“Ataerki” üzerine*

“Aile içinde, erkek burjuvadır;
kadın proletarya rolünü oynar.”[1]

Ataerki” günümüzde daha çok kadın hareketi, özellikle de onun içinde yer alan farklı feminist akımlarca başvurulan, anahtar bir kavram. Kadınların hemen bütün toplumlarda şu ya da bu biçimde ezilmekte oluşuna, erkeklere göre ikincil konumda oluşuna gönderme yapmak üzere başvuruluyor. Farklı feminist yaklaşımlar onu farklı tarzlarda açıklamaya çalışsalar da, ataerki kavramının kadınlar üzerindeki eril tahakkümü tanımlamadığı, günümüzde genel kabul gören bir olgudur. Bu hâliyle diğer tahakküm ve sömürü biçimleriyle, örneğin sınıfsal sömürü ya da ırkçı/etnik tahakküm biçimleriyle zaman zaman, hatta çoğu zaman kesişse de, onlardan bağımsız olduğu ve farklı, bağımsız bir mücadeleyi gereksindiği düşünülür.

Bunu kabul ettiğimizde, feminizmin daha ortalarda olmadığı bir tarihte (politik bir eylem biçimi olarak feminizmin tarihi 19. yüzyıla dek uzanır) ezilenlerin, sömürülenlerin sömürücülerine karşı başkaldırılarında neden kadın-erkek eşitliğini de gündeme aldığını açıklamak, zorlaşır.

Öyle ya, kadınların erkekler tarafından baskı altında tutulmaları, sınıfsal sömürüden bağımsız bir durumsa, tarih boyunca neden efendilerine karşı ayaklanan köleler, serfler, ağalara ve krallara, sultanlara başkaldıran yoksul köylüler, patronlarına karşı direnişe geçen işçiler, kendilerini politik bir harekete dönüştürdüklerinde gündemlerine kadınların eşitliğini de eklesinler? Ezilenlerin, sömürülenlerin egemenlere karşı hareketlerinin hemen tümü, aynı zamanda (kendi dönemlerinde ufuklarının elverdiği ölçüde) kadınların eşitliğini de savunagelmişlerdir: isyanlarıyla Ortaçağ Batı Avrupası’nı sarsan Katharlar, Ortadoğu’nun “çapulcu ayaklanmaları”: Karmatîler, Mazdek, Anadolu’nun Şeyh Bedreddin’i, Almanya’da köylü ayaklanmalarının önderi Thomas Müntzer, 19. yüzyıl ütopik sosyalistleri: Owen, Fourrier… Karl Marx ile Friedrich Engels’in önderlik ettiği I. Enternasyonal…

Gerçek şu ki, kadınlar üzerindeki eril tahakkümü sınıfsal baskı ve sömürüden ayrı düşünmek, yanıltıcıdır. Nitekim, “Ataerki” kavramını 19. yüzyılda ifade eden Marksist yazarlar, bu kavramı emekçiler üzerindeki sınıfsal sömürü ve baskıyla kadınlar üzerindeki tahakkümün ortak kökenine dikkat çekiyorlardı.

Friedrich Engels, klasik Marksist yazının bu alandaki en önemli yapıtı sayılan Ailenin, Devletin Özel Mülkiyetin Kökeni (AÖMDK) başlıklı kitabında, toplumların sömürenler ve sömürülenler olarak bölünmesiyle erkeklerin kadınlar üzerindeki sistemli ve yapısal tahakkümünün ortak bir kökene dayandığına işaret eder. Engels’e göre büyükbaş hayvanların evcilleştirilmesi ve tarımsal üretimde koşum hayvanı olarak kullanılması, yani sabanın icadı tarımsal üretimi büyük ölçüde arttırmış; bu da tarımcı toplumların hemen tüketemediği bir ürün fazlasına (artı-ürün) yol açmıştı. Toplumları sınıflara bölen, toplumun küçük bir kesitinin bu artı-ürünü temellük etmesiydi. Böylelikle, toplum üretici sınıfla üretim araçlarını ve dolayısıyla da üretimi denetleyen egemen sınıf(lar) olarak bölünmüştü. Toplumun sınıflara bölünmesi, hem egemen sınıf(lar)ın çıkarlarının koruyucusu olarak devletin, hem de sınıflı toplumun dayanağı olarak özel mülkiyetin aktarım aracı olan ailenin ortaya çıkmasına yol açacaktı. Aile kurumu, kadınların hem emek gücü (üreticiler) hem de cinsellik (gelecek kuşakların üretimi: yeniden üretim) açısından baskı ve kontrol altında tutulmasının aracıdır. Sınıflı toplum(lar) böylelikle hem siyasal hem de cinsel “iktidar”ın kaynağını oluşturmuştur.

Engels AÖMDK’ni 19. yüzyılda kaleme almıştı. Bu yapıt büyük ölçüde antropolojinin kurucularından ABD’li antropolog Lewis Henry Morgan’ın Eski Toplum başlıklı kitabındaki tezlerine dayanmaktaydı.

