Atın Üsküdar’ı Geçmemesi İçin

31 Mart yerel seçimleri sonrasında Erdoğanizm’in sergilediği tavır ve Yüksek Seçim Kurulu’na aldırttığı karar, AKP’nin seçimler aracılığıyla kendini ifade eden “milli iradeye saygılı” olma iddiasını da boşa düşüren, dikta rejiminde yeni bir aşamadır. Bu aşamaya gelmeden önce atılmış adımları kısaca hatırlatalım:

  • Mesnetsiz cezalandırma, orantısız suçlama, suç icat etme gibi keyfi ceza hukukunun türlü çeşit örneği takriben on yıldır inişli çıkışlı yürürlükte. 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle, Erdoğanizmin alameti farikalarından birine dönüşen bu keyfi ceza rejimi, son dönemde inişli çıkışlı olmayı bırakıp, sistemli, düzenli ve bilkuvve tüm toplumu kapsayan bir nitelik kazandı.

-Hukuk alanındaki keyfiliği iktisat politikalarının da benzer bir keyfilik içinde yürütülmesi tamamladı.

  • Yasallaştırılarak kalıcı hale getirilen olağanüstü hal yönetimi uygulamaları, seçmenlerin (özellikle makbul olmayan Kürt seçmenlerin) verdikleri oyu yok hükmünde saymayı da mümkün kılmıştı. 11 Eylül 2016’da İçişleri Bakanlığı kararıyla uygulanmasına başlanan, BDP ve HDP listelerinden seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınıp, yerlerine kayyım atanması politikası hızla yaygınlaştı. Kürt illerinde toplam 94 belediyeye kayyım atandı.

  • CHP’nin desteği ile Mayıs 2016’da mecliste kabul edilen anayasa değişikliği milletvekili dokunulmazlığını geriye dönük olarak kaldırdı. Milletvekilleri hakkında, siyasal görüşlerini iktidarın siyaseten yasaklı ilan ettiği kelimelerle ifade ettikleri için, ceza kovuşturması açılması yaygınlaştı. HDP üyesi birçok seçilmişin milletvekilliği düşürüldü. Türkiye cezaevindeki gazeteci ve avukat sayısı kadar, siyasi suç gerekçesiyle tutuklu veya hükümlü eski milletvekili sayısı ile de dünyada lider ülke durumunda.

  • 2017 halkoylamasında, oy verme işlemleri sürerken geçerli oy pusulası kuralının değiştirilmesiyle, bu sefer ülke çapında seçim güvenliğine darbe indirildi. Daha önce, 2014 Ankara büyükşehir belediye başkanlığı seçimi gibi sonucu şaibeli seçimler elbette vardı. YSK’nın o zaman şüpheli oyların yeniden sayımı talebini reddetmesi nedeniyle, mağdur konumundaki CHP’nin tam anlamıyla ispat edemediği güçlü bir sahtecilik şüphesi olarak kalmıştı.

-31 Mart 2019’ı izleyen günlerde, iktidar bloğu, bütünüyle kendi yönetiminin düzenlediği, her aşamasına tamamen hâkim olduğu bir seçimin sonuçlarına akla gelmeyecek uçuk kaçık gerekçelere dayanarak itiraz etti. Kuvvetler birliği ilkesinin yürürlükte olduğu bir rejimde, iktidar partisinin kendi düzenlediği seçimleri şaibeli ilan etmesi yalnız Türkiye tarihinde değil, dünyada da bir ilktir.

31 Mart yerel seçimleri sonrasında Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin sergiledikleri tavrı, mahalle kabadayılarının “uysa da uymasa da….” deyip, ellerindeki kaba güce dayanarak istediklerini dayatmalarına benzetmek mümkün. Bu tavır, bazı gözlemcilerin iddia ettiği gibi, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında yaratılan savaş, kan ve dehşet ortamında yaptırılan erken seçim stratejisinin tekrarı değildir. Ondan çok daha ileri bir aşamaya işaret ediyor.

