AKP, Türkiye’de Kapitalizmin Siyasal İflası ve Tarihsel Bloğun Krizi 

“İstikrar”, AKP iktidarının rüyası idi; şimdiyse “kabusu” oldu. Bugünlerde siyasette ve ekonomide bir şeyler “istikrarlı” şekilde yükseliyor. Dolar da, işsizlik de, enflasyon da, geçim sıkıntısı da, yoksulluk da artıyor. Bunun karşısında eskiden olduğu gibi “dış güçleri”, “lobileri”, hayali düşmanları suçlamaksa işe yaramıyor. AKP’nin içerisinde bulunduğu ve Türkiye’yi soktuğu durum, ne tek başına partinin ne de tek başına siyasette veya ekonomide yaşanan krizin habercisidir. Yaşanılanlar, darbe girişiminden sonra iktidar bloğu içerisindeki gerilimlerle ivme kazanan tarihsel bloğun krizidir.

*

Tarihsel bloğun yapısına uygun olarak, kapitalist devletin belirli tarihsel koşullarda farklı siyasal biçimleri bulunur: rekabetçi devlet, refah devleti, neoliberal devlet, vs… Bu biçimler, yaratılan artığa el koyma şekli ve toplumsal üretim ilişkilerinin karakteri tarafından belirlenir. Her biçimin kendine özgü ideolojik, siyasi ve iktisadi belirlenme ilişkileri vardır; her birinin buna uygun iktidar profili bulunur. Örneğin, Amerika’da, Rusya’da, Macaristan’da, Polonya’da, Türkiye’de otoriter yahut neo-faşist iktidarların yükselişi, benzer davranışlara sahip liderlerin ortaya çıkışı, bu belirlenme ilişkilerinden kaynaklanmaktadır.

Günümüzde klonlanmış hissiyatı uyandıran rejim ve lider türlerinin yaygınlaşmasında neoliberal sistemin içerisinde olduğu kriz etkilidir. Kriz derinleştiği ve buna karşı çözümler yetersiz kaldığı ölçüde, devletin baskı aygıtları öne çıkar. Ayrıca oligarşik yönetimlerin yalın biçimleri kişiler üzerinden cisimleşir. Tüm bunlara rağmen, sınıfların denge durumunu koruyamayan, aralarındaki gerilimleri çözemeyen, belirli bir proje etrafında sınıfları toplayamayan iktidarların krizi, her yerdedir.

Liberallerin devlet liderlerinin davranışlarına endekslediği “otoriterleşme” yorumlaması eksik ve hatalıdır. Oligarşilerin sürdürülebilirliğinde devletin aygıtları ve kurumları arasındaki güç bileşkesi keskinleşmektedir. Engels’in ‘Anti-Dühring’te vurguladığı, devletin önemli vasıflarından birisi kamusal “güç” niteliğidir. Ve burjuva liberalizminde yasama-yürütme-yargı olarak şekillenen “güç”ün ayrışması, iktidarların krizle karşı karşıya kaldığı anlarda yürütmede toplanarak, tekleşir. Sermayenin çıkarları için kısa vadeli çözümlerde “güçlü yürütme” çeşitli avantajlar sağlar. Ne var ki, siyasal projesi çökmüş ve mutlak şekilde baskı aygıtlarına dayalı bir iktidar, uzun ömürlü değildir.

*

Türkiye kapitalizmini dönemselleştirerek bu durumu irdeleyebiliriz: 1960-80 arası ithal ikameci sanayileşmeden, 1980’le birlikte ihracata yönelik sanayileşmeye, 1989’dan sonra finansal liberalleşmeden bugüne dek dönemsel olarak birikim stratejileri ve siyasal projeler bulunmaktaydı. Bunların içerisinde en belirgin olanı, 12 Eylül Darbesidir. Darbe, egemen sınıfların siyasal bölünmüşlüğünü ve burjuva toplumunun önderlik krizini aşmaya yönelik “burjuva birleşik cephesi”ni oluşturma niteliğine sahipti. Askeri zorla birlikte siyasal alan neoliberal birikim rejimine uygun hale getirilmeye çalışıldı.

