Alt emperyalizm ve Türkiye 

Alt emperyalizm ile ilgili analize geçmeden önce “emperyalizm” kavramını aklımızda kaldığı kadarıyla şu şekilde açıklamıştık: “emperyalizm ‘teorik’ olarak bir fetih politikası ya da savaş demek değildir. Lenin, “Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşaması” adlı eserinde emperyalizmi, banka sermayesinin, sanayi sermayesi ile birleşmesi sonucu oluşan mali sermayenin dünya üzerindeki egemenliğini ayrıntılı bir şekilde açıklamıştır. Buna göre “mali sermayenin egemen olduğu devletin veya devletlerin, diğer devletleri ekonomik ve siyasal egemenliği altına alması, yayılmacı politikalar izlemesidir,” demiştik. Kapitalizmin gelişimi ve doğası gereği tekelleşmeye ve sermayenin merkezileşmesine yol açmaktadır. Emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır.  

Kautsky’nin emperyalizmi hafife almasının tam tersine Lenin’in, “Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşaması” adlı eserini incelediğimizde emperyalizmin beş temel özelliğini görürüz. 

  1. Üretim ve sermayenin yoğunlaşması, ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmış olması. 
  1. Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçip kaynaşması ve bu “mali sermaye” temelinde bir mali oligarşinin oluşması. 
  1. Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracının özellikle büyük bir anlam kazanması. 
  1. Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması. 
  1. Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması. 

‘Egemen devlet, kendi egemen sınıfını zenginleştirmek ve alt sınıflarına rüşvet kabilinden sus payı vermek için, eyaletleri, sömürgeleri ve bağımlı ülkeleri sömürmektedir. İşçi önderleriyle işçi aristokrasisini satın almayı mümkün kılacak ve proletaryanın üst katmanını alt katmanından sistemli biçimde ayırmaya yarayacak olan böylesi bir rüşvet, hangi biçimde olursa olsun, ekonomik açıdan yüksek tekel kârları gerektirecektir.’[1] 

Emperyalizmle ilgili ayrıntılı bilgi bir başka makalede konusudur. Alt emperyalizmle ilgili özet bilgileri fazla ayrıntıya girmeden ana başlıkları ve özellikleriyle gözden geçirmeye çalışacağız.  

Emperyalist sermayenin birikimi ve dolaşımı, mal ve hizmetlerin dünya ölçeğinde üretimi ve pazarlanması önündeki “ulusal” duvarların ABD’nin ekonomik, politik ve askeri gücüyle yıkılması, emperyalizmin ve dünya kapitalist sisteminin tahlili ve tanımı konularında yeni kuramsal ve politik tartışmaları da beraberinde getirmiştir[2] Çin’in küresel ekonomik bir güç olarak ortaya çıkması, ABD’nin tek güç olarak hegemonya kurmaya çalışması, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında yeni çevre ülkelerin oluşması iddiası, örneğin Brezilya, Hindistan, İran, İsrail gibi bölgesel güç olarak iddia edilen yeni devletlerin ortaya çıkması, giderek bu tür tartışmalara neden olmuştur. Bu tartışmaların sonucunda “emperyalizm” olgusu bazı yazarların anlattıklarının aksine özünde değişmemiş, sadece kılıf değiştirmiştir. 

Alt emperyalizm nedir? 

Alt emperyalizm tezini savunanların en önemli dayanağı sayılan hususları özet olarak açıklayacak olursak birbirini tamlayan gibi gözüken, aslında kopuk olan unsurları bir araya getirdiğimizle şunları görürüz: Emperyalizmin sürekli bölgesel savaşları ve işgalleri için emperyallerin kendi ordusunu uzak diyarlarda kullanması artık pek olası görülmüyor. Hem risklidir, pratikten uzaktır, hem de pahalıdır. ABD, Vietnam Savaşı sonrasında geliştirdiği yeni doktrin gereği (Nixon Doktrini) bazı bölgesel aktörleri askeri müdahaleler için jandarma olarak kullanmaya başladı. Bu ülkelere çok uzak olmasına rağmen Türkiye de dâhil edildi. Türkiye ABD için bölgesel jandarma görevini 1950’lerden itibaren kesintisiz yürütüyor. Ama zaman zaman ABD’den bağımsız bazı dış işgallere karışıyor gibi lanse edilmiyor da değil.   