Bir bilim olarak antropoloji 20. yüzyıl boyunca Batı-dışı toplumlar üzerinde çok fazla gözlem biriktirme olanağı buldu. Bugün, kadınlar üzerindeki tahakkümün kökenleri ve siyasal iktidar ile cinsel (eril) iktidar arasındaki karmaşık ilişkiler konusunda fikir yürütebilecek zengin bir antropolojik literatür var elimizde. Bu literatür, sınıflara ayrışmamış, devleti olmayan, eşitlikçi avcı-toplayıcı topluluklarda kadınlarla erkeklerin (aralarında bir işbölümü olsa da) toplumsal konumlarının farklılaşmamış olduğunu gözler önüne sermekte. Bu tip toplumlarda kadınlar özerk davranabilmekte, kamusal işlerde karar alma süreçlerine katılmakta, kendi faaliyet alanlarını denetleyebilmekte ve cinsel kısıtlamalara tabi tutulmamaktadır.

Fransız Marksist antropolog Claude Meillassoux kadınların bu özerkliklerini küçük ölçekli tarımcılarda (hortikültüralist) yitirmeye başladıklarını gözlemler. Bunlar, üretim ve bölüşüm ilişkileri açısından eşitlikçi, ancak toplumsal statüleri açısından farklılaşmaya başlamış kabile toplumlarıdır. Göçer ya da yarı-göçer bir yaşam sürdüren avcı-toplayıcıların aksine, toprağa yerleşmişlerdir, geçimlerini büyük ölçüde tropikal ormanlardan çalıları yakarak kazandıkları topraklarda çapa tarımı yaparak sağlamaktadırlar. Bu, daha istikrarlı bir toplumsal örgütlenişi gerektiren bir geçim tarzıdır. Bu nedenledir akrabalık ve/veya soy ilişkileri hortikültüralist toplumlarda önem kazanır: Hortikültüralist toplumlar, kolektif çabayla işleyip ürünleri devşirerek temellük ettikleri toprakla kalıcı ve istikrarlı ilişkiyi, ancak grup süregenliğini temin ederek güvence altına alabileceklerdir. Bunun için, saymaca ya da gerçek ortak bir atanın soyundan gelen akrabalar topluluğunun (soy grubu) mevcudiyeti gerekmektedir.

Bu toplumlarda işlenen topraklar, topluluğun “mülkü”dür, toprağa ve onun sağladığı yaşam kaynaklarına erişimin koşulu, topluluğa mensup olmaktır. Bir başka deyişle, hortikültüralist toplumlar da, özel mülkiyeti tanımayan, yani iktisaden eşitlikçi toplumlardır.

Ancak “eşitsizlik” tohumlarını içlerinde, bizatihi toplumsal örgütlenişlerinde barındırırlar. Ortak ata çevresinde kümelenmiş, dışevlilikçi akraba grupları, yani soy grubu önemlidir, çünkü kaynaklara (toprak, sürüler ve artı ürün) erişim ancak onları denetleyen soy (akraba) grubu aracılığıyla mümkündür. Soyun sürdürümü grubun kalıcılığı açısından önem taşıdığı ölçüde, soyun sürdürücüsü, yani grubun yeniden üreticisi kadınlar da önem kazanır; ancak bu, kadınlara ayrıcalık kazandıran değil, tam tersine, onların emeği ve cinselliği üzerindeki denetimi zorunlu kılan bir önemdir. Kadının doğuracağı çocuğun, gruba ait olması, yani soydanlık ilkesi aslîdir; bu nedenle kadınların cinsel faaliyetleri toplumsal ve ritüel bir denetim altında tutulmalıdır.

Bir yandan giderek karmaşık ve zamana yayılan bir süreç hâline gelen üretim ve dağıtımın örgütlenmesi, bir yandan da yandan kadınların başka gruplarla mübadelesi, bu tip toplumlarda idarî bir konumu gerektirmektedir. Grup mensupları arasında servet açısından bir farklılaşma olmadığı ölçüde, bu yetke pozisyonu, grubun yaşlılarına düşecektir; grubun özgün yerlileri, yaşayan ataları olan kıdemli erkeklere. Yaşlı erkekler, ya da tohum hâlindeki patriyarklar, üretim, depolama, bölüşüm ve kadınların mübadelesini de içeren yeniden üretim süreçlerini denetlerler. Bir başka deyişle, grubun iktisadî ve siyasal süreçlerinde otorite sahibidirler: ritüeller, mitoslar, din, büyü ve şiddet eylemleriyle desteklenen ve özellikle topluluğun gençleri, en çok da genç kadınları üzerinde uygulanan bir otorite… Ataerki’nin çekirdeği budur.

Topluluğun hem üretim hem de yeniden üretim/üreme süreçlerini denetleyen “eril ata” figürü Ön Asya’da biçimlenen ilk devletlerce devralınıp yasal ve ayinsel yaptırımlarla desteklenecektir.

Şu hâlde, kadınlar üzerindeki eril tahakkümle egemen/yönetici sınıfın üretici sınıf(lar) üzerindeki tahakkümünün tarihi, feministlerin görebildiğinden çok daha girift biçimde iç içedir. İktidar aynı anda hem üretimi (sömürüyü) güvence altına almak üzere emekçiler, hem de yeniden üretimi/üremeyi güvence altına almak üzere kadınlar üzerinde uygulanmaktadır. Bu nedenledir ki aynı anda hem sınıfsal, hem de erildir.

Bu da emekçilerin sınıfsal baskı ve sömürüden kurtuluş mücadelesini, kadınların eril tahakkümden kurtuluş mücadelesiyle feministlerin görmek istediğinden çok daha fazla iç içe kılmaktadır.


N O T L A R

[*] Evrensel Gazetesi Ekmek ve Gül Eki, 7 Temmuz 2018…

[1] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1967.