Anlatılan bizim hikayemiz ama…

Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron, 7 Kasım 2019 tarihinde The Economist dergisine verdiği mülakatta, Avrupa ülkelerinin NATO müttefiklerini savunmak için ABD’nin gücüne dayanamayacağını, artık NATO’nun “beyin ölümü”nün gerçekleştiğini belirtiyordu.

Macron’un sözleri, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından alkışlanırken Almanya Şansölyesi Angela Merkel’i kızdırıyordu.

Birleşik Krallık “Brexit” aracılığıyla Avrupa Birliği ile yollarını ayırmaya çalışırken, çok değil birkaç yıl öncesinin “serbest ticaret” fetişizmi yerini “ticaret savaşları” haberlerine bırakırken, The Economist 30 Kasım-6 Kasım 2019 tarihli sayısında “Dünya Ticaret Örgütü’nü kim öldürdü?” sorusunu soruyordu.

Evet, 1994 tarihli Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) ile kurulan ve 1995 yılında faaliyetlerine başlayan Dünya Ticaret Örgütü (WTO) bahsedilen.

Evet, o ünlü, bir zamanlar “küreselleşme”nin simgelerinden kabul edilen Dünya Ticaret Örgütü (WTO).

ESKİ ÖLÜYOR, YENİ DOĞAMIYOR!

“NATO’nun beyin ölümü”, “WTO cinayeti!”, “ticaret savaşları”, Avrupa Birliği’nin dağılması…

Kuşkusuz tüm bu gelişmeler, kapitalist sistem açısından bir dönemin kapanmaya yüz tuttuğunun; ama, bahsi geçen kurumların/düzenlemelerin yerlerine henüz yenileri de kon(a)madığına göre, yeni dönemin de tam olarak başlayamadığının göstergesi.

Antonio Gramsci’nin ifadesiyle bir krizin, yani “eskinin ölmekte, yeninin ise doğamamakta” olduğu bir zaman diliminin.

Öte yandan, kriz, Vladimir Lenin’in tanımladığı “devrimci durum”u da içerir. Aşağıda da vurgulanacağı üzere “devrimci durum” ise, öznesiz, kendiliğinden yaşanan bir an değil, müdahaleyi zorunlu kılan bir bir süreci ifade eder.

Nitekim henüz o “müdahale” değilse de o müdahalenin üzerinde yükselebileceği toplumsal gelişmeler yakın zamanda yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor.

Önce niye ya da neye karşı yaşanıyor, ona bakalım?

‘ÇOK ALAMETLER BELİRDİ’!

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2019 yılı için hazırladığı Dünya İstihdam ve Sosyal Görünüm Raporu’nda, 2018 yılında küresel düzeyde istihdam edilen 3 milyar 300 milyon insanın çoğunluğunun maddi refahtan, iktisadi güvenceden, fırsat eşitliğinden yoksun olduğunun ya da “insani kalkınma” kapsamının dışında olduğunun altı çiziliyor.

Bir başka ifadeyle, kapitalist sistemin en önemli uluslararası kuruluşlarından birisi tarafından hazırlanan bu rapor, bir iş sahibi olmanın, yani emek gücünü satma imkanı bulmanın insani bir hayatı garanti etmediğini itiraf ediyor.

Raporda bahsedilen rakamın Avrupa Birliği’nin nüfusunun 2018 yılı itibarı ile yaklaşık altı buçuk katı olduğunun altını çizelim.

Rapora göre, 2018 yılında çalışan nüfusun 360 milyonu aile işçisi olarak, 1 milyar 100 milyonu formel bir iş bulamadığı için geçimlik düzeyde gelir elde edebildiği işlerde kendi hesabına çalışıyor (sokak satıcılığı gibi). 2016 yılı itibarıyla dünya işgücünün yüzde 61’i, yani yaklaşık 2 milyar insan enformel işlerde istihdam ediliyor.

2018 yılı itibarıyla dünyada yaklaşık 172 milyon insan işsiz.

ILO benzeri kuruluşlar tarafından işsiz kabul edilmenin ciddi bir çabayı gerektirdiğini de geçerken belirtelim.

Raporda, küresel düzeyde işsizliği düşürmeye dönük çabaların yeni işler yaratılmasında ya da çalışanların iş koşullarının düzeltilmesinde başarılı olamadığı da vurgulanan bir başka nokta.

Bu anlamda The Economist dergisinin 30 Kasım-6 Aralık 2019 tarihli sayısında yayımlanan “Eşitsizlik yanılsamaları” başlıklı yazıda aktarılan ABD’de en zengin binde birin sahip olduğu zenginliğin 1978’deki yüzde 7 iken 2012 yüzde 22’ye vardığı bilgisi de yukarıda aktarılanlarla tutarlı elbet.