Alt emperyalizm kavramı 1990’lı yıllardan itibaren farklı yorumlamalara neden olmuştur. Bu terim, emperyalist sistemin içindedir, ondan farklı düşünülemez. Emperyalizm, büyük güçlerin, tekellerin hegemonyası olarak tanımlanırken, alt emperyalizmde bu tanımlama sistem içinde yer alan ulusal-bölgesel güç olarak ifade edilmektedir. Bu tez ilk kez Brezilyalı Marksist ekonomist Ruy Mauro Marini tarafından ortaya atılmıştır. Anladığımız anlamda, sırtını emperyalist güçlere dayayan, ancak egemen sınıfı göreli olarak bağımsız olan ve bölgesinde güç sahibi olmayı amaçlayan ülkelerin varlığından söz edilmektedir. Marini, II. Paylaşım Savaşı’nın bitiminden sonra emperyalist sermayenin denetlenmesinin güçleşmesi, değişmesi ve uluslararası nitelik kazanmasından sonra gerçekleşen yeni atılımlara dikkati çekmek istemiştir. Savaş sonrasında IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların kurulması, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması sonrasında ABD sermayesinin dünya çapında yayılması, ‘tekelci burjuvazinin sermayesine’ sermaye katmıştır. Biriken artı değeri ancak bankalar denetleyebilirdi. Böylece yurtdışı acenteleri olan ABD kaynaklı banka sayısı kısa süre içinde on katına ulaştı. Bankaların aktifleri yüzde 1.000’leri aştı. Bilindiği gibi sermaye ihracı emperyalist çağın klasik bir özelliğidir. Sermaye yatırımlarının ve giderek üçüncü dünya ülkelerinin borçlandırılması, finansman kredilerinin ağırlık kazanması, yatırımların ülke dışında genişlemesi şirketlerin yapısında değişiklikleri de beraberinde getirmiş, tarım ve sanayiden ticaret, üretim ve hizmet sektörlerine kadar yayılan geniş bir alanda faaliyet gösteren çok uluslu şirketlerin ortaya çıkmasına da vesile olmuştur. Diğer bir deyişle uluslararası sermaye ihracı hız kazanmıştır.  

Marini’nin tezinde ABD emperyalizmi, eski niteliğini 2008 kriziyle kaybetmiş, dünya ölçeğinde yeni bir emperyal sistemin kurulduğu iddiası gündeme gelmiştir. Bu iddianın temeli 1970’li yıllarda ortaya atılmıştır. Bu kurama göre gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasında yeni bir ülke kategorisi yer almıştır. Örneğin, bu yeni kategoriye yerleştirilen Brezilya’nın durumu gerek coğrafi ve nüfus büyüklüğü ve gerekse çeşitlenmiş ekonomik yapısıyla dış ilişkilerde temel egemen güç olan ABD’den görece bağımsız, yarı bağımlılığını sürdürmekte ve bir bütün olarak etkinliğinin ana hattı emperyalist merkezle olan ilişkilerine göre belirlenmektedir. [3]   