Neoliberalizmin kurumsal olarak yerleştirilmeye başlandığı 1980’lerden itibaren birikim stratejisi sıcak paraya dayalı/sermaye girişiyle büyümeye odaklanmışken, siyasal proje, 2002 yılına kadar “istikrarlı” bir form kazanamamıştır. Neoliberalizmin ideolojik ve siyasal öğelerini “değişim”, “istikrar”, “demokratikleşme” gibi temel sloganlarla topluma sunan AKP, 2002-2008 yılları arasındaki küresel kapitalizmin sıcak para akışına kendisini bırakarak, iç politikada yapısal reformlar, AB ile uyum, vesayetle mücadele gibi hatları izleyerek rota çizmiştir.

2002 senesinden sonra oluşan tarihsel bloğa ait ittifaklar zinciri, Türkiye’ye has toplumsal çelişkilerin ertelenemez hale geldiği 2015 senesine kadar sürdürülmüştür. İttifaklar yapısal faktörler nedeniyle bozulmaya başladığında iktidar bloğu içerisinde artan gerilimler hemen hemen tüm kurumları etkisi altına almıştır. 2015 yılında “Yolsuzluk Operasyonları” ile başlayan süreç, özünde iktidar bloğu içerisindeki hakimiyet ve pozisyon savaşıdır. 2010-2015 yılları arasında devlet içerisindeki sınıfsal-siyasal cepheleşmeler hukuk alanında yoğunlaştırılmış ve 2015’ten sonra siyasal alandaki krize yanıt olarak iç güvenlik (homeland security) devleti biçimi öne çıkarılmıştır.

15 Temmuz Darbe girişiminden sonra OHAL/KHK rejimi ile devletin düzenlenişinde her alanda merkezileştirme operasyonları hızlandırılmıştır. Olaylara hızlı reaksiyon göstermek amacıyla hukuksal zoru ve iktisadi zoru bütünleştirmeye yönelik güvenlik uygulamalar gündeme gelmiştir. İç güvenlik aygıtları, hem egemen kitle partisinin çıkarlarını korumak ve hem de sermaye birikim rejimine yönelik tehditleri bastırmak amacıyla merkezileştirilmiştir. 12 Eylül 2010 Referandumundaki yargı üzerindeki kontrol de, 16 Nisan 2017 Referandumundaki başkanlığa yönelik düzenlemeler de, 24 Haziran’la planlanan siyasi ve hukuki konsolidasyon da söz konusu merkezileşmenin aşamalarıdır.

*

Ekonomik alanda ise kriz daha yoğun ve yapısaldır; doların veya faizlerin artması tali olgulardır. Bilindiği üzere, AKP döneminde ekonominin lokomotif sektörü inşaattır ve inşaat odaklı büyüme, özünde bir birikim stratejisidir. İnşaat sektörünün GSMH’deki payı yüzde 7.5’tir. 2017’deki büyüme hızı ise yüzde 8.9’la ortalamanın çok üzerindedir. Ancak 2017 yılındaki, 10.8 milyar dolarlık doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının 4.6 milyar doları, yani yüzde 43 yabancıların konut alımından kaynaklanıyordu (Hayri Kozanoğlu, Türkiye ekonomisinin yapısal bozuklukları, BirGün, 30.05.2015). Sektör temsilcilerinin şikayetleri dışında, sektörün güven endekslerinde de gidişatı negatif yönlüdür. Konut satışları 2018 Mart ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 14 oranında azalmıştır. TÜİK verilerine göre, bu yılın ilk çeyreğinde geçen yılın aynı dönemine kıyasla belediyeler tarafından yapı ruhsatı verilen bina sayısı yüzde 23,5 düşmüştür.

Türkiye ekonomisinin makroekonomik görünümü de bozulmaktadır. IMF’nin dolarlı milli gelir serileri incelenebilir. 2010-2017’de Türkiye’nin birikimli cari açık / milli gelir oranı %4,2’dir. Bu oran, 2017 için %5,6’ya çıkmış; dış açık ve büyüme bağlantıları AKP’nin son yıllarına göre dahi bozulmuştur. “2000 öncesinin neoliberal yıllarına baktığımızda dış açık oranındaki tırmanmanın AKP’nin Türkiye ekonomisine “armağan” ettiği bir çarpıklık olduğu da açık-seçik ortaya çıkacaktır: 1980-1999 yıllarında cari açığın GSYH’ya ortalama oranı yüzde 1 civarında seyretmiştir. Ekonominin yüzde 8-9’u aşan tempolarda büyüdüğü yıllarda (1997 ve 1990’da) dahi dış açıklar milli gelirin yüzde 2’sine ulaşmamıştır.” (Korkut Boratav, Dış finansman sorunları, soL, 23.02.2018)

Finansal liberalleşme, uluslararası sermayenin hakimiyetini ve dışa bağımlılığı pekiştirmektedir. Net uluslararası yatırım pozisyonu (Mart 2018) incelenebilir: Türkiye’nin yurtdışındaki varlıkları 230 milyar dolar, uluslararası sermayenin Türkiye’deki varlıkları ortalama 674 milyar dolar civarındadır. Aradaki 443 milyar dolarlık fark, uluslararası sermayenin Türkiye ekonomisindeki hegemonyasına işaret etmektedir. Sıcak paraya ve yabancı sermayeye bağımlılığın dozunun artması, iktidarın fason anti-emperyalist çıkışlarını çürütmesinin dışında, Türkiye ekonomisinin kapitalist iktidarlar eliyle getirildiği yeri göstermektedir.

*

Türkiye’deki egemen sınıflar açısından “istikrar” olgusu her yıl artan kar oranları göz önüne alındığında önemlidir. Ancak bu kadar önemli olan başka bir olgu, küresel kapitalizmle entegrasyonu daha fazla olan büyük sermaye açısından Batı ile ilişkilerin akıbeti, “Türkiye’nin imajı” sorunudur. Egemen sınıflar “hukukun üstünlüğü”, “normalleşme”, “OHAL’in kaldırılması”, “AB ile işbirliği” gibi söylemlerle yabancı sermayeye güvence istemektedir. TÜSİAD Başkanının“Ekonominin temelinde bir süredir zayıflamalar görülüyordu. … Tutarlı küresel ve ulusal verilere dayalı rasyonel ekonomi politikalarınınuygulandığını görmeye özellikle bugünlerde çok ihtiyacımız var.” açıklamasındaki “rasyonel politikalar”  ifadesi buna yönelik bir çağrıdır. Bu açıklamalar çoğaltılabilir.

Büyük sermaye (YASED, TÜSİAD, İSO gibi kurum temsilcileri), uzun zamandır ekonomide planlama ve üretkenlik dönemine dönülmesi gerektiğinin sinyallerini vermektedir. Kendi lisanlarına uygun şekilde, endüstri 4.0 ile katma değer üreten, sanayileşen ekonomik model ve bunun için gerekli yapısal reformları dile getirmektedir. TÜSİAD’ın doların artışıyla ilgili olarak “Sanayi 4.0 olmazsa dolar 4.0 olur demiştik maalesef 4 lirayı geçti.” sözüyle verdiği mesaj gayet açıktır.

*

Siyasal ve hukuksal alanındaki kriz ile ekonomideki krizin eşzamanlılığı dışında, artık kapitalizmin rutin işleyişi içerisinde sorunların ve reaksiyonların bastırılamayışı, tarihsel bloğun akıbetini akla getirmektedir. Egemen sınıflar, yeni bir birikim stratejisi arayışında “devlet güvencesi” istemekte, devlet politikaları ile desteklenmesini beklemektedir. Peş peşe Londra’da gerçekleştirilen yatırımcı toplantıları sadece Merkez Bankası’nın bağımsızlığını anlatmak amaçlı değildir. Sermaye temsilcilerine uluslararası ve ulusal ölçekte çeşitli “güvenceler” sunulmuştur. [Örneğin, ortalık toz dumanken, Erdoğan’ın İngiltere ziyaretinde gerilimler nüksetmişken, yabancı şirketlerin bölgesel yönetim merkezlerini 2019’a kadar Türkiye’de kurması durumunda 2022 yılına kadar kurumlar vergisi muaf tutulmaları, ilk güvenceler arasında sayılabilir.]

Mehmet Şimşek’in Londra temasları sonrası duyurduğu “Politika setimizi güçlendirdik. Ekonomide yeniden dengelenme süreci başladı” sözlerini, daha önce TÜSİAD Başkanının “rasyonel ekonomi politikaları” sözüyle birlikte düşündüğümüzde, verilen diğer “güvence”yi tahmin etmek güç değildir. Batı tipi kapitalist rasyonalitenin hakim prensibi “ekonomi ile siyaset” arasındaki ayrımdır. Londra’da uluslararası sermayeye ekonomi ve siyaset arasındaki ayrımın sağlayacağı yönünde güvence verildiği açıktır. Merkez Bankası’nın bağımsızlığına ilişkin tartışmasının özünde, Erdoğan’ın (siyasal erkin) ekonomiye müdahil olmasının serbest piyasa açısından tehlikeli olacağı endişesi yatmaktadır.

Parlamentarist mücadeleyi baz alan siyasal aktörler buradan hareketle 24 Haziran seçimlerine giderken “normalleşme” vaat etmektedir. Ne var ki, Türkiye ekonomisi kişilerden ve partilerden bağımsız olarak yapısal olarak bozulmuştur. Egemen sınıfların ihtiyacı yeni bir parti değil, yeni bir birikim rejimi, buna uygun bir siyasal projedir. Bu siyasal projenin yeni anayasa gibi normatif ihtiyaçları olsa da bunlar ikinci plandadır.

Uluslararası bağlantılarıyla birlikte büyük burjuvazi, yeni bir tarihsel blok ihtiyacının farkındadır. 16 yıldır ekonomik düzlemi işçi sınıfına yönelik baskılar ve teşviklerle dikensiz güç bahçesine çeviren AKP iktidarıyla yeni pazarlıklar ve projeler çerçevesinde yola devam etmek istemeleri ihtimal dahilindedir. İçeriye ve dışarıya mesaj niteliğinde, OHAL’in kaldırılması olmak üzere siyasetteki sembolik adımlar pazarlığın vitrini olacaktır. Ne var ki, yeni birikim rejiminin inşasına yönelik politikalar basit birer siyasal manevra değildir. Çünkü iktidar bloğunun kompozisyonu yeni sermaye fraksiyonlarıyla değişecek ve çeşitlenecektir.

 

Özetlemeye çalıştığımız kriz tablosunda emekçi sınıflar lehine hiçbir çıkış yolu yoktur. Çünkü iktidar bloğunun yeniden düzenlenişinde ve yeni sermaye birikim rejiminin inşasında kamu bütçesine, sıcak para için işçilerin fonlarına göz dikilecektir. Yapısal olarak bozulan bir ekonomiyi kısa vadede toparlama imkanının bulunmaması ve IMF ile masaya oturma seçeneğinin kuvvetlenmesi, emekçi sınıfların ekonomisi için yıkımın habercisidir. Ayrıca gelir ve servet adaletsizliği derinleşmektedir: AKP iktidara gelirken toplumun yüzde 1’i servetin yüzde 38’ine sahipken, bugün yüzde 58’ini elinde tutmaktadır.

Emekçilerin çıkışı halk iktidarını hedefleyen, özelleştirmeleri durdurmayı ve üretken ekonomiyi önüne koyan bir programla mümkündür. Haziran Hareketi tarafından hazırlanan “Acı Reçeteye Hayır” Emeğin 10 Çözümü programında belirtildiği üzere “Bu sistem çözüm üretemez durumdadır. Sistem içi çözüm arayışları nafiledir. Türkiye’nin içine sürüklendiği krizden emekçiler lehine çıkışın tek yolu, halkın örgütlü ve birleşik mücadelesidir.”


Bu yazı ilk kez https://devletvesiniflar.blogspot.com/2018/06/24-haziran-ve-sonras-turkiyede.html

Kansu YILDIRIM