Aynı derginin 21 Aralık 2019-3 Ocak 2020 tarihli sayısında yer alan “Evsizlik caddeler anlamına geliyor” başlıklı yazıda ise evsizlerin sayısının bütün Avrupa ülkelerinde arttığı, Amerika’da ise özellikle en varlıklı bölgelerde arttığı; örneğin San Fransisco’da son iki yılda yüzde 19 artış gösterdiği belirtiliyor.

Aynı sayıdaki “Önce konut” başlıklı yazıda ise, evsizlerin Almanya’da 2018 yılında yüzde 4 artarak 678 bin kişiye vardığının altı çiziliyor.

YÖNETEN ESKİSİ GİBİ YÖNETEMİYOR!

ILO’nun, muhtemelen bir çok “iyimser düzeltme” ile yayımladığı verilerine ya da The Economist’in aktardıklarına, dünyanın bir çok bölgesinde süregiden savaşları, çatışmaları; bunlar sonrasında yerinden edilen nüfusu; siyasal İslam başta olmak üzere dini köktenciliğin yarattığı sosyal/ahlaki çöküntüyü; daha fazla kâr peşinde koşan sermayenin doğa üzerinde yarattığı tahribatı; iş kazaları gibi birçok gelişmeyi ve bunların sonuçlarını eklemek mümkün.

Yukarıda ifade edilenleri,

• Dünya kapitalizmin giderek daha fazla içine gömüldüğü iktisadi ve siyasi istikrarsızlıklar;
• Türkiye’den Hindistan’a, ABD’den Macaristan’a iktidarda olan aşırı sağ/otoriter/faşizan hükümetler,
• Yunanistan’daki Altın Şafak ya da Almanya’daki Almanya için Alternatif (AfD) benzeri, iktidarda olmasa da potansiyel bir paramiliter güç olarak hazırda bekleyen ya da -en iyimser ihtimalle- bulundukları ülkenin siyasetini “sağa kaydıran” ırkçı/faşist/aşırı sağcı hareketler

gibi gelişmeler ile birlikte düşündüğümüzde ile, yönetenin eskisi gibi yönetememe haliyle karşı karşıya olduğunu düşünmememiz için bir neden bulunmuyor.

YÖNETİLEN ESKİSİ GİBİ YÖNETİLMEK İSTEMİYOR!

Tüm dünyayı kapsayan sosyal muhalefet dinamiklerinin; işçilerin, işsizlerin, kent yoksullarının, kadınların, yerli halkların, küçük köylünün… Ezilen halkların varlığı; ama sadece varlığı değil son yıllarda şahit olduğumuz başkaldırısı da gösteriyor ki, yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyor.

Kanıt mı?

Sadece son bir yılda olup da basında büyük yer işgal eden direnişlere, grevlere bakmak birle yeterli:

• İşsizliğin, ama özellikle de genç işsizlik oranının ve yoksulluğun oldukça yüksek olduğu Tunus’ta, üniversite mezunu Muhammed Bouazzizi’nin genç bedenini ateşe vererek Arap coğrafyasında büyük bir kıvılcım çaktığı günden, 17 Aralık 2011’den, yaklaşık yedi sene sonra yaşanan, düşük ücretlere karşı, 670 bin kamu çalışanının katıldığı son beş yılın en büyük grevi;

• İşsizliğin Avrupa ortalamasının üzerinde, yüzde 10 civarında olduğu, üç milyona yakın insanın ve 25 yaşın altındaki her dört kişiden birinin iş aradığı Fransa’da, Fransız Sendikalar Konfederasyonu’nun çağrısıyla Ekim 2017’de bir günlük uyarı grevi yapan milyonlarca kamu çalışanı;

• “Yenilenebilir enerjinin finansmanı” söylemiyle galon başına dizel yakıtlarda 30, normal yakıtlarda da 17 sent fiyat artışı yaratacak bir vergi artışına karşı gibi görünse de, başta, yıllık geliri 1.3 milyon avronun üzerinde olanlardan alınan servet vergisini kaldırırken, emeklilerden alınan vergilerini artırılması, kamu hizmetlerinin tasfiyesi ya da özelleştirilmesi olmak üzere, çeşitli “mülksüzleştirme/el koyarak birikim” pratiklerine karşı ayaklanarak ülkede son 50 yılın en sert direniş dalgasını yaratan “Sarı Yelekliler”;