Marini’nin alt emperyalizm tezinde ekonomik anlamda iki temel unsur dikkati çekiyor. Birincisi, alt emperyalist ülkelerin “sanayileşmiş bağımlılığıdır.” Buna göre örneğin Brezilya, Arjantin ve Meksika gibi ülkelerin sanayileri yeni uluslararası ekonomik işbölümünün gerekli alanlarda gelişmesine izin verilir. Küresel ekonomide gelişmiş ülke denilen merkez ülkeler yüksek teknoloji alanlarına yönelirken, lüks tüketim malları, ara ürünler ve geleneksel sanayi üretimi bu tip “yarı çevre” ülkelere bırakılır. İkincisi de bu tür “yarı çevre” ülkelerde sermaye akışının işçi sınıfı üzerindeki yükünü ağırlaştırır. Yani düşük ücret ve büyük işgücü rezervi sonucu işçi sınıfı üzerinde aşırı sömürüye neden olur. Bu ülkelerde bu tür oluşumlar ancak uluslararası sermaye ile ulusal sermayenin bütünleşmesinin olağandışı tekelleşmesi sonucu mümkün olabilmektedir. Sınıflar arasındaki aşırı çelişkiler, bu tip ülkelerde sermayenin gerçekleşmesinde problemler yaratmaktadır. Refah düzeyi merkez ülkelere kıyasla üretim, kitlesel tüketimden kopuktur. Genel anlamda tüketim açığı, gelir dağılımı politikalarıyla ve dünya pazarlarına sermaye ihracıyla kapatılmaya çalışır. Marini’ye göre alt emperyalist şemanın eksenini pazar sorunu oluşturur. Emperyalist ülkelerden gelen sermaye sayesinde sanayisi gelişmekte olan bu tip ülkeler, sınırlı ve yetersiz tüketim potansiyeline sahip, kendi iç pazarlarıyla yetinemezler ve dış pazarlar aramaya zorlanırlar. [4] Dolayısıyla alt emperyalizm kavramına konu ülkeler, emperyalist ülkelere olan bağımlılığını dışlamaz. Alt emperyalist ülkeler, ekonomik ve politik yönden egemen kapitalist ülke denilen merkez ülkelere, özellikle dünya egemenliğini elinde bulunduran ABD’ye bağımlı olmaya devam eder. Yarı çevre denen bu ülkelerde sanayi ürünlerinin dolaşımı, dış pazar payı eskiyle kıyaslandığında büyük sıçrama kaydettiği de görülebiliyor. Tarım ürünlerinde, madencilikte, sanayi ürünlerinde ihracat birkaç misli rakamlara ulaşmıştır örnek verilen Brezilya’da… İmalat sanayinin GSYH içindeki payı, sektörlerin GSYH içindeki oranları, ihracatın ithalatı karşılama oranı, çok uluslu şirketlerin yurt içi yatırımları, yabancı sermayenin stok oranları, yabancı sermaye girişi ve kâr transferleri en az iki katına ulaşmıştır. Bununla birlikte cari açıklar, dış borç göstergeleri, dış borçlara bağlı faiz ödemeleri, kur farkları, yarı yarıya kadar inmiş durumdadır. Türkiye, bunun neresinde?  

Marini’nin en önemli hatası emperyalist yeni-sömürge ilişkilerini gelişmişlik az gelişmişlik ikileminde düşünmesi ve emek yoğun sanayi yatırımlarının yeni sömürge ülkelere kaydırılmasını gelişmişlik olarak yorumlaması idi. [5] Marini’nin vefatından yıllar sonra geçen sürede bu tezlerin doğruluğa tanık olamadık. Son on yıldır göklere çıkarılan Latin Amerika ülkelerinin hafifletilmiş bu kalkınma modeli ile duvara tosladığına tanıklık ettik.   

Günümüzde alt emperyalizm tezinin savunucuları, Marini gibi dünya kapitalist sistemini basamakları itibariyle “ileri, orta ve az gelişmiş”  [6] diye nitelenen bir hiyerarşi piramidini oluşturmuş ve çeşitli kapitalist ülkeleri bu piramit boyunca güçlerine göre sınıflandırmışlardır. Bu güçler piramidinin en üst basamağında yer alan ileri derecede gelişmiş kapitalist ülkeler, emperyalist diye nitelenen ülkelerdir ve bu kategori açısından ortada fazlaca bir tartışma yoktur. Hiyerarşi piramidinin en fazla tartışmaya yol açan basamağı, alttan üste geçişsel özellikler taşıyan ve bu bakımdan kendi içinde de bir hayli düzey farklılıkları sergileyen orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler oluşturur. Emperyalist diye adlandırılan kapitalist ülkelerle orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler arasına da son derece kesin, kaba ve mekanik sınırlar çekmek istenmektedir. Bu piramidin birinci ve en üst basamağında ABD, İngiltere, Almanya, Japonya, Fransa, Rusya vb. ülkeler duruyor. İkinci basamakta da Türkiye, Brezilya, İran, Hindistan, İsrail vb. ülkeler yer alıyor. İddia budur. Diğer bir deyişle bugün halk dilinde “vekâlet savaşını yürütenler” de bu kategori içinde yer alıyor denilmektedir. Buna göre Türkiye, Brezilya, Meksika, İran, Hindistan, İsrail vb. ülkeler yarı çevre ülke olup, alt emperyalist ülke kategorisinde yer almaktadır. [7] Bunların dışındaki diğer ülkeler çevre ülke olup, sömürülmeye mahkûm ülkeler kategorisi içindedir. Gerçi yarı çevre ülkeler de sömürülmüyor değil. Küresel ekonomide neoliberalizm çağında emperyalizm ile küresel emperyalizmin ayrı kavramlar olduğu iddiası da ayrı bir konudur. Dışa bağımlığın getirdiği çarpık sanayileşmeyi Marini gelişmişlik olarak görmüş olabilir. Asya Kaplanları olarak tanımlanan Endonezya, Singapur, Güney Kore, Tayvan vb. ülkeler için Gunder Frank, sadece sanayi ihracına bakarak alt emperyalizm kavramını getirmiştir. Marini ve Frank emperyalist yeni-sömürge ilişkilerini gelişmişlik ve az gelişmişlik ikileminde görmüşlerdir. İkilinin bu görüşü ülkelerdeki emek yoğun sanayi yatırımlarının yeni sömürge ülkelere kaydırılmasını da gelişmişlik olarak görme hatasından kaynaklanmaktır.  

