kapsayacak şekilde genişletebiliriz) aslında bir “Türk sorunu” olduğunun altını çizmesi, sorunun “oradan/onlardan” değil “buradan/bizden” kaynaklandığını, o yüzden de Türklerin kendisine bakmak gerektiğini  ileri sürmesi önemli. Bunu yaparken de son yirmi yılda gittikçe popülerleşen Beyazlık Çalışmaları’na atıfta bulunması, Türkiye’de tanınma mücadelesi veren gruplara yaklaşımı bakımından özellikle son dönemde tıkanan sola yeni bir soluk getirme, yeni bir düşünce ve pratik alanı açma çabası olarak oldukça değerli. Ancak Türklüğü milliyetçilikten ve ırkçılıktan ayrı bir kategori olarak tanımlayan bu yaklaşımın, ve dayandığı Beyazlık literatürünün geçirdiği evrimin Türkiye solunun yukarıdaki sorunlar karşısında benimseyeceği tutumu şekillendirmesi bakımından bazı önemli tehlikeler barındırdığına da dikkat çekmek gerekiyor.

Bu yazıda, Ünlü’nün iddia ettiğinin aksine, Türklüğün analitik olarak kullanışlı ve ufuk açıcı bir kavram olmadığını ileri süreceğim. Bunu da Ünlü’nün yaslandığı Beyazlık Çalışmaları literatüründeki bazı tartışmaları, ve bu literatüre özellikle sol kesimden gelen eleştirileri öne çıkararak yapmaya çalışacağım. Bunu yaparken amacım farklı analiz ve soyutlama seviyelerinde hapsolmuş, birbiriyle kesişmeyen görüşlerin kakafonisine yeni bir sağırlar diyaloğu eklemek değil. Türkiye solunun özellikle Kürt sorunu karşısındaki sorunlu tutumunu masaya yatırma çabalarını önemsizleştirmek, bunların üstünü örtmek de değil. Amacım, Beyazlık Çalışmaları’ndan ilham alarak benimsenecek bir “Türklük” perspektifinden doğması muhtemel bir “Türklük Çalışmaları” alanının eksik ve sakat yanlarını, bu perspektifin hangi toplumsal ilişki ve süreçleri öne çıkarırken hangilerini görünmez kılabileceğini, Türklüğe ve ondan kaynaklandığı düşünülen ayrıcalıklara dayanan baskıcı ve ayrımcı yaklaşımlara karşı soldan bir mücadele zemini açma potansiyelinin zayıflığını göstermek.

Bu amaçla, ilerleyen sayfalarda, Türklüğü, ayrımcılık ve dışlama/dışlanma süreçlerinin varoluşsal boyutunu (görmek, duymak, hissetmek, ya da bunları yapamama halini) öne çıkararak milliyetçilik ve ırkçılıktan farklı birşey olarak tanımlamanın sakıncalarından bahsedeceğim, ve şu iddiaları öne süreceğim: Türklük, laik kemalist devlet hayranlığının, orta sınıf ahlakçılığının, dindar ve milliyetçi muhafazakarlığın, ve abartılmış bir emperyalizm paranoyasıyla darbeciliğe cevaz veren “yurtsever” solculuğun içinde palazlandığı milliyetçi ve devletçi bir ideolojinin temeli ya da başlangıç noktası değildir. Aksine, bu ideolojiyi var eden baskı, ayrımcılık ve sömürü süreçlerinin bir sonucu, bir ürünüdür. Bunu bu şekilde görmemek, öncelikle, açık-gizli, hafif-şiddetli milliyetçi ve ırkçı pratikleri anlama çabalarını psikoloji ve kimlik alanına sıkıştırıp bireysel deneyim boyutuyla sınırlandırır. Sorunu bireyin algılayış ve hissediş (veya algılayamayış ve hissedemeyiş) boyutuyla tanımlayan bu yaklaşım, ırkçılığın, maruz kalınan baskı ve ayrımcılığın kolektif boyutunu ikinci plana atmakla kalmaz. Türklüğünden kurtularak ıslah edilebilecek bir varoluş tasavvuruyla, aslında maddi karşılığı olmayan bir kurguya (Türklük) bir karakter, bir kişilik, bir hayat verir; onu bir anlamda doğallaştırır ve normalleştirir.

Dahası, Türklüğü “görünmez”, “kolay farkedilmez” bir baskı, ve ayrıcalık sistemi olarak milliyetçi ve ırkçı dışlama mekanizmalarından (onlara paralel olsa bile) farklı  olarak tanımlamak, onu aslında “gayet açık bir şekilde yaşayanın” gözlemlerini, deneyimlerini ikinci plana iten yeni bir Türklük dilinin kurulmasına ve bu dilin hakim olmasına yol açabilir. Belki de en önemlisi, Türklüğü milliyetçiliğin ve ırkçılığın psikolojik ve kültürel düzlemlerdeki bir izdüşümü, bir görüntüsü olarak görmeyip ona analitik bir özerklik ve açıklayıcılık gücü atfetmek, solun, milliyetçiliğin arkasındaki karmaşık güç ve çıkar ilişkilerini görme, bu ilişkileri yeniden üreten baskı, üstünlük, ayrımcılık ve sömürü süreçlerini tüm boyutlarıyla anlama, ve bunlara karşı bir mücadele stratejisi belirleme kabiliyetini sakatlayabilir.