• Fransız finans kapitalinin temsilcisi Emmanuel Macron hükümetinin emeklilik sistemini sadeleştirme söylemine yaslansa da asli hedefi sosyal güvenlik fonlarını sermayeye sunmak olan emeklilik reformuna yanıt olarak, 13 Eylül 2019 tarihinde ülkenin 2007’den bu yana en büyük grevini gerçekleştiren ulaşım işçileri grevi ile başlayan, bu satırların yazıldığı saatlerde çoktan genel greve dönüşmüş olan grevler, Paris’in “kızıl yelekliler”i;

• 1990’ların başından bu yana, ana ögeleri özelleştirmeler, yabancı sermaye çekmeye dayalı politikalar, kamu kurumlarının kapatılması ya da birleştirilmesi olan kapsamlı bir “liberalizasyon” saldırısı yaşayan Hindistan’da işsizlik, enformelleşme ve yoksulluğa karşı 2016’da 180 milyon işçinin katılımıyla patlak veren dünyanın en büyük grevi;

• Gene Hindistan’da, Modi hükümetinin işçileri köleleştirmeyi hedefleyen yeni sendika yasasına karşı bankacılık, ulaşım, imalat sanayi ve kamuda örgütlü yaklaşık 150 milyon işçiyi temsil eden 10 sendikanın başlattığı grevler dalgası; 2019 Ekim’inde, 82’den fazla maden sahasındaki 600’e yakın şantiyede greve giden 470 bin maden işçisi;

• Son yıllarda eğitim, otel ve alışveriş merkezi emekçilerinin grevlerine şahit olan Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) General Motor (GM) şirketinin, işçilerin 2008 krizi sonrasında iş güvencesi, sağlık sigortası, kıdem, geçici çalışma ve benzeri konularda uğradığı kayıpları telafi etme konusunda gösterdiği dirence Birleşik Otomotiv İşçileri Sendikası’nın (UAW), tabanın ısrarıyla, 15 Eylül 2019 tarihinde başlattığı 50 bin kişilik grevi (1)…

• Ve İstanbul’da, bayrağı, 2010’da Ankara’da Kızılay’da direnen TEKEL işçilerinden, 2013’te Gezi’de direnen kent hakkı savunucularından, 2015 otomotiv sektörü eylemcilerinden devralan İstanbul Havaalanı işçileri…

Ve kuşkusuz, niceleri…

HAYIR DEMEK YETMEZ!

Vladimir Lenin ünlü çalışması Komünizmin Çocukluk Hastalığı ‘Sol’ Komünizm’de (1991, Sol Yay., çev: Muzaffer Erdost) devrimin gerçekleşmesi için gerekli koşulları şu şekilde ifade eder: “…ancak ‘aşağıdakilerin’ eski tarzda yaşamak istemedikleri ve ‘yukarıdakilerin’ de eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki, ancak bu durumdadır ki, devrim başarıya ulaşabilir”.

Lenin’in tanımına uyar bir şekilde ve uluslararası ölçekte, “yönetenin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenin eskisi gibi yönetemediği” bir durum içerisinde yaşıyoruz.

Gramsci’nin ifadesiyle, “Eskinin ölmekte, yeninin ise doğamamakta” olduğu…

Tam da bu nedenle toplumsal muhalefetin sözcüsü olmaya aday olanların “hayır” demesinin yetmediği, yetmeyeceği bir zaman dilimi bu.

Sadece işçi sınıfının, üretim/emek süreçlerindeki dönüşümden kaynaklı olarak karşı karşıya kaldığı çeşitlenmenin tümünü kapsayacak bir emek odağı üzerine değil, bir toplumsal program üzerine de kafa yorma ihtiyacı içinde olduğumuz bir zaman dilimi.

Evet, anlatılan bizim hikayemiz; ama yenisini yazacak olan da bizleriz.

Fransız Devrimi’nin sonradan giyotine gönderilen baldırı çıplaklarının şiarı olan “sosyal cumhuriyet” şiarını akılda tutarak.

Ve bu “sosyal cumhuriyet”in aynı zamanda “demokratik” de olmasının önemini asla ihmal etmeden.

Bu yazı, Gazete Duvar‘dan alınmıştır 


(1) Avrupa Forum sitesinde “21. yüzyılda emek ve direniş üzerine notlar I-II-III-IV-V” üst başlığında yayımlanan yazılara ve 1 Ekim 2019’da Gazete Duvar’da yayımlanan “ABD’de otomotiv sektörü grevi: Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz” başlıklı yazıya bakılabilir.

Tolga TÖREN