Sorun emperyalizmin tanımındaki algılanmadan kaynaklanmaktadır. Kautsky’nin emperyalizmin tatlı yüzünü göstermesi gibi küresel güçleri masum gösterme girişimi ulusalcı sol kesimin ve karşı devrimci unsurların vazgeçmediği bir olgu haline gelmiştir. Bu görüşü benimsemek, özel mülkiyete düşkün küçük burjuvazinin işçi sınıfı yerine devrim yapmasını beklemek gibidir.  

Türkiye’ye geline; bu tür dayanıksız iddialar sol ulusalı, popülist ve sol liberal yazarlar Türkiye’nin Alt emperyalist bir ülke olduğunu iddia etmektedirler. 

Türkiye alt emperyalist ülke midir? 

Alt emperyalizm tezini savunanlar, Türkiye’nin “emperyalist politikalara yönelen bir ülke olduğu iddiasında bulunuyorlar. Bunların bir kısmı Türkiye’nin emperyalizmin yeni sömürgesi olduğunu kabul ediyorlar. Bu durumu da 1980 öncesi Türkiye’de nüfus hareketlerini gösteriyorlar. Ülke nüfusunun % 70’i köylerde yaşıyormuş, 1980 sonrasında kırsal alan boşalmış ve sanayi kentlerine akınlar başlamış, köylüler proleterleşmiş. Yani, köylü işçi sınıfına geçince olay bitmiştir. Türkiye’de bu sebeple de burjuvazi bağımsızlaşmış ve oligarşi hafiflemiştir. Bu nedenle Türkiye kendi bağımsız politikalarını başkalarına dayatabilen alt emperyalist ülke olmuş oluyor. Sayın Mahmut Memduh Uyan’ın teorisi budur. [8] Başka bir deyişle bu teori, emperyalizmi görmeme teorisidir.  

İlhan Uzgel, 3 Ağustos 2020 tarihli Duvar Gazetesinde yazdığı makalede  “Türkiye’nin küresel sistemdeki konumu(nun) literatürdeki yarı-çevre ve alt-emperyalist tanımlarına neredeyse bire bir’’ uyduğunu ileri sürüyor. Lenin’in 1916 tarihli teorisini günümüzde geçersiz sayan Uzgel’e göre, “yarı-çevre ülke, bölgesinde iktisadi etkinlik kurar, bazı durumlarda kendi parası sınırlı da olsa kullanım alanı bulabilir… Yarı-çevre ülkelerinin bu ekonomik yayılması, merkezi rahatsız etmez, çünkü buralar genelde merkezin pazar ve yatırım için yeterince cazip bulmadığı alanlardır ya da merkez ülkeler farklı alanlara yatırım yapmaktadır” [9] diyerek Marini ve Wallerstein’in teorisinin geçerliliğini savunmaktadır. Sayın Uzgel’e göre emperyalizm; Irak, Suriye, Libya, Mısır, Gürcistan, Kosova, Makedonya vb. ülkeleri pazar ve yatırım için pek cazip bulmadığı için bu ülkelerde Türkiye’nin emperyalistçilik oynamasına izin veriyor. Ama aynı emperyalizm, yatırım ve pazar için cazip bulmadığı bu ülkelerin pazarlarını ele geçirmek, yönetimlerini değiştirmek, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ele geçirmek için savaşlar çıkarıyor, yüz milyarlarca dolar harcayıp işgaller düzenliyor, milyonlarca insanı katlediyor ve bu bölgelerde on binlerce asker bulunduruyor. Hatta bu ülkeler için Rusya ve İran gibi ülkelerle savaşmayı bile göze alıyor. Sayın Uzgel’in, Lenin’in üstünü çizmek girişimi, algılama ve analiz yeteneğine pek yaramamış, [10] hele saygı duyduğumuz bir akademisyene… Lenin’in dediği gibi “… nerede kapitalist varsa orada basın özgürlüğü; gazete satın alma özgürlüğü, yazar satın alma özgürlüğü, rüşvet, halkın görüşünü satın alma ve burjuvazinin yararına saptırma özgürlüğü…” vardır. 