7 Haziran’ın ertesinde AKP mecliste çoğunluğu kaybetmiş ama karşısında mecliste çoğunluk oluşturabilecek bir muhalefetle karşılaşmamıştı. Tayyip Erdoğan, HDP’nin elde ettiği seksen milletvekilinin ve kendi partisinin mecliste dördüncü sıraya düşmüş olmasının şoku içinde olan MHP liderinin sessiz desteğiyle, olası AKP-CHP koalisyonunu da engelleyip, kan ve şiddet ortamı içinde gidilen erken seçimi kazanmıştı. 7 Haziran ertesinde, AKP dışı partiler mecliste kâğıt üzerinde çoğunluğa sahiptiler ama bu üç benzemezin herhangi bir şekilde bir hükümet formülünde anlaşması imkânsızdı. Diğer taraftan, Rojava’daki gelişmelerin oluşumuna zemin hazırladığı ve 15 Temmuz 2016 sonrası tescillenen AKP-MHP ittifakı, 2015 yazında daha gerçekleşmemişti. 7 Haziran 2015 seçim kampanyasında başlayan, 2017 halk oylamasında güçlenen, Haziran 2018 seçimlerinde ete kemiğe bürünen ve 31 Mart seçimine giden haftalarda iyice biçimlenen Cumhur İttifakı’nın temsil ettiği otokrasi hükümranlığına karşı açık ve zımni ittifak, Erdoğanizme seçimleri 31 Mart seçimlerini belli başlı büyükşehirlerde kaybettirdi. Böylece, YSK tarafından İmamoğlu’nun kazandığı önce tescil edilen ama Erdoğanizmin kendisi için varlık-yokluk meselesi olarak gördüğü için bunu kabullenmediği İstanbul büyükşehir belediye başkanı seçimini, şirretlik düzeyinde iddialar ve açık baskı ve tehditler eşliğinde iptal ettirmek zorunda bıraktı.

Yalnız bunu yapmakla yetinmedi. İstanbul’da bir ay süren seçimi iptal ettirme manevraları devam ederken, YSK’ya şapkadan çıkarttırdığı KHK ile işten atılanların belediye başkanı, belediye meclisi üyesi veya muhtar olamayacakları, yani seçilme haklarının da bulunmadığı kararını aldırttı. Haklarında mahkemelerce verilmiş herhangi bir ceza kararı olmayan kişilerin ellerinden çalışma hakkı ve seyahat hakkının yanında, “ömür boyu” seçilme hakkının da alınmasını mümkün kılan şey, OHAL süresince geçerli olan bir kanun hükmünde kararnameydi. Son Tatvan’da görüldüğü üzere, İçişleri Bakanı HDP listesinden seçilmiş belediye meclisi üyelerinin mazbatalarını idari işlemle iptal edip, meclis çoğunluğunun bu yolla AKP’ye geçmesi stratejisini uygulamaya da başladı. İktidar bloğunun bu yöntemi önümüzdeki aylarda daha yaygınlaştırması güçlü bir ihtimaldir.

31 Mart sonrası hükümetin aldığı ve aldırttığı kararlar, bir kez daha, rejimin sadece otoriter değil, bütünüyle keyfi olduğunu tescil ediyor. Yönetimin bütünüyle keyfi olmasının bizim kadim siyaset felsefesindeki adı istibdattır. Batı dünyasında tiranlık denirdi. Bu istibdat rejimi kendi iktidarının bekası için olmazsa olmaz önemde gördüğü İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerin yönetimini elinden kaçırmamak amacıyla hukuk dışı her türlü yöntemi kullanmaktan geri kalmıyor. İleride, eğer elinden gelirse, bunun daha fazlasını da yapmaya zihnen hazır olduğu görülüyor.

Bunun yanında, İslâmcı-milliyetçi iktidar bloğunun gözünde sakıncalı yurttaş olanlardan oluşan bir yurttaş topluluğu hızla büyüyor, kapsama alanı genişliyor. Bütün totaliter eğilimli rejimlerde iktidardaki güç toplumun bir kısmını rejim için yakın ve açık tehdit olarak işaret eder. Siyasal, ırksal, dinsel nedenlerden birini veya birkaçını bahane ederek kişileri damgalar ve toplum içinde tecrit olmalarını sağlamaya çalışır. Türkiye’deki milliyetçi-İslâmcı iktidar bloğu da, muhalif seçmenlerin oyunu gücü yettiği yerlerde hiçe saymak, KHK ile damgalanmış olma gerekçesiyle sayısı yüz binle ifade edilen yurttaşın çalışma, seçilme ve seyahat haklarını kısıtlamak, uyduruk gerekçelerle insanları hapsetmek gibi uygulamaları içeren geniş bir yelpazede bunu yapıyor.

YSK’ya aldırttırılan 6 Mayıs kararı, hukuk dışı devlet pratiği açısından artık ciddiyet ve tutarlılık görünümünü koruma zahmetine bile girmeyen, böyle bir kaygının ortadan kalktığı bir eşiğin aşıldığını gösteriyor. Hem AKP’li cumhurbaşkanının hem ittifak ortağının YSK üyelerine yönelik açık tehditleri, YSK çoğunluğunun sadece komik denebilecek bir iptal kararı vermesine yol açması, bunun sonucudur. Kararın bariz iç tutarsızlığı, AKP sözcülerinin gerekçelerinin apaçık saçmalığı, bir tutarlılık ve ciddiyet kaygısının da ortadan kalktığını ilan ediyor. İptal kararının açıklanan gerekçeleri de bunu açıkça teyit ediyor zaten. Diğer taraftan, aynı zarfa giren dört pusuladan sadece birini geçersiz ilan ettirerek, Erdoğanizm artık seçim sonuçlarından korktuğunu, kazandığını da kaybetmeyi göze almadığını ele veriyor. Güçlünün kaba gücüne dayalı ama aslında güçsüzlüğünü açıkça ele veren bir vodvil tiyatrosu kararının arkasına iktidar bloğu şimdi sığınıyor. Erdoğanizmin beka meselesi, kendisi ve çevresinin her koşulda iktidarda kalabilmek saplantısı ve bu rejim çatısı altında ülke kaynaklarını hortumlayanların kaygılarından başka hiçbir şey ifade etmiyor.

