Adam Kayırmacılık ve Adalet

Hemen herkes, belki de istisnasız herkes, erken yaşlarından itibaren, okullara ve üniversitelere kayıtlardan devlet ve özel sektörde işe alınmalara kadar ‘adam kayırmacılık’ denen ahlaksız uygulamanın kurbanı olmuştur. Liyakat, yetenek, beceri değil, torpil ve rüşvet sıkça asıl iş gören ölçüler oluyor. Bu nedenle meslek etiği iş alanlarının hemen hiçbir yerinde doğru dürüst oturmaz, işletilmez. Meslek etiğinin uygulanması, işinin ehli insanların işin başında olmasını şart koşar. Bu ise ne yazık ki yeterince yaygın olmayan bir durumdur ülkemizde. Ülkemizde daha çok „dayılar“, „emmiler“ ve buna benzer başka ilişkiler iş görmektedir.

Adam Kayırmacılık ve Vasatlık

Bunun toplumda gerçekleştirilen işlerin niteliği ve kalıcılığı bakımından genel olarak topluma ne kadar pahalıya mal olduğunu ve özel olarak teker teker bireylere sunulan hizmet kalitesi bakımından ne anlama geldiğini hemen hepimiz her gün bazen ağır bedeller ödeme pahasına da olsa bizzat yaşayarak öğreniriz. Bir toplumda çok az işin doğru dürüst yapıldığını görmek insanları her gün büyük streslere ve duygusal şiddete maruz bırakmaktadır. Bu nedenle halk arasında toplum betimlenirken herkes haklı olarak patlamaya hazır bir „canlı bomba“ gibi tasvir edilir. Belki de toplumumuzda şiddettin yaygınlığının nedenlerinden birisi budur.

Adam Kayırmacılığın Mağdurlar Üzerindeki Etkisi

Adam kayırmacılık denen ahlaksızlığın haksızlığa uğrayan kişiler üzerinde nasıl bir tahribat yarattığını tahmin etmek hiç zor değildir. Hak edildiği halde, elde etmek için gerekli koşullar sağlanmasına karşın çok isteneni, arzulananı ve gerek duyulanı elde edememenin ne anlama geldiğini, bunun kişiye nasıl bir acı verdiğini, insanın duygu dünyasında nasıl derin bir yara açtığını, düşünce dünyasında insanlara ve topluma karşı nasıl bir hayal kırıklığı yaşattığını ve bunun onun duygu dünyasında nasıl bir yıkım yarattığını herkes kendi deneyimlerinden bilir.

Teslimiyet ve Sonuçları

Buna karşın tüm insan ilişkilerinde büyük bir çelişki gözleriz hep. Herkes “adam kayırma” denilen ahlaksız uygulamanın kurbanı ve mağduru kendisi olduğunda öfkeden küplere biner, kızar, söver sayar.  Bu hiçbir şekilde adil ve etik olmayan uygulamanın son bulmasını ister. Ama dürüst olmak gerekirse, elimizi vicdanımıza koyalım, hiçbir şekilde ahlaki olmayan, hiçbir şekilde adil olmayan bu uygulamanın kazananı kendimiz olursak, çok azımız bu uygulamaya karşı dururuz. Bu „akıllı olmak“ adına yapılır genellikle. Halk arasında da, bu ahlaksızlıktan dolayı en çok mağdur olanlar tarafından bile, bu ahlaksızlığın „faydalarından“ yararlanmak söz konusu olduğunda, „akıllı ol!“ diye salık verilir tanıdıklarına.

Herkes yaşamış olduğu mağduriyetin ne kadar büyük bir yıkım olduğunu bilse de, kendisi mağdur edildiğinde öfkelense de sonunda herkes dünyanın gidişatının bu olduğunu sanır ve olanı olduğu gibi kabullenip, „kaderine küser“. Fakat bu pozitivist teslimiyetin herkes için büyük, insanı insanlıktan çıkaran sonuçları vardır. Bu teslimiyetin sonucu olarak herkes diğerlerinin „kaderi“ karşısında kaygısız kalır, duygusuzlaşır ve sonunda herkes vicdanları taşa kesmiş insanlara dönüşür.

Teslimiyetten Gönüllü İşleyen „Çarka“ Dönüş

Bu teslimiyetçi tutumun bahanesi de hemen hazırdır genellikle: „Kimse adil olmuyor ki, ben olayım.“ Bu teslimiyetin sonucu olarak, biçareliğin de teslim edilmesi anlamına gelen bu durumda adil olmayı hep başkalarından bekleriz. Sorumluluğu başkalarına havale ederiz. Bu doğal olarak daha büyük bir teslimiyete ve sonunda işleyişin „gönüllü“ bir çarkına dönüştürür bizi.