Yine aynı şekilde AKP’nin ilk on yılında Türkiye’ye giren paralarla yol, köprü, üst ve alt geçitlere, inşaatlara harcanmasını kalkınmışlık olarak görmek yanlıştır. Bu düşünce, emperyalizmi anlamamak ve bilmemekten kaynaklanmaktadır. Türkiye’ye giren bu paralar zaten emperyalistlerin parasıdır ve hangi yatırımlara gideceğine onlar karar verir. Türkiye’nin kendi başına bu tür kararlar alma iradesi söz konusu değildir, özelleştirme politikaları da emperyalistlerin Türkiye’ye dayattığı bir politikadır. Yeni sömürge tipi ülkelere baktığımızda da bu tür özelleştirmelerle borsa ve inşaat gibi spekülatif alanlara paraların aktığını görebiliyoruz.   

Türkiye ne emperyalist ne de alt emperyalist bir ülke kimliğine sahip değildir. Hatta alt emperyalizm kavramı bile emperyalizmin canavar yüzünü maskeleme ya da şirin gösterme ve gizleme girişimlerinin ötesinde başka bir şey ifade etmiyor. Türkiye yarım asırdır emperyalizmin Ortadoğu’daki jandarmalığı görevini yapıyor. Türkiye, ABD’nin savaş politikaları doğrultusunda Suriye ve Libya’ya müdahil oldu. Bugün de Ukrayna’ya ve diğer Kazak bölgesi ülkelerine el atmak istemektedir. Türkiye’nin komşu ülkelerin rejimleri ile ilgilenmesi Demokrat Parti’nin “Küçük Amerika yaratacağız” safsatasıyla 1950’lerde başlamıştır. Türkiye o zamanlar hem Irak, hem de Suriye’yi işgale yeltenmişti. Çünkü emperyalistlerin talepleriydi bu işgal sorunu. 1957 tarihinde Suriye, ordu şefini değiştirdi ve Amerikalıları ülkesinden kovdu. ABD, bu durum karşısında Türkiye ve Lübnan’ı harekete geçirmek istedi. Ancak Kruşçev, Türkiye’yi füzelerle vuracağını açıkladı. Akabinde ABD ve ortağı İngiltere bu sevdadan vazgeçti. Türkiye’nin başını yakan 23 Şubat 1945 tarihinde ABD ile imzalanan anlaşmadır. TBMM’nde 4780 sayıyla yasalaşmıştır. Anlaşmanın temel özelliği; adının “Karşılıklı Yardım Anlaşması” olmasına karşın, ABD isteklerinin Türkiye tarafından kabul edilmesi ve Türkiye’yi ağır yükümlülükler altına sokmasıdır. İkinci anlaşma bir yıl sonra 27 Şubat 1946 tarih ve 4882 sayılı yasayla kabul edilen bir kredi anlaşmasıdır. Halk dilinde buna “Truman yardımı” da denir. Türkiye’ye sağlanan 10.000.000 dolarlık yardımın geri ödemesi siyaseti de ekonomiyi de ipotek altına almıştı. Böylece Türkiye’nin sömürge bir devlet olmasının adımları merhum İnönü döneminde atılmıştır. Arkasından gelen Adnan Menderes, Mehmetçikleri 1 dolar karşılığında Kore’de ABD uğruna savaşsın diye satmıştır.   