Beyazlık Çalışmaları’nın Doğuşu ve Eleştiriler

Beyazlık Çalışmaları Amerika’da, emek tarihi literatürü içinde, işçi sınıfının ırk temelinde bölünmesinin tarihsel dinamiklerini anlamaya yönelik akademik bir çaba olarak ortaya çıktı. Bu alanın saygın isimlerinden Theodore W. Allen Beyaz Irkın İcadı isimli eserinde ırkçılığın, Amerika’ya gelen mülksüz yoksul Avrupalıları sisteme dahil edip kontrol altında tutabilmek için icat edildiğini iddia ederken, diğer bir önemli isim Alexander Saxton, Beyaz Cumhuriyet’in

Yükselişi ve Çöküşü kitabında beyazlık ve beyaz hakimiyeti (white supremacy) kavramlarının, kölelik, istila ve diğer sömürü illişkilerini meşrulaştırıp normalleştirmek için farklı grupları çoğu zaman istikrarsız sınıf ittifakları içinde bir arada tutmanın bir aracı olarak kullanıldığına dikkat çekiyordu.[1]

Başlangıçta, beyaz ve siyah işçilerin ortak bir mücadele zemininde buluşamamalarının ardında yatan sebeplerden ırksal ayrımcılığı derinleştiren ve yeniden üreten sınıflar arası ilişkilere uzanan pek çok konuyu anlamayı ve anlamlandırmayı amaçlayan bu körpe çalışma alanı, 1990’ların ortalarından itibaren yapılsalcılık sonrası kültürel çalışmaların etki alanına girdi. Bu dönüşümün ilk sinyalleri daha 1991’de David Roedriger’in Beyazlığın Ücretleri isimli çalışmasında belirmeye başlamıştı. [2] Kendisi de bir emek tarihçisi olan Roediger, bu alandaki öncüllerinin aksine, ırksal kimliği ekonomik süreçlere ve maddi ilişkilere indirgenemeyecek bir gerçeklik olarak kabul edip beyazlığın beyaz işçilere (ve genel olarak tüm beyazlara) sağladığına inandığı fayda ve ayrıcalıkları ön plana çıkarıyordu. Irkçılığı ve beyaz hakimiyetini bir kimlik ve bir varoluş biçimi, beyazlığın mümkün kıldığı psikolojik bir üstünlük olarak çerçevelendiren bu yeni perspektif, siyaseti, güç ve çıkar ilişkilerini, doğal olarak, sınıfsal bir çelişki veya bir grubun diğeri üzerinde bilinçli bir tahakküm kurma ve sömürme projesi olarak değil, Foucaultcu bir analizden hareketle mikro seviyede, gündelik ve toplumun her alanında gerçekleşen söylemsel bir ilişkiler bütünü, bir güç “tekniği” olarak yorumlamaya başladı.[3]

Roediger’in izinden giderek beyazlığı daha büyük siyasi ve ekonomik süreçlerle, özellikle de sınıfsal ilişki ve çelişkilerden doğan ırk temelli ayrımcılık ve dışlama süreçleriyle ilişkilendirmeyip, bireyin varoluşuna dair, neredeyse aşkın bir kavram olarak kullanan bu yaklaşımı benimseyen çalışmalar pek çok tepkinin de hedefi haline geldi. Kimi yazarlar son derece ortodoks Marksist bir pozisyon alıp sınıf kavramının insan bilincinden bağımsız bir şekilde var olan maddi ilişkilerden doğduğunu, buna karşılık ırk kavramının ise nesnel bir gerçekliği olmayan ideolojik bir kurgu, bir soyutlama, bir görüntü olduğunu iddia ederek, bu iki kavramı aynı analitik düzlemde yer alan rakip açıklama çerçeveleri olarak gösteren beyazlık çalışmalarına temelden itirazlar öne sürdüler.[4] Biraz daha ılımlılar Beyazlık Çalışmaları’nı, genel olarak ırk kavramını ama özellikle de beyazlığı özerk bir toplumsal kurgu olarak yansıtıp, beyazlıktan doğan toplumsal baskı biçimlerini yönetici sınıfların diğer gruplar üzerindeki kontrol ve hakimiyetini sürdürmesini sağlayan süreç ve yapılarla ilişkilendirmediği için eleştirdiler.[5][6]

Beyazlık Çalışmaları’na yöneltilen eleştiriler sosyalist soldan gelenlerle sınırlı değil elbette. Bugün bu literatür, ideolojik yelpazenin faklı kesimlerinden yükselen ciddi itirazlarla boğuşuyor.

Aşağıda bu itirazların en önemlileri olarak gördüğüm bir kaç tanesini mercek altına alıp Beyazlık Çalışmaları’nın Türkiye’de Kürt sorununun incelenmesinde, anlaşılmasında, hatta alternatif bir çözüm üretebilme çabasında ne derece yararlı olabileceğini tartışacağım.   