İktidar bloğunun, 23 Haziran’da İstanbul büyükşehir başkanlığı seçimini kendi adayının kazanması için elindeki, olağan ve olağan üstü, tüm imkânları kullanacağına şüphe yok. Bu, daha önce örneklerini gördüğümüz bir uygulama, yeni bir gelişme değil. Buna karşılık yeni olan, Ekrem İmamoğlu’nun arkasında seçmenin yarısının bu kez neredeyse eksiksiz biçimde toplanmış olması. Bu kez seçimleri belirleyecek en önemli etmen, iktidar bloğunun kendi seçmenleri arasında, 31 Mart’ta sandığa gitmemiş olanları mobilize etme kapasitesi ve seçim sonucunu tanımamak için işi şirretliğe vurmasından rahatsız olan, bunun bir adım ötesinin seçimin de rafa kaldırılması olduğunu hissedenlerin tavrı olacak. Diğer tarafta da, Erdoğanizmi desteklememekle birlikte çeşitli nedenlerle 31 Mart’ta sandığa gitmemiş veya şimdi adaylıktan çekilmiş olanlara oy verenlerin tavrı sonucu belirleyecek. Tayyip Erdoğan’ın şahsen alana inip, var gücüyle seçmenlerini mobilize etmeye çalışacak olması güçlü bir ihtimaldir. Böyle davransa da, ya da bunun “koyu Tayyipçi” olan seçmen dışında olumsuz algılanacağını fark edip geri dursa da, gelinen aşamada 23 Haziran’da fiilen Tayyip Erdoğan ve Ekrem İmamoğlu yarışacaklar. Bu ise, bazı gözlemcilerin iddia ettiği gibi, “Erdoğan’ın kaybedeceği seçimi yaptırmayacağı” görüşünü gündeme getiriyor.

Bu görüşün yakın tarihteki somut tecrübelere dayanan yadsınamaz bir dayanağı var. Devletin başındaki şebekenin iktidarı kaybetmemek için her şeyi göze almaya hazır olduğunu tespit etmek zor değil. Sorun, bu tespiti ısrarla dile getirmenin, iktidar bloğunun işini kolaylaştırmaktan başka bir sonucu olmamasında yatıyor. İktidar bloğunun “gördünüz mü, hakkımızla kazandık” demesine fırsat verecek bir sonucun gerçekleşmesini kolaylaştırıyor. Başka türlü mücadele etmek adına da olsa, şimdi ve burada verilmesi gereken mücadeleden çekilmek, seçimi kazanmak için var gücüyle mobilize olmamak, oy vermeye gitmemek, boş oy kullanmak, 23 Haziran akşamı Tayyip Erdoğan’ın herhangi bir başka yönteme başvurmaya ihtiyaç duymadan atı alıp Üsküdar’ı geçmesini sağlayacaktır. İktidar bloğunun seçimi gerçekte yeniden kaybetmesini gerçekleştirmek ise, velev ki daha sonra seçim sonuçlarını gene tanımamaya kalkışmaya yeltense de, ona karşı yürütülecek demokratik mücadelenin bugün hâlâ belkemiğini oluşturuyor. Otokrasi yönetimini, seçimden kaynaklanan son meşruiyet dayanaklarını kendi elleriyle dinamitlemek zorunda bırakmak, böyle bir durum karşısında daha sonra verilecek başka demokratik mücadelelerin de yeni meşruiyet zeminini hazırlar.

Ekrem İmamoğlu’nun 23 Haziran’da sandıklarda açık ara önde gelmesini sağlayacak bütün girişimler, bütün ittifaklar, destekler ve çabalar, bu frenleri bütünüyle boşalmış keyfi otoriter rejime karşı şimdi yürütülen ve sonra yürütülecek huzur, adalet ve demokrasi mücadelesinin son derece değerli adımlarıdır. Erdoğanizmin giderek saldırganlaşan tahakkümüne karşı Türkiye toplumunda, günümüzün diğer otokrasilerinde sık görülmeyen, güçlü ve canlı bir direnç hâlâ var. İmamoğlu’nun bu seçimi rahat bir farkla kazanmasının bu direnç damarını, “evet, yapabiliriz, istibdat rejimine demokratik yollardan son verebiliriz” inancını pekiştirecek olmasından esas olarak Erdoğanizm korkmuyor mu zaten?