1946 yılından bu yana Türkiye, emperyalizmin işgal politikalarının jandarmalığı görevini üstlendi. Suriye’de, Libya’da ve bu yüzyıl içinde Irak’ta milyonlarca emekçi vahşice katledildi. Emperyalizme karşı çıkmak yerine emperyalizmin emrine girerek iş yapan Türkiye’ye Suriyeli ve Libyalıların “İşte katil budur” demelerinin nedeni de bundandır. Türkiye Saddam’ı, Kaddafi’yi, Esad’ı diktatör diye lanse etmişti. Sanki bunların kötülüklerinin emperyalistlere işgal, katliam ve faşist devletler kurma hakkını veriyormuş gibi…  

Türkiye’nin çarpık burjuvazisini alt emperyalizmin başını çekmekle sayfalar dolusu yanlış, yalan haberleri bir marifetmiş gibi belge türünden sunan alt emperyalist sevdalıları örnek olarak “Koç Holdingi” göstermektedir. Türk burjuvazisinin Suriye, Irak ve Libya’da yaptığı iş taşeronluktur. Bu tür işler savaş öncesi Türk inşaat firmalarınındı. Kaldı ki bizim burjuvazimize yerli ve milli demek de olanaklı değildir. Yerli ve milli burjuvazinin göbeğine kadar emperyalizme bağımlı olmasının nedeni ekonomiden gelen yapıyla ilgili bir zorunluluktur. Koç ailesinin Fiat fabrikasındaki payı, sağladıkları ucuz işgücünün Türkiye’nin Pazar yeri olarak korunmasının, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının emperyalistlere peşkeş çekilmesinin karşılığıdır. Bunun dışında Türkiye’nin yaptığı bir başka iş de bu ülkelere sermaye değil, tüketim malzemelerini ihraç etmesidir. Savaş patladığında Erdoğan gerek Libya ve gerekse Suriye operasyonlarına şiddetle karşı çıkmıştı. Sonradan hizaya geçip savaşa müdahil oldu. Bu ülkelerin pazarı, petrolü ve enerjisinin kime ait olduğunu sorgulamıyorlar. Aslında cevabı basittir. Türkiye’nin pazarını, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kimler sömürüyorsa, onlara aittir. Yandaş basının, ulusalcı sol kesimin ve popülist sol yazarların iddia ettiği diğer bir konu da Türk ordusunun ne denli güçlü olduğu ile ilgilidir. Bunlar aynı zamanda milli ve yerli silah sanayimizle övünüyorlar. Alt emperyalist kuramcıları bunu sorgulamadan kabul ediyor. Hatta bu silah ihracatını Türkiye’nin emperyalist olmasının kanıtı gibi sunuyorlar. Milli olduğu iddia edilen silah sanayinin bağımsızlığı, otomotiv sanayinin emperyalizmden bağımsız olduğu kadardır. Ötesine geçmesi de mümkün değildir.  

Sonuç 

Alt emperyalizm kavramı, Lenin’in temellerini attığı Marksist emperyalizm kuramından tamamen uzaklaşmıştır. 1970’lerden sonra değiştiğini sandığımız dünya genelinde bu tür kavramların hele günümüzde moda söylemler haline gelmesi, politik sonuçları farklı bir kuram haline getirilmek istenmesinin ardında yatan gerçeklerin hiç de iddia edildiği gibi olmadığının bilinmesini istiyoruz. Emperyalizm kavramının Lenin’in Marksizm’e olan katkısının yaşadığımız 21. yüzyılda da devam ettiğini, kurtuluşun ancak anti-emperyalist sınıfsal bir mücadeleden geçtiğini de biliyoruz. 

Yarı sömürge konumundaki bir ülkeyi emperyalizm ile özdeştirmek, kendi doğasına aykırı bir söylemdir. Henüz burjuva demokratik devrimini tamamlamamış, emperyalizmin istekleri doğrultusunda sürekli askeri darbelere maruz bırakılmış bir ülkeden emperyalist yaratmak akıl kârı değildir. Kendi bölgemizde iyi bir jandarmayız. Ona itirazımız yok ama onun ötesine geçmemiz de mümkün görünmüyor. 