Tarihsel Kaynakların Yanlış Yorumlanması

Eric Arnesen Beyazlık Çalışmaları’nın Amerikan emek tarihi ve ırkçılık literatürüne – genelde olumsuz – etkilerini masaya yatırdığı yazısında, beyaz ve beyazlık kavramlarının bu alandaki çalışmalarda son derece esnek, değişken ve hatta amorf bir şekilde kullanıldığından yakınır. Bu kavramların kimi zaman etnik farklılıklar ve ırkçı önyargılar üzerine inşa edilmiş bir üstünlük haline, kimi zaman ekonomik ve siyasi güç ilişkilerindeki eşitsizliğe, kimi zaman da kolayca farkedilmeyen ya da önemsenmeyen bir nefret duygusuna odaklanması, Arnesen’e göre “beyazlık” kavramının analitik bir ağırlık taşıyamamasına yol açar.[7] Arnesen ve takipçileri bu kavram kaymalarının yol açtığı analitik zayıflığın temelinde tarihsel kaynakların çarpıtılarak yorumlanmasının yattığına inanır. Buna göre Beyazlık Çalışmaları’nın beyaz kimliğinden doğan psikolojik ayrıcalık ve üstünlükleri tarihsel ve ekonomik bağlamından soyutlayarak beyazların diğer ırklara uyguladığı baskı ve ayrımcılığın temel kaynağı olarak görmesi, bu literatürün çokça yaslandığı W.E.B Du Bois ve Frantz Fanon’u eksik ve yanlış okumalarından kaynaklanır. Örneğin, Du Bois’un, beyaz işçilerin baskıcı patronlarına karşı siyahlarla bir dayanışma ilişkisine girmek yerine neden onların sırtından fazladan bir gelir edinmeyi tercih ettiğini açıklarken kullandığı  “psikolojik ücret” kavramı bağlamından koparılır. Du Bois’un bu kavramı, Amerikan kapitalizminin beyaz işçiler için yarattığı ve toplum basamaklarını hızla tırmanabilecekleri umudunu canlı tutmaya yarayan bir araç olarak açıkladığı unutulur.[8] Bu anlamda Du Bois, yakın dönem beyazlık çalışmalarının tercüme ettiğinin aksine, yalnızca beyaz işçiler arasındaki ırkçılık duygularının psiko-kültürel temellerine, ya da bir durum, hal ve oluş olarak “beyazlık”ın bir siyah nefretinden doğru edindiği maddi ayrıcalıklara odaklanmaz; bu ayrıcalıkları üreten sınıf ilişkilerini ve hakim sınıf stratejilerini öne çıkararak, asıl olarak bu daha büyük tahakküm sistemiyle mücadele etmek gerektiğine dikkat çeker.

Benzer bir yanlış okuma eleştirisini Allen, Roediger’e Fanon’dan şu alıntıyı hatırlatarak yöneltir:

“Giriştiğim analiz psikolojik bir analiz; ancak buna rağmen bana öyle geliyor ki, Siyah insanın kendi benliğine dönüp kendini tanıması, sosyal ve ekonomik gerçekleri açık ve dolaysız bir biçimde tanıyıp kabul etmesine bağlıdır. Eğer bir aşağılık kompleksi söz konusu ise, bu kompleks başlıca iki sürecin ürünüdür; — öncelikle ekonomik sürecin; — ikinci dereceden de, bu aşağılık duygusunun içselleştirilmesi sürecinin yahut daha iyi bir deyimle, tenselleştirilmesi, ten rengiyle özdeşleştirilmesi sürecinin ürünü.” [9][10]

Beyazlığın Tonlarını Görememe

“Beyazlık” kavramının analitik zayıflığının temelinde, bir taraftan tarihsel kaynakların daha büyük ve ekonomi temelli sömürü ilişkilerini öne çıkardığı gerçeğini göz ardı eden böyle bir yanlış okuma bulunurken, diğer taraftan bir kimlik ve var olma hali olarak “beyazlık” ile bir egemenlik, otorite ve nüfuz ilişkisi olarak “beyaz hakimiyeti” arasındaki farkın bulanıklaşması yatar. Arnesen’e göre Beyazlık Çalışmaları, beyaz hakimiyetini ve ondan doğan tahakküm ve ayrımcılığı, ırksal farklılıklar temelinde bir sınıflandırmaya dayanan, ve fail ve saikleri belli tarihsel bir süreç ve bilinçli bir proje olarak değil de söylemsel bir kurgu (discursive construct) olan “beyazlık” dolayımıyla edinildiği düşünülen maddi avantajlar olarak tarif etmeye çalıştıkça açıklayıcılık gücünü yitirir. Temel sorunu “kimin nasıl bir beyaz olduğu” şeklinde ortaya koymak, bir kimlik ve oluş hali olarak beyazlığın kendisine odaklanmak, ırka dayalı dışlama, hakimiyet ve üstünlük kurma süreçlerini tetikleyen tarihsel koşulları, ve bu süreçlere farklı grupların nasıl dahil olduğu gibi konuları ikinci plana atar. Daha da önemlisi, ideolojik olarak kurgulanmış bir kategori olan ırk, çok boyutlu bir tahakküm, ayrımcılık ve sömürü sistemi olan ırkçılığın psiko-kültürel bir iz düşümü olan “beyazlık”la bir sayılınca, ırkçılığın farklı kesimler tarafından nasıl benimsenip uygulandığını, bu süreçte kimliklerin nasıl değişebildiğini, farklı grupların zaman içinde beyazlıkla siyahlık arasında nasıl gidip geldiğini takip etmek mümkün olmaz. Beyazlığı zamansallığından ve ilişkiselliğinden soyutlayarak bir durum ve oluş olarak düşünmek, ve “beyazın kendisine” odaklanmak, bu rengin “farklı tonları”nı, farklı beyazlıkların farklı dışlama ve ayrımcılık ilişkilerini nasıl tetiklediğini, bu farklı süreçlere eşlik eden sömürü mekanizmalarının nasıl çalıştığını, ve bunların zaman içinde nasıl değiştiğini sorgulamaz.

Özetle, ırk kategorilerini amprik bir veri olarak kabul eden, bunlar arasındaki ilişkileri “tanınma ve farkındalık” sorununa indirgeyen bakış açısıyla Beyazlık Çalışmaları, dışlanan, ayrımcılığa uğrayan, ve sömürülen grupların faydalanamadığı, mahrum bırakıldığı ayrıcalıkların, bu ayrıcalıklardan faydalanan gruplar arasında nasıl paylaşıldığını, ve bu paylaşımın aslında ne tür siyasi mücadeleler barındırdığını sorunsallaştırmaz. Dışlayan, horlayan ve ezen grupları neredeyse romantik bir dayanışma içinde tasavvur ederek toplumdaki daha karmaşık siyasi, ekonomik ve toplumsal güç ilişkilerini ve bu ilişkileri koşullandıran ideolojik yanılsamaları gözardı eder.

Bir hal, oluş ve duruş olarak kavramsallaştırılan beyazlığın “farklı beyazlıkları” açıklamadaki yetersizliğini, Ünlü’nün yazısından hareketle müstakbel “Türklük çalışmaları” için de öngörebiliriz. Ünlü “Türklük Sözleşmesi”ni Türk olan herkesin değişik derecelerde ama bir şekilde mutlaka faydalandığı bir ayrıcalıklar manzumesi olarak tanımlıyor. Ancak sadece bir oluş olarak Türklüğün kendisine ve Türklükten gelen avantajlara odaklanmak, bir Laz’ın, Çerkez’in ya da Gürcü’nün Türkleşmesi ile bir Alevi’nin, bir Roman’ın, hatta bir Kürt’ün Türkleşmesi arasındaki farkları görünmez kılar. Bu farklı grupların Türkleşmekten zaman içinde nasıl, ne derece ve neler pahasına menfaat sağlayabildiği, hangi saiklerle Türkleşmeye “razı olduğu” gibi konularda suskun kalır. Ya da Kürtlerin ‘Türklük Sözleşmesi’nin ilk sürümü olan ‘İslami Sözleşme’ye katılarak önce imtiyazlanıp sonra sözleşmenin Türkleşmesiyle birlikte bu imtiyazlarından olmalarının; gayrimüslimlerin “temizlenmesinden” geriye kalan ganimeti paylaşma sofrasında kendine yer bulabilen “makbul müslüman”dan “etnik bölücü”ye gerilemelerinin ardında yatan daha büyük tarihsel, ekonomik, siyasi, sosyal dışlama ve egemenlik ilişkilerine dair birşey söylemez .

Bu son noktayı, yani Türklüğü bir kimlik ve var olma hali olarak değil de farklı güç ve ayrıcalık ilişkilerini barındıran daha karmaşık bir toplumsal matrisin parçası olarak kavramsallaştırmanın önemini biraz daha açmadan önce, Beyazlık Çalışmaları’nın bir başka kusurundan, ırkçılık sorununa birey odaklı yaklaşımın sakıncalarına dikkat çekmek gerekiyor.

Sorunun (ve Çözümün) Merkezinde Birey 

Ina Kerner, Beyazlık Çalışmaları’nı Avrupa’daki ırkçılık bağlamında sorguladığı yazısında ırkçılığın üç boyutundan bahseder: söylem, bilgi üretimi ve sembollerin yer aldığı epistemolojik boyut; bireyin algı ve davranışlarını içeren kişisel boyut; ve yapısal dışlama ve ayrımcılık mekanizmalarını şekillendiren kurumsal boyut. Kerner’e göre ırkçılık, beyazlık adı altında bir hal, oluş, duruş, algı, zihin yapısı ve duygulanım olarak tarif edilince, karmaşık ve çok boyutlu bir olgu olan ırkçılık tek bir boyuta – kişisel boyuta – indirgenmiş olur.[11] Bu anlamda Beyazlık

Çalışmaları, “beyazlık” hal ve durumuna yaptığı vurguyla ırkçılığın psikolojik yanını diğerlerinin önüne çıkarmakla kalmaz; aynı zamanda ırkçılık ve beyaz hakimiyetiyle mücadelede sorumluluğu ve çözüm çabasını da bireyin sırtına yükler. Buna göre beyazlıktan kaynaklanan eşitsizlik ve ayrımcılıklar, beyaz birey ırkının ona sağladığı üstünlüklerden, olanaklardan vazgeçtiğinde, “ırkına ihanet ettiğinde” ortadan kalkacak, ve adalet ancak o zaman gerçekleşebilecektir.[12] Bu şekilde bireyin vicdanına ve kişisel tercihlerine yaslanan bir bakış açısı, aslında daha yapısal ve sistemsel bir sorun olan ırkçılığın çözümünde Kerner’in bahsettiği diğer boyutları görünmez kılacak şekilde bireysel boyutu öne çıkararak, bilinçli, kararlı ve vicdanlı bir tavrın sorunu çözmeye yeteceğine dair – çoğu zaman karşılığı olmayan – bir inanç doğurur.

Irkçılık ve beyazlık sorununu bireyi öne çıkararak çözmeye çalışmanın önemli bir sonucundan, Sara Ahmed’in Beyazlık Çalışmaları’na yönelttiği eleştirilerin [13] izinden giderek Türklük bağlamında şöyle bahsedebiliriz: Türklüğü bir hal, oluş ve durum olarak tekil, sabit ve monolitik bir kavram olarak tanımlamak onu fetişleştirme, ve ideolojik bir kurgu olduğunu unutarak özselleştirme (essentialize) riskini beraberinde taşır. Daha da önemlisi, onu bir baskı, sömürü ve ayrımcılık ilişkisi olarak değil de ete kemiğe bürünmüş bir varlık olarak kabul etmek, ona bir karakter, kimlik ve kişilik atfetmek, Türklüğe aynı zamanda bir meşruiyet de kazandırır. Şöyle ki: Türklük kendinden menkul bir olgu ve bir nesne olarak ortaya çıkıp onu taşıyan bireyle özdeşleştirildiğinde, Türklüğü ve ondan kaynaklandığı düşünülen ayrıcalıkları, adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri ortadan kaldırma çabası, uysallaşmış, ayrıcalıklarının farkına vararak bundan rahatsızlık duyan, bu ayrıcalıklardan kurtulmak isteyen “makbul bir Türk” yaratmaya sebep olabilir. Kişinin Türklüğünü ve Türklüğünün ona sunduğu haksız ayrıcalıkları farketmesi, bundan duyduğu pişmanlığı dünyaya “ilan etmesi,” ve bu edimin “iyi bir şey” olarak takdir edilmesi, “değerli” bulunması, toplumda etnik ve ırk kökenli ayrımcılıkla mücadeleyi, bu ayrımcılıktan kaynaklanan olumsuzlukları ortadan kaldırma çabalarını zayıflatabilir. “İtiraf” ve “pişmanlık”lar, hatta ırkına “ihanet” etmek kendi başına bir değer haline dönüştüğü ölçüde, milliyetçilik ve ırkçılık eleştirisinin keskinliği ve isabetliliği azalır; neyin doğru olduğu ve neyin nasıl yapılması gerektiği standartlaşır; ayrımcılığın ve ayrıcalıkların dili yine hakim (ama artık uysallaşmış hatta budanmış) Türkün dili olur. “Türklükten kurtulmuş günahsız bir dil”in inşa edilmesi, ayrımcılığın, ırkçılığın, ayrıcalıkların toplumda nasıl işlediği, ne tür büyük süreçlerin bir parçası olduğu üzerine kafa yormayı ve bunlarla mücadele etmeyi zorunlu kılmaz; “Türklüğü alınmış” bir “duruş”, ırkçılık karşıtı bir edimselliği (performativity) dayatmaz. Aksine, Türklüğünden boşanmış saf, temiz, masum ve ayrıcalıklarının farkında olmakla (ve onları reddetme cesaretini göstermekle) kendinden hoşnut, toplumdaki farklılıkları “hoşgörü”yle kucaklayabilen bir Türk’ün “iç huzuru” ve “özgüveni” yeni bir Türklük gururunun doğumuna vesile bile olabilir. Böyle bir gurur, süregiden ayrımcılık ve ayrıcalıkların faturasını, belki arsız bir ırkçılıkla itham edeceği “kara Türkler”e kesip “Türklüğünden kurtulmuş” bireyi aklayabilir.

Bu sebeplerden, bir kimlik, hal, oluş ve duruş olarak Türklük’ten bahsetmek ve onu Türklere sağladığı haksız ayrıcalıklarla birlikte üstesinden gelinmesi (bir birey olarak Türk’ün bizzat kendisinin üstesinden gelmesi) gereken bir varlık olarak tasavvur etmek, toplumdaki ırkçılık ve ondan doğan eşitsizlik, adaletsizlik, ayrımcılık ve sömürü ile cepheden ve kolektif bir mücadeleye girme tahayyül ve azmini sakatlar. Irkçılığı bir Türklük sorunu olarak tarif ederek, onu bu psiko-kültürel, psiko-sosyal boyuta hapseder; onun aslında daha tarihsel ve karmaşık bir baskı, eziyet ve sömü rü  ilişkileri yumağı içinde var olduğunu unutturur. Bu ilişkilere karşı girişilecek bir mücadeleyi yine Türklükten birinci derecede zarar görenlerin, ezilen ve dışlananların sırtına yıkarak aslında var olan statükoyu yeniden üretir.

Irkçılığın Banalleştirilmesi

Beyazlık Çalışmaları’nda ırkçılığın yerini ırk kimliğinin ve de özellikle beyazlığın almasından en çok rahatsız olanlardan biri olan Barbara Fields, “Beyazlık, Irkçılık ve Kimlik” başlıklı makalesinde[14] ırkçılığı belli bir programa dayanan, bir devamlılık ve düzenlilik gösteren, özne (ırkçılığın faili) ile nesne (ırkçılığa maruz kalan) arasında simetrik bir bağlantının olmadığı bir ilişki olarak tanımlar. Buna göre ırkçılık, nesnenin özbenlik algı ve bilincinin hükümsüz kılındığı buyurgan, saldırgan ve ölümcül sonuçları olan tek taraflı bir ilişkidir. Fields’a göre, içinde karşılıklılık barındırmayan ırkçılık yerine bir kimlik olarak ırktan ve özellikle de bir duruş ve algılayış şekli olarak beyazlıktan bahsedildiğinde, ırkçılığın tek yönlü baskı, eziyet, boyun eğdirme ve bağımlı kılma ilişkisi görünmez olur. Nesnenin toplumsal, ekonomik, yurttaşlık ve hatta insanlık durumunu derinden etkileyen bu ilişki – bir sınıflandırma kategorisi olarak ırk ve beyazlık ön plana çıkarıldığında –  hem nesnenin hem de öznenin sanki eşit şartlarda ve karşılıklı paylaştığı izlenimini veren bir oluş ve tanınma ilişkisine dönüşür. Irk ve beyazlık bir kimlik olarak taraflarca paylaşılınca, taraflar bu kimliklerle tanımlanıp sabitlenince, ilişkinin iki tarafı birbirini tanır, görür, karşılıklı bir faillik (agency) üstlenerek bir açıdan neredeyse eşit seviyede sayılabilecek bir “diyalog” (etki-tepki, baskı-direnç) içine girer. Fields, ırkçılığı ırksal kategoriler arası bir diyalog olarak kurgulayan Beyazlık Çalışmaları’nın maddi anlamda var olan ırkçılığın şiddetini, despotizmini, ama daha da önemlisi tek taraflılığını maskelediğini, bu anlamda onu evcilleştirip banalleştirdiğini iddia eder. Bu bakımdan, örneğin, Amerikan tarihinde “İrlandalılar nasıl beyaz oldu?” ya da “Yahudiler nasıl beyazlaştı?” şeklinde sorulardan hareketle şekillenen çalışmalarda, Afro-Amerikalılar’a yöneltilen ırkçılık temelli sömürünün şiddeti ile Avrupa’dan

Amerika’ya göçen farklı etnik ve dini grupları toplumsal bir hiyerarşi içinde sınıflandırma girişimlerinde yaşanan sürtüşmeler arasındaki fark da görünmez olur.

Özetle, bireyin kimliğine ve failliğine bu derece odaklanan, ve daha geniş ve kurumsallaşmış tarihsel bir proje olan ırkçılıktan kavramsal olarak uzaklaşarak farklı bir araştırma alanı ve mücadele kulvarı açan Beyazlık Çalışmaları, beyazların sahip olduğu ayrıcalıkları ve bu ayrıcalıkların getirdiği avantajları görünür kılarken, kimlikleri sürekli bir oluşum, dönüşüm ve etkileşim halinde değil de neredeyse doğal, önceden belirlenmiş, kemale ermiş ve sabitlenmiş bir şekilde tasavvur ederek açık ve gizli süregiden ırkçılığı, ve ırkçılığın içinde yer aldığı daha büyük adaletsizlik ve sömürü sistemlerini görmeyi zorlaştırır. Kasıtlı ve bariz ırkçı ayrımcılığın dışında/yanında bir de kolay farkedilmeyen, görünmeyen bir “beyazlık” tanımlamak; baskı, dışlama ve tahakküm mekanizmalarını bir şiddet seviyesi skalasında sınıflandırarak beyazlığı daha kolay başedilebilir, uysallaştırılabilir bir toplumsal patoloji olarak kurgulamak, gündelik hayatta mikro ve makro seviyede cereyan eden ırkçı ayrımcılık süreçlerinin tarihsel kökenlerini, bunları daha büyük süreçlerin bir parçası ve sonucu olarak görmeyi imkansız kılar. Bunun olası sonuçlarını Türklük ve Kürt sorunu karşısında solun nasıl bir yaklaşım geliştirmesi gerektiği ışığında aşağıda tartışmak istiyorum.

 SOLA DERSLER, SOLDAN DERSLER

Ünlü’nün, “Türklük Sözleşmesi” olarak tarif ettiği ayrıcalıklar manzumesinin ortadan kaldırılıp Türkiye halklarına daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir yaşam ortamı sağlayacak başka bir düzen kurulabilmesi için kendisini demokratik sol ve sosyalist cephede gören aydınları kendileriyle ve yaşanan sorunlarla yüzleşmeye davet etmesi yerinde, gerekli, hatta geç kalmış bir çağrı. Özellikle de farklı kesimlerden gelen tanınma ve diğer hak talepleri karşısındaki çekingen ve çelişkili yaklaşımından (Kürt siyasi hareketini milliyetçi bir kimlik hareketi olarak görüp ondan uzak durmak gibi) dolayı Türkiye’de solun karnesinin ne kadar zayıf olduğu düşünüldüğünde, bu çağrının önemi ve aciliyeti daha da artıyor. Ancak, Amerikan Beyazlık Çalışmalarındaki beyazlık kavramına denk bir “Türklük” kavramından yola çıkarak Türkiye’nin en can yakıcı sorunlarını (Kürt sorununu, Alevi sorunu, gayrimüslim azınlıklar sorunu gibi) kimlik kaynaklı bir ayrıcalık ve dışlama ilişkisi olarak formüle etmek, özgürlükçü bir sol strateji geliştirebilmek için gerekli teorik donanımı sağlayabilir mi diye düşünmek gerekiyor. Beyazlık Çalışmaları içindeki tartışmalar bize Türklüğü bir “oluş, hissediş, düşünüş, algılayış” şeklinde tanımlanmış bir kimlik durumuna indirgeyerek açıklamanın; kültürel ve psikolojik etkenlerin ön plana çıktığı kişiselleştirilmiş deneyimler silsilesi olarak görmenin sakıncalarına dair ipuçları veriyor.

Öncelikle, Beyazlık Çalışmaları içinden devşirilecek bir “Türklük Çalışmaları” perspektifinden doğru bakınca, Türklere ve diğer gruplara bir karakter, kişilik, psikoloji atfetmek, milliyetçi ve ırkçı ayrımcılıkları ve diğer dışlama süreçlerini özerk ve müstakil süreçler gibi gösterme riski taşır. Böyle bir bakış açısı, bu süreçlerin arkasında yer alan yapısal ve tarihsel ekonomik ve siyasi mekanizmaları, ve bu mekanizmaları şekillendiren baskı, tahakküm, dışlama ve sömürü ilişkilerini görmez. İmtiyazlı bir kimlik olarak Türklüğe ve Türklükten kaynaklanan avantajlara odaklanmak, bu avantajları doğuran ayrımcılık ve dışlama ilişkilerinin maddi ve tarihsel kaynaklarının neler olduğunu sorgulamaz. Türklük sorununu aslında ucu ırkçılığa uzanan, fail ve mefulü  zaman içinde değişen, daha kapsamlı zorlama, üstünlük ve istismar ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir ayrımcılık sorunu olarak algılayamamakla malul bir Türklük Çalışmaları, demokrat ve özgürlükçü sosyalist solu, Türklüğünün farkına varıp bundan pişmanlık duymanın, kendini değiştirmeye çalışmanın, ve “yeni ve eşitlikçi bir Türklük sözleşmesi” önermenin ötesine geçemeyen bir mücadele stratejisine mahkum bırakır.

Ancak belki de en önemlisi, merkezine olma-ol(a)mama, duyma-duy(a)mama hali olarak

Türklüğü koyan bir yaklaşım, solun, en temel dertlerinden biri olan kaba ekonomizmle yüzleşmesine; etnik, milli ve ırk kaynaklı baskı ve dışlama süreçlerinin tek boyutlu bir sınıfsal sömürü ilişkisine indirgenemeyecek dinamikler barındırdığını görebilmesine bir katkı sağlamaz. Türklüğe odaklanmış bir sol, ayrımcılığa uğrayan grupların tanınma ve karşı koyma mücadelelerinin sadece maddi boyutlarını öne çıkaran ekonomik belirleyiciliğin ötesine giden kapsamlı bir analitik çerçeve kurma, ve bu çerçeve içinden çıkacak tutarlı bir strateji geliştirme ihtiyacının idrakine varamaz. Bu da, bazı Amerikalı sosyalistlerin, Amerikan solunun siyah sorununa ve ırkçılığa mesafeli kalmasını eleştirirken [15] solcuların beyazlığını değil ırkçılığın yalnızca ekonomik saik ve sonuçlarıyla açıklanamayacak bir toplumsal kontrol ve baskı aracı olarak kullanıldığını görememelerini gündeme getirmesine benzer bir iç hesaplaşma olanağını kısıtlar.

O halde, Türkiye’de sol, Kürt sorununu aslında bir Türk sorunu olarak tanımlayarak bu sorunu çözmek için alternatif bir bakış açısı (ve mücadele stratejisi) geliştirecekse; bunu yaparken kendisini  sorunu sınıflar arası bir ekonomik sömürü ilişkisine indigemeden ama ondan tamamen bağımsız olarak da düşünülemeyecek, anlaşılamayacak, ve en hafifinden en şiddetlisine, en açığından en gizlisine bir baskı, hor görme, dışlama ve yok sayma sorunu olarak tanımlayacaksa, öncelikle, en azılı milliyetçisinden ulusalcı hatta sosyalist solcusuna kadar hemen herkese bir ölçüde sirayet etmiş olan bu hastalığın adını, daha esnek, yumuşak, hatta esrarengiz tınıları olan “Türklük” yerine, çekinmeden etnik ve ırkçı ayrımcılık olarak koymalı. Sonra da, tıpkı Amerikan solunun “beyaz ırkçı ayrımcılığın temelinde beyazların beyazlıklarından doğan maddi ve manevi ayrıcalıklar yatar” önermesini tersyüz edip beyaz hakimiyetinin aslında tarih sahnesinden çekilen köleliğin tesis ettiği ayrımcılık ve sömürü düzenini devam ettirebilmek için icat edildiğini göstermesi gibi,[16] Ünlü’nün önerdiği “ayrıcalıklardan ayrımcılığa” denklemini tersinden kurmalı. Türklüğü, kurtulunması, tedavi edilmesi gereken bir kimlik patolojisi olarak kurgulayan bakış açısının cazibesiyle baskıyı, eziyeti, sömürüyü Türklükten kaynaklanan semptomlar olarak değil, tersine, bu coğrafyada yeşerme imkanı bulan etnik ve ırkçı ayrımcılığı ortaya çıkaran nedenler, tarihsel süreçler olarak tanımlamalı. [17] Diğer bir deyişle, Türklüğün beraberinde getirdiği düşünülen ayrıcalıkların kendisine “takılıp kalmak” yerine, bu ayrıcalıkların var olan hangi dışlama ve hakimiyet ilişkilerinden doğduğuna; bu ilişkilerin devamını sağlayacak kurum ve yapıların nasıl çalıştığına; bu kurum ve yapıların içinde yer alan grupların, kurum ve yapılar dönüşse de “Türklük”ü değişen şartlarda nasıl yeniden inşa ettiğine bakmalı.[18] Var olan daha büyük, yapısal, ve kurumsal (ekonomik temelli olan ve olmayan) baskı, dışlama ve tahakküm ilişkilerinin zaman içinde kimi grupları daha çok kimilerini ise daha az kayırarak Türklüğün “farklı tonlarının” tarihsel olarak nasıl meydana geldiğini, bu “renk değişimlerinin” bugün yaşadığımız sorunları nasıl şekillendirdiğini anlamaya çalışmalı. Bunu yapmak yerine Türklüğe saplanıp onu özerk bir kategori olarak kurgulamak, ona bir karakter ve hayat vermek, sol açısından bakıldığında, Türkiye’de ırkçı ayrımcılığın nasıl işlediğini, bugün var olduğunun farkına vardığımız (varmamız beklenen) ayrıcalıkların ardındaki ayrımcılık ve sömürü ilişkilerinin bizi nasıl “Türk”leştirdiğini anlama, sorgulama, ve kimlik farklılıklarının anlamsızlaştığı daha eşit, daha adil ve daha özgür bir toplum için mücadele etme azmini sakatlayacaktır.


[1] Theodore W. Allen, The Invention of the White Race, (2 cilt), London, New York:Verso, 1994; Alexander Saxton, The Rise and Fall of the White Republic, London, New York: Verso, 2003

[2] David Roediger, The Wages of Whiteness, London, New York: Verso, 1991

[3] Andrew Hartman, “The Rise and Fall of the Whiteness Studies,” Race & Class, cilt: 46, sayı: 2, 2004, s. 22-38

[4] Barbara Fields, “Ideology and Race in American History,” Region, Race, and Reconstruction: Essays in Honor of C. Vann Woodward içinde, J. Morgan Kousser and James M. McPherson (der), New York, Oxford: Oxford University Press, 1982, s.143-177

[5] Theodore W. Allen, “Summary of the Argument of The Invention on the White Race,http://clogic.eserver.org/1-

[6] /allen.html (Erişim: 17 Mart 2012)

[7] Eric Arnesen, “Whiteness and the Historians’ Imagination,” International Labor and Working-Class History, Sayı 60 (Sonbahar, 2001), s. 3-32

[8] Arnesen, age

[9] Aktaran  Theodore W. Allen, “On Roediger’s Wages of Whitenesshttp://clogic.eserver.org/4-2/allen.html (Erişim:

[10] Mart 2012). Türkçesi: Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, çev. Cahit Koytak, İstanbul, Versus, 2009, s. 5-6.

[11] Ina Kerner, “Challenges of Critical Whiteness Studies,” http://translate.eipcp.net/strands/03/kerner-strands01en

(Erişim: 17 Mart 2012)

[12] “Irkına ihanet etmek” fikri özellikle 1990’ların ortasında oldukça revaçtaydı. Bkz. Noel Ignatiev ve John Garvey (der.) Race Traitor, London, New York: Routledge, 1996

[13] Sara Ahmed, “Declarations of Whiteness: The Non-Performativity of Anti-Racism” Borderlands, cilt 3, sayı 2, 2004

[14] Barbara J. Fields, “Whiteness, Racism and Identity,” International Labor and Working-Class History, Sayı 60 (Sonbahar, 2001), s. 48-56

[15] B. Fletcher Jr., “Race, the National Question, Empire and Socialist Strategy in the USA,” http://www.zcommunications.org/race-the-national-question-empire-and-socialist-strategy-in-the-usa-by-billfletcher-jr (Erişim:17 Mart 2012)

[16] Barbara J. Fields, “Slavery, Race and Ideology in the United States of America” New Left Review (JanuaryFebruary, 1990); Allen, The Invention of the White Race

[17] Bu anlamda, örneğin, İsmail Beşikçi’nin ortaya attığı ancak tatmin edici bir şekilde detaylandırıp derinleştirmediği “Sömürge olarak Kürdistan” kavramı üzerinde düşünmeyi ve çalışmayı, o coğrafyada yeşerme imkanı bulan sömürü ilişkilerinin baskıcı, ayrımcı ve yok sayıcı ırkçı bir zihniyetin doğuşuna yol açmasını anlama imkanı sağlaması bakımından önemli buluyorum. Beşikçi’nin, belki biraz komplo teorisine kaçan uluslararası vurgusuna kapılmadan, Kürdistan denen coğrafyanın Osmanlı’dan beri hangi sömürü ilişkilerini ürettiğine, bu ilişkilerin ulus devletin kurulması ve ulusal sermaye birikimi sürecinde ne tür sınıfsal yapılara evrilip hangi ittifakları mümkün kıldığına, ve bu süreç ve ittifakların Türk kimliğini diğer kimlikleri asimile edecek ya da dışlayacak şekilde nasıl inşa ettiğine bakmanın, Amerikan solunun ırkçılığın kökeninde tarihsel sömürü mekanizmalarını bulmasına benzer şekilde, daha ufuk açıcı bir yaklaşım olacağına inanıyorum.

[18] Ömer Laçiner’in içinde bulunduğumuz dönemde yeni bir Türk kimliğinin inşa edilmekte olduğundan bahsettiği, ve bu süreci ulusal ve uluslararası konjonktür  içinde şekillenen sınıf ilişkilerden doğru açıkladığı yazısı böyle bir çabaya örnek sayılabilir: Ömer Laçiner, “Hepimiz … olmak zorunda mıyız?” Birikim, sayı: 275, Mart 2012