İnsan ilişkilerinde adil ve etik olunması talebini, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya olarak görmeye başlarız bu pozitivist teslimiyet sonucu. Bunu biraz açalım, çünkü buradan bir çözüm perspektifi kazanma olasılığı bulunmaktadır. Hemen her tarafta gözlenir adam kayırmacılık. Adam ve bazen de kadın kayırmacılık her tarafta had safhadadır. Bunu biliyoruz. Herkes “kendi adamını” kayırıyor. Hele daha „üst“ kurumlarda bunun artık ne durumda olduğunu tahmin etmek bile mümkün değil. Toplum irili ufaklı sayısız cemaatler topluluğuna dönüşmüş durumda. O kadar çürümüştür insan ilişkileri. Bu nedenle “adam kayırma” ilkesinin nice zamandan beri bu kadar yaygın olarak uygulandığını görünce hepimiz adil ve etik insan ilişkilerinin mümkün olmadığı düşüncesine teslim oluruz.

Ne Yapmalı?

Kanımca konunun önce düşünsel olarak açıklık kazanması gerekir.  Bu ilk bakışta basit gibi görünen konu da toplumun ta derinden yarılmışlığı ile ilgilidir. Bu, toplumun her kesimini ve giderek herkesi herkese yabancılaştıran toplumun paramparça olma durumu, ortadan nasıl kalkacak? Soru bu ve her türlü „hazır reçete“ önerisi yanlış olacaktır. Belki de bir başlangıç noktası düşünmek ve seçmek en gerçekçi ve doğru olanıdır.

Modern toplumda yabancılaşma sorunsalını modern filozoflardan en çok işlemiş olanı, Thomas Hobbes, Adam Smith, Hegel ve Karl Marx’tır. Hegel’in ve Marx’ın eserleri bu gelenek içinde üst uğrağı temsil etmektedir. Bu nedenle bana öyle geliyor ki, konuya Hegel ve Marx ile yabancılaşma ve çıkar çatışmaları sorunsalı üzerinden yaklaşmak en doğrusu olacaktır.

Nasıl Bir Perspektif Gereklidir?

Herkesin herkesi dostu ve yoldaşı olarak gördüğü, diğer bir deyişle kimsenin kimseyi yabancı olarak görmediği bir toplumda adam kayırmacılık giderek azalacaktır. Bu durumda da insanlar doğal olarak kayırmacılık yerine nesnel olmaya (adil ve etik olmaya) özen gösterecektir. Bu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya mıdır? Bu soruya en iyisi JeanJacques Rousseau ile yanıt vermeye çalışalım. “Evet, ütopyadır” ya da “hayır ütopya değildir” demeden önce başka bir soru sormamız gerekiyor. Ahlaklı olmak, adil olmak, her yerde herkesin istediğini hak ederek elde etmesi, kısacası hakkaniyet ilkesinin uygulanması nesnel bir gereklilik midir? Sanırım aklı başında olan kimse bu soruyu “hayır” ile yanıtlamaz. O halde, herkes herkesin adil olmasını, etik davranmasını nesnel bir gereklilik olarak görüyor ve herkes herkesten adil olmasını ve etik davranmasını bekliyor diyebiliriz. Herkes bunun nesnel bir gereklilik olduğunu kabul ediyor.

Şimdi sorumuzu tekrar soralım: herkesin herkesten, dolayısıyla kendisinden de uyulmasını istediği adil ve etik olma ilkesine uyulan bir durumun oluşması nesnel bir gereklilik midir? Aklı başında olan hemen herkes bu soruya “evet” diye yanıt verecektir.

Peki, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya mıdır? Rousseau bu soruya şöyle bir yanıt veriyor başka bir bağlamda. Kendi cümlelerimle aktarıyorum: “Evet, ütopyadır. Fakat o, nesnel bir gereklilik ise ve o, gerçekleşmesi mümkün değilmiş gibi görünen ütopyaya tek bir insan dahi sahip çıkarsa, o andan itibaren o, artık gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya olmaktan çıkmıştır, gerçekleşmesi mümkün bir toplumsal alternatife dönüşmüştür.” Voilà, mesele bu kadar basit. Fakat bunun gerçekleştirilmesi cesaret ve iradi güç ister.

Doğan GÖÇMEN