Emperyalizm basit bir işgal veya fetih olgusu değildir. Sıradan bir dışsal olgu hiç değildir. Emperyalizm, yap işlet, devret modelinin tipik bir örneğidir, emperyalizm yok edilen tarımdır, aç bırakılan ve boğazına kadar borç içinde batan çiftçidir, spekülatörlere akan milyarlarca dolardır. Emperyalizm, tarihi kentleri baraj suları altına bırakmayı emreden bir sistemdir, HES’tir, nehirleri kurutmaktır, taş ocakları adı altında ormanları ve doğal dengeyi yok etmektir, özelleştirmedir. Emperyalizm vatandaşın cebinden çıkan vergilerin geri dönmemesidir, hırsızlıktır, talandır, ihaledir, ihaleye fesat karıştırmaktır, şovenizmdir, gerici faşist yönetimlerdir, askeri darbelerdir. Emperyalizm, Özel Harp Daire’sidir, JİTEM’dir, Kontrgerilladır, polisin orantısız gücüdür, derin devlettir, zorbalıktır, katliamdır, faili meçhuldür, ırkçılıktır, başkanlık sistemidir, yağmalamadır, ücretlinin emeğinin talanıdır, lokavttır, işçiyi köleleştirmektir, kadına şiddeti, taciz ve tecavüzü mubah saymaktır. Emperyalizm Kaz dağlarının talan edilmesidir, su kaynaklarına zehir katmaktır, doğa katliamıdır, yeraltı ve yerüstü kaynakların peşkeş çekilmesidir, kirliliktir, dinciliktir, gericiliktir. Emperyalizm, pandemi döneminde işçiyi işsizliğe ve sefalete sürüklemek, işçilerin ve yoksul halkın salgına karşı korunması önlemlerine lakayt kalmaktır. Emperyalizm, aşı şirketlerinin karına kar katma girişimidir. 

 Tüm bunları Türkiye kendi milli ve yerli iradesiyle mi yapıyor? Elbette hayır. Emperyalizmin Türkiye’ye dayattığı sorunlardır. Türkiye her yönüyle toplumsal ve siyasal altüst oluşlara, krizlere gebe bir görünüm arz ediyor. Adım adım faşizme doğru kayıyoruz. 

ABD emperyalizmi, Kürtlere, Araplara, Türklere ve tüm bölge halkına özgürlük getirmez. Çünkü özgürlüğün olduğu yerde emperyalizm olmaz, sömürü olmaz. Amaç, Erdoğan ve Barzani gibi kendilerine hizmet edecek kişileri başa getirmek, demokrat, laik, özgürlükçü unsurları tasfiye etmektir. Zaten başa getirdiği liderler, kendilerinin müdahalesi olmadan da bu işleri yapıyorlar. ABD Başkan seçilen Joe Biden’in konuşması haliyle her şeyi özetliyor zaten. 


[1] https://www.idefix.com/Kitap/Emperyalizm-Kapitalizmin-En-Yuksek-Asamasi/Vladimir-Ilyic-Lenin/Arastirma-Tarih/Politika-Arastirma/Dunya-Politika-/urunno=0000000313137 

[2] Muhittin Kargın, Türkiye “alt emperyalist” mi? (16 Şubat 2019)  

[3] Bu tezin en önde gelen savunucusu Marksist Tutum dergisi ve yazarlarından Elif Çağlı’dır. 

[4] M. Kargın, age. 

[5] Ahmet Kaplan, Züğürt emperyalist! (Sendika.org 12 Temmuz 2020) 

[6] Bugün itibariyle sol liberal yazarlarımız Marini’nin düştüğü hataya düşmüşlerdir. Ülkeleri sınıflandırmakla emperyalizmi görmezden gelmeye devam etmektedirler. 

[7] Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye (Marksist Tutum, 28 Temmuz 2009) 

[8] Mamut Memduh Uyan: Birlik yerine, solun çürümüşlüğünü nasıl aşacağımızı tartışmalıyız (Artı gerçek, 20.12.2019) 

[9] İlhan Uzgel, Alt-emperyalizm ya da dış politikada özerklik mümkün mü (Duvar Gazetesi 3 Ağustos 2020) 

[10] Ahmet Kaplan, Alt Emperyalizm ve Türkiye (Sendika.org 7 Temmuz 2020) 